Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Kasım '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Misafir evler...

Misafir evler...
 

Ramazan Bayramı için köyüme gittiğim sırada, fotoğraf makinemi alıp, eski evleri "ölümsüzleştirmek" için işe koyuldum… Daha önce de sık sık olduğu gibi, babaannem ve dedemle birlikte çocukluk yıllarımı geçirdiğim eve götürdü ayaklarım beni...

O evi her gördüğümde, boğazım düğüm düğüm oluyor…

Perdesiz pencereleri, bir çocuğun yaşla dolmuş gözleri gibi bakıyor bana…

Tahta kapısına sıkıştırılmış odunlar, sevgiliye vurulmuş kelepçe gibi burkuyor içimi…

Bayramlarda ve yaz tatillerinde her odası insan kaynayan o koca evin, terk edilmiş haline katlanamıyorum… O yüzden önünden geçerken, bakamıyorum yüzüne uzun uzun..

Suçlu ve nankör hissediyorum kendimi, elimde değil… Gözlerimin önünde çürüyüp, gidiyor….

Oysa, hayata dair ne öğrendimse, o evde öğrendim ben…

Çocukken, babamın büyüdüğü mavi boncuklu beşikle oyunlar oynardım o evde… Bezden ve sakız kabağından yaptığım bebeklere ninniler söylerdim… Babaannemi kızdırdığım zaman, kaçıp tavan arasına saklanırdım… Ama ne zaman sofrayı hazırlamaya başlasa babaannem, mutlaka yardım ederdim. Mutfaktan odaya bir şeyler taşımak, büyütürdü beni kendi gözümde… Ama yakışıklı amcam, "bayraklı kaşık" için her yemekte ağlatırdı beni… Biraz daha büyüyünce gördüm ki, bütün kaşıklar aynı.. "Boş şeylere ağlamamayı" öğrendim o evde ben…

Köyde mutluydum… Ama annemin beni İstanbul’a götürme girişimleri hiç bitmezdi… Her seferinde, bağıra çağıra ağladığım için, otobüsten aşağıya atardı adeta beni.. "Birlik" gözden kaybolduğunda sevinçten delirecek gibi olurdum.. Babaannem, anneannem ve dedelerim başta olmak üzere, bütün mahalle sakinleri gülerek izlerdi sık sık tekrarlanan bu tabloyu… Yaz kış o evde kaldığım için, halalarım, kuzenlerim, amcam, yengem, hatta annem, babam ve kardeşlerim hafta sonu geldiğinde dahi, ben "ev sahibi" gibi hissederdim kendimi… O evin en küçük çocuğu gibi… Yemekten sonra dedem kahveye, babaannem konu komşu ziyaretine gittiğinde, o koca evde tek başıma kalır ve huzur içinde uykuya geçerdim… Üstelik, kapısında çakallar ulurken… "Korkmamayı" öğrendim o evde ben…

Bütün o eski evler karla kaplıyken, kenarlarından alevler çıkan sobayla mutlu olurdum. Fırınından gelen ekmek kokusuyla mutlu olurdum… Dedemin itinayla ekmek pişirmesini izlerken mutlu olurdum… Ekmeğin üzerine tereyağı sürüp, biraz tuzladıktan sonra, kalori malori düşünmeden afiyetle yemekten mutlu olurdum… Fırına attığımız patateslerin pişmesinden, fındıkların kavrulmasından da.. Babaannem ve dedem, ahırda hayvanlarla ilgilenirken, küçük camdan onları izlemekten mutlu olurdum. Dedemle birlikte bahçede üzüm ve incir yemekten, sabah ilk iş sıcacık yumurtaları follardan toplamaktan da… Babaannemin, keçi kılından kilimler örmesinden mutlu olurdum. Pencereleri süsleyen büyük pembe güllerle süslü, fıstık yeşili perdelerden mutlu olurdum. Bayram sabahları gereğinden bile erken kalkıp, yeni elbiselerimi giyerken; dedemin, babamın ve amcamın eve gelmesini beklerken mutlu olurdum…. "Mutluluğun küçük şeylerde gizli olduğunu" öğrendim o evde ben…

Kıştı, çok kar vardı… Hastalıklı doğmuş küçücük yavru keçimizi bebek gibi biberonla büyütüyorduk. Sobanın hemen yanına yerleştirdiğimiz bir sandığın içinde uyuyordu. Biraz kendine gelip de, odanın içinde adım atmaya başladığında benden mutlusu yoktu köyde. Bir sabah babaannem, robasına mavi bir şapka işlenmiş kırmızı paltomu giydirip beni zorla Safiyeler’e götürdü. Bu istem dışı ziyaret o kadar canımı sıkmıştı ki, paltomu bile çıkarmadan camın kenarında oturuyordum. Başını yemlere bir gömüp bir kaldıran kurmalı saatin üzerindeki sarı tavuğu izleyen gözlerim, her nedense birden sokağa kayıverdi. O anda bir köpeğin ağzında yavru keçimi gördüm. Feryat içinde kapıya koştum. Bir çırpıda ayakkabılarımı giyip köpeğin peşine takıldım. Karlara bata çıka, ağlaya ağlaya koşturdum ama yakalayamadım. Eve gidip babaanneme isyan ettim. Yavru keçinin öldüğünü ve onu evin uzağına götürüp bıraktığını söyledi. Günlerce ağladım keçinin ardından… Bu durumu öğrenen anneannem birkaç gün sonra beni çağırdı. Artık kalıntıları bile olmayan, arsasında dayımların apartmanı yükselen, o eski evin ahırına gittiğimizde yeni doğmuş ikiz keçileri gördüm. "Biri senin" dedi. O kadar mutlu oldum ki, anlatamam. Annesinden ayırdığım için üzgündüm ama onu bebek gibi büyüterek, açığı kapatmaya çalıştım. Kocaman olana kadar… Sonra onun da yavruları oldu, onları da büyüttük. "Sevginin emek olduğunu" öğrendim o evde ben…

Küçücüktüm ama "çocuk" muamelesi görmedim hiçbir zaman… Babaannem ve dedemle sadece evde değil, her yerde birlikteydik, tarlada, dağda, harmanda.. "Morbet" idim çünkü ben… Arkadaştım onlara… "Adam yerine konmayı" öğrendim o evde ben…

Kafasındaki yün takke ve çizgili pijamalarıyla yatağında uzanan biricik dedemin hikayelerini dinlerdim… Babamın hafta sonunda İstanbul’dan getirdiği leblebileri tek tek dedemin ağzına atarken, sırf o öyle dediği için, kulağından leblebi tozu akmasını beklerdim… Su akıtmak için fasulyelerin en sonuna gittiğimde "Geldi mi yavrum?" diye sormasına bayılırdım. Erken ya da geç söylememe kızmazdı. "Olsun yavrum, bir şey olmaz" der, yeniden gönderirdi suyu evleğe! İşimiz bitince beraber uzanırdık kiraz ağacının gölgesine… Ya da harman beklerken, samanlığa sırtımızı dayar konuşurduk… Daha doğrusu o anlatırdı, ben dinlerdim. Hayatı boyunca babasını bir kez bile görmemiş olan dedem, "Benim babam çok yakışıklı adammış, pehlivan gibiymiş yav" dediğinde, kendimi zor da olsa tutardım, ağlamazdım onu da ağlatmamak için.. Ama kendi yastığıma koyunca başımı, saçı sakalı ağarmış, 5 çocuk, 14 torun sahibi olmuş biricik dedemin içindeki "yetim çocuğa" ağlardım… Yastığım ıslanırdı ağlamaktan, tersini çevirir öyle uyurdum… "Bir insanın yokluğunda da sevilebileceğini" öğrendim o evde ben…

Hastalanıp da sigara yasaklandığında, onu gizli gizli tüttürürken görürdüm evin çeşitli odalarında. Ama bana gülerdi ve göz kırpardı, bilirdi ki söylemem kimseye… Sırrı benimle güvende!! Zaten, hiç kızmadı dedem bana hayatım boyunca, hiç küsmedi.. Korkutmak için bile elini kaldırmadı, yüzünü bile buruşturmadı bana karşı. Ne yaparsam yapayım, destekledi beni.. Üniversite için seçtiğim bölümden herkes şikayetçiyken, o sık sık arardı beni yurttan. Sesimi duyunca dayanamaz ağlar, beni de ağlatırdı. Gazetecilik yapmaya başladığımda istisnasız herkes bana burun kıvırırken, "Ben görüyorum televizyonda hep gazeteciler konuşuyor, benim yavrum da çıkacak böyle" derdi. Dedem benim için, hala o evde dolaşıyor. Sanki gitsem, sesimi duyunca yatağında doğrulup yeşil çerçeveli camdan dışarı bakacak, güzel yüzü çocuk gibi aydınlanacak yine… İçeri koşup, parlak yanaklarından doya doya öpeceğim sonra, o ev orda durduğu sürece… "Ölümün insanları ayırmaya yetmediğini" öğrendim o evde ben…

Babaannemin öyküleri dedeminkilerden farklı mıydı sanki? Daha küçücük bir kız çocuğuyken, dışarı çıkıp arkadaşlarıyla oyun oynamak yerine, yatalak babasının yüzüne konan sinekleri kovalamak için başucunda bekleyen babaannem… Kendi tabiriyle, "iki kere bozulan başı"nın ağrısı hiç dinmeyen kadın… Ama babaannemin yanındayken saklamazdım göz yaşlarımı… O anlatırdı, beraber burnumuzu çeke çeke ağlardık.. Yirmi kiloluk iki tenekeyi bir çırpıda sudan çekiveren koca babaannem, iki gözü iki çeşme ağlardı… "Gözyaşlarının paylaşınca acıtmadığını" öğrendim o evde ben…

Fotoğraflarını çekerken, her eski evin binbir öyküsü olduğunu düşündüm. Ancak içinde yaşayanların bildiği…

Belki bundan birkaç yıl sonra, güçlükle ayakta duran bu evlerin hiçbiri yerinde olmayacak…

Köyün her an kalkıp gidecek "misafirleri" gibi onlar... Biraz çekingenler, biraz umutlu... Kal desek kalamazlar, git demeye yüzümüz varmaz..

"Yaşanmış" tüm güzelliklere olduğu gibi, onlara da derin bir saygı duyuyorum…

 
Toplam blog
: 5
: 2295
Kayıt tarihi
: 17.11.06
 
 

Hiçbir şey, kendimi anlatmaya çalışmak kadar yormuyor beni... Anlatılacak şeylerin çokluğundan değil..