Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Ağustos '13

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Mısır gezisi notları

Mısır gezisi notları
 

Kahire Sultan Hasan, El Rifâî Câmileri


Son günlerde Mısır’da meydana gelen olaylar Türkiye’nin gündemini değiştirdi. Ben de bu ülkeye yaptığımız gezide gördüklerimi ve yaşadıklarımı Mısır’ı tanımak isteyenlerle paylaşmak istedim.

xxx 

Mısır Hava Yolları’na ait bir uçakla Kahire’ye uçarken, hostesler anonslarına “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek başlıyordu. Kulaklıkla dinlenen müzik kanallarından birinde Kur’an okunuyordu. İlginç olan; Mısır yerine Venedik’le ilgili bir belgesel gösterdiler.  21.30’da Kahire’ye indiğimizde pasaportumuza bir pul yapıştırıp, biz Türklerden Almanlara göre bir misli fazla vize parası aldılar. Güya, Almanya Mısır’la yaptığı anlaşmayla böyle bir imtiyaz almış. Bizi bekleyen rehberle 23’de otelimize geldik.  

Mısır’ın başkenti Kahire banliyöleriyle birlikte 17 Milyon, 1.002.000 km2 yüzölçümü olan Mısır ise 82 milyon nüfusa sahip. Ülkede fert başına düşen gelir 6 bin dolar civarında imiş.

 Kahire

Sabah otelin yan tarafındaki câminin hoparlöründen odamıza dolan ezan sesiyle uyandık. Saat 9’da rehberimiz Adel geldi. Bugün önce ünlü Kahire Mısır Müzesi’ni göreceğiz. Şoförlerin her vesileyle kornaya bastığı caddelerde İstanbul’dan karışık bir trafik düzeni var. Yollar ve kaldırımlar insanlarla dolu.  Müzeye zorlukla ulaşıp, otoparkta çok fazla sayıdaki tur otobüsü yanında bir yer bulduk.

Müze, 5000 yıllık Mısır târihini gözler önüne seriyor. Müzede Tutankamon hazineleri, heykeller, mumyalar ve sayısız değerli eser var.  Beni daha çok eski Mısırlıların her şeyi yazıya dökmeleri etkiledi. Buradan öğleye doğru ayrıldık. Nil’e bakan bir lokantada öğle yemeğimizi yedik. Mısırlıların mücver, humus, turşu, şiş kebap gibi bizim meze ve yemeklere benzer yemekleri var. Yemekten sonra kale gibi bir yapı olan, 14.yüzyıl Memlûk eseri, Sultan Hasan Câmisi’ni gezdik. Bu câminin karşısında 19.yüzyılda yaptırılmış El Rifâî Câmisi’ni de  ziyaret ettik. Câmide Ahmed el Rifâî’nin torunu İmam Rifâî’nin türbesi var. Otobüsümüze binip askerî bir müzenin olduğu, güzel Kahire manzarasına sahip Selahaddin Eyyübi kalesine çıktık. Daha sonra bizim İstanbul câmilerine benzeyen Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın yaptırdığı câmiyi gezdik. Türkler Mısır’a 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Ridaniye Savaşı’nda Memlûkları yenmesinden 1882 İngiliz işgaline kadar hâkim oldu.  Osmanlı atalarımız, Tolunlar, Memlûklar gibi diğer Türk hanedanları Mısırda çok eser bırakmış.  Ölüler şehri denilen, ancak içinde hâlen yüz binlerce insanın yaşadığı Kahire mezarlığını gördük.  Memlûklar döneminde kervansaray olarak inşa edilen, Türklerin ticaret merkezi olarak kullandığı, satıcılarının bize zorla bir şeyler satmaya çalıştığı Han El Halil pazarına geldik. Burada El Fişavî(Fıs Hawi) isimli Türk kahvesi denilen yerde oturduk ve naneli çay içtik. Pazarda bir saat kaldıktan sonra otele geldik. Biraz dinlenip tek başıma Kahire’yi tanımaya çıktım. Ana caddelerdeki kalabalık ve gürültüden kaçıp yan sokaklara girilince daha beter bir döküntü ve pislik manzarası ile karşılaştım. Akşam oteldeki odamızda yandaki câminin dümdüz okunan ezanını dinlemekle kalmadık, imamın namaz dualarını da hoparlörden duyduk.

Kahire’de ikinci günümüzde şehre 20 km. uzaklıktaki Giza’ya gittik. Buradaki  piramitler devasa yapılar. 5000 yıllık bir tarihin önünde olmak insana heyecan veriyor. Keops, Kefren ve Mikerines piramitleri zamanına göre muazzam bir işgücü ve teknikle yapılmış. Antik dünyanın 7 harikasından günümüze gelebilen tek eser olan,145 metre yüksekliğindeki Keops piramidini 100 bin işçi 10-15 ton ağırlığında 2 milyon 500 blok taşın üst üste yerleştirmesiyle 30 yılda tamamlamış. Piramitlerin etrafı satıcılarla dolu. Her adımda insanı rahatsız ediyorlar. Biz de nasibimizi aldık.  Deve üzerinde resim çektirme teklifiyle birden kendimizi develerin üzerinde bulduk; inerken yüksek ücret ödedik.

Keops piramidinin içine girdik; fakat çok dar karanlık bu yolda,  yürüyemeyip geri döndük. Buradan Sfenks ve Kefren tapınağına gittik. Her yerde fotoğraf çekmek için ayrıca para ödedik. Sfenksin yüzü alçı taşından olması ve tuzlanma nedeniyle eriyormuş. Bu tapınakta cenaze törenleri yapılırmış. Eskiden Nil, hemen bu tapınağın önünden akarmış, onun için ölünün yanında kayığı da bulunurmuş. Sakkara yolu üzerinde Nil’in koluna yakın bir yerde bir bahçede öğle yemeğimizi yedik. Buradan Memfis’e gelip, Kral Ramses’in heykellerini gördük. Tekrar Sakkara’ya dönüp kat kat yükselen piramidi ve kralların tören yaptığı meydanı gezdik.  İçi günlük hayata ait çeşitli rölyeflerle süslenmiş bir mezara baktık. Günün sonunda bir papirüs mağazasına girip, Papirüs’ün nasıl yapıldığını gördük. Eski Mısırlıların hayatın devrelerini bir ağacın üzerindeki kuşlara benzettiği, papirüs üzerine yapılmış “Hayat ağacı tablosunu” altına adlarımızı hiyeroglifle yazdırıp aldık. Akşam 7’ ye doğru otelimize geldik.

Kahire, Abu Simbel, Assuan

Sabah 5’de otelden ayrılıp Kahire hava alanına geldik. Bu gürültülü şehir sabahın erken saatlerinde biraz olsun sessizdi. Meydanda yalnız Mısır Hava Yolları’nın uçakları ve salonda büyük bir kalabalık vardı. 6.30’da kalkacak uçağımız 45 dakika sonra havalandı. Önce  Assuan’a indik. Burada inenlerden sonra biraz bekleyip aynı uçağa bindik. Abu Simbel’e uçarken uçsuz bucaksız çölü gördük. Nil bu çölün ortasında akıyor ve etrafına hayat veriyor. Nil’in iki tarafındaki az yeşillik bitince çöl başlıyor.  Yolda türbülansa yakalanıp, epey sallandık ve korktuk. Abu Simbel’e zor indik. Oradan otobüsle Abu Simbel tapınağının bulunduğu yere geldik. Tapınak II. Ramses’in isyancı Nübyelilere (Sudan)  güçlü olduğunu göstermek için dağ oyularak 20 yılda yapılmış. Başka bir yerde olan tapınak, Assuan barajının suları altında kalmasın diye Unesco’nun öncülüğünde, içinde Türkiye’nin de bulunduğu çeşitli ülkelerin yardımıyla şimdiki yerine yekpare kayalar parça parça kesilip taşınmış.    Tapınağın kapısında II.Ramses’in 4000 yıl öncesinden bize baktığı  4 dev  heykelinin önünde durup resim çektirmek güzel bir duygu idi. Yeniden otobüsle havaalanına döndük. 45 dakikalık gine sallantılı bir uçuştan sonra Assuan havaalanına indik. Nil burada Assuan barajı yüzünden muazzam bir göl olmuş. Bizi bekleyen minibüsle 20 km’lik bir yolculuktan sonra Nil kenarında bizi bekleyen gezi gemisi Spring’e geldik. 5 yıldızlı bir otel kalitesinde olan bu gemi tek kelime ile harika idi. Saat 13’de öğle yemeğimizi yedik. Saat 14.30’da tekrar otobüse bindik. Önce 41 metre uzunluğunda,1200 ton ağırlığında olan, ancak çatladığı için bitmemiş bir dikilitaşı gördük. Oradan eski ve yeni Assuan barajlarının olduğu yere gittik. Eski barajı 1898’de İngilizler, yenisini 1960’larda Ruslar yapmış.  Büyük bir yapı olan son baraj, avantajları yanında bir sürü dezavantajları da getirmiş. Buradan Philae adasındaki İsis Tapınağı’nı görmek için göl kenarında motora bindik. Motoru kullanan yaşlı Nübyeli, tatlı bir insandı. Adadaki tapınak da baraj sularından kurtarılmış. Adada tapınağı gördükten sonra gemiye geri döndük.

Assuan- Kom Omba

Güne bu güzel gemide uyandık. Kahvaltıdan sonra yerlilerin “Felukka” adını verdikleri bir yelkenliye bindik. Yelkenliyi ikisi de sempatik baba-oğul yönetiyordu.  Önce Ağa Han’ın Elefantine adlı adada, bir tepedeki şatafatlı kabrini ziyaret ettik. Buradan Nil harika görünüyordu. Kabre ayakkabılarımızı çıkarıp girdik. Diğer bir tepede bir şeyhin basit bir türbesi vardı. Tekrar yelkenliye binip Kitchener isimli başka bir adaya, Botanik bahçesine geldik. İngilizlerin yaptığı bu bahçe çeşitli ağaç ve çiçeklerle bir cennet bahçesi gibiydi. Güzel yelkenli ile dönerken yelkencinin oğlu Sudi tefiyle bize Arapça şarkılar söyledi. Biz de tempo tutup ona katıldık. İki adada da satıcılar hemen etrafımızı çevirdi. İlk soruları hangi ülkeden geldiğimiz oldu. Öğle yemeğinden sonra gemimiz Edfu’ya doğru hareket etti. Nil’in iki kıyısında Akdeniz iklimine has ağaç ve bitkiler vardı. Eskiden Nil’in kabarmasıyla, geride kalan alüvyonlu topraklarda verimli tarım yapılıyormuş. Barajdan sonra bu kabarma olmayınca  verim azalmış ve gübre dönemi başlamış. Gübre de toprağı tuzlandırıyormuş. Geminin güvertesinden muhteşem Nil’i, bizi ısıtan güneşi, hafif esen rüzgârı içimize çekerek Kom Omba’ya geldik. Burada Tanrı Sobek ve Horaeris adına yapılmış tapınağı gezdik. Eski Mısırlılar resimleri, yazıları, heykelleri ile geleceğe çok şey bırakmışlar. Gördüklerimiz arasında bir göz doktorunun reçetesi, Tanrıya sunulan adaklar, takvim bunun örnekleri idi. Nil’in suyunun yüksekliğini ölçtükleri Nil ölçeği onların ne büyük bir tekniğe sahip olduklarını gösteriyor. Daha sonra gelen Roma ve Yunanlılar da bu medeniyetten çok şey öğrenmiş.

Tapınağın dışında satıcılardan biri hemen her yerde olduğu gibi hangi ülkeden geldiğimizi sordu. Türk olduğumuzu öğrenince İbrahim Tatlıses’den yanımızda bir CD’nin olup olmadığını sordu. Biz “yok” deyince, Nübyeli  Ali ismindeki bu satıcı bize Tatlıses’in Allah Allah ve Mavi mavi isimli şarkılarını Türkçe söylemeye başladı. Gemiye döndükten sonra güvertede oturduk, tabiatı seyrettik.

Edfu

Geceyi gemide Edfu kıyısında geçirdik. Sabah erkenden kalkıp, faytonlara binip Edfu şehrinin içinden geçtik. Abartmıyorum, bu gördüğüm şehir ve insanlar 50 yıl önce çocukluğumda tanıdığım Anadolu şehirlerinden bile fakirdi. Binalar yıkık dökük, yollar kötü ve pislik içindeydi. Entarili, kaftanlı işsiz genç erkekler yol kenarlarında gruplar halinde oturuyor, kadınlar simsiyah peçe veya çarşaflarının içinde saklanıyordu. Turistik eşya satan tezgâhlarda satıcılar müşteri çekmek için ellerinde rebaba benzer bir alet çalıyordu. Tanrı Horus’a adanmış Edfu tapınağı kum altında kaldığı için oldukça iyi korunmuş. 325 yılda tamamlanan bu yapı Roma ve Yunan dönemlerini de içine alıyor. Roma kralları rölyeflerde Ramses gibi resmedilmiş. Mısır Tanrıları bu sefer onlara adak sunuyorlardı. Bu binlerce yıl içinde krallar gelmiş geçmiş. Yöneticiler dinin himayesinde aynı seremonileri ve ritüelleri tekrarlamışlar. Tapınak, muazzam sütunlar, iç içe salonlar ve yan odalardan meydana geliyor. En kutsal bölümde granitten yapılmış bir adak yeri var. Bir yan odada öbür dünyaya gidecekler için sedir ağacından yapılmış bir kayık 2000 yıllık zamana rağmen sapasağlam duruyordu. Binanın her santimi içi ve dışı hep rölyeflerle, hiyerogliflerle bezenmiş. Edfu ahalisine ait evler bizim topraktan yapılmış köy evlerine benziyordu. Bunlar da yıkık dökük bir halde idi. Müze bekçileri ve dışarıdaki erkekler hep kaftan entari giyiyor. Başlarında küçük bir fes ve buna sarılmış turban var.  Bu yüzyıldan bir çizgi olmayan Edfu’nun toz toprak içindeki ana caddesinden geçtik. Uzaydan gelmiş yaratıklar gibi faytonlarla şehrin içinden geçip kıyıdaki gemiye geldik. Elimizdeki kartları personele gösterip, lüks gemiye adımımızı atar atmaz, elimize küçük, ıslak, sıcak havlular tutuşturdular. Elimizi, yüzümüzü temizleyerek kendimizi adeta dezenfekte etmemizden utandım. Dışarıda sefalet, biz lüks bir gemide gidiyoruz. 8.30’da kahvaltı başlıyor. Çeşit çeşit ekmek, peynir, meyve suları, reçeller bolluk ve israf içinde bir sofradayız. Mısırlı kara tenli gençler etrafımızda bize, Avrupalılara hizmet ediyor. Yakalarında isimleri Medhat, Gamel, Saleyh. Sandalye’den doğrulduğumuzda hemen koşuyorlar. İstediğimizi getiriyorlar. Lokmalar boğazımdan gitmiyor. Kahvaltıdan sonra güverteye gidiyoruz.Masmavi, güneşli bir gökyüzü altında Nil bütün haşmeti, dinginliği ve güzelliği ile akıp gidiyor. Karşı kıyılarda palmiyeler, minareler gözüküyor. Güvertede bu manzaraya bakıp eski Mısır’ın büyük medeniyetini ve günümüz Mısır’ının sefaletini, sömürgeci Batı'nın İslâm ülkelerine yaptıklarını ve Mısır'a bakıp Türkiye ile karşılaştırınca; 3 Selim'le başlayan çağdaşlaşma  hareketlerinin sahibi büyük devlet adamlarımıza, özellikle Cuhuriyetimizin kurucusu Atatürk'e çok şeyler borçlu olduğumuzu düşündüm.,..Esna şehrine yaklaşıyoruz. Burada bir kanaldan geçmemiz lâzım. Bizden önce sırada bekleyen gemiler var.  Kıyıda çakaralmaz cinsten eski tüfekleri omuzlarında asılı 2 asker görüyorum; galiba turistleri korumak için devriyedeler. Çocuklar, gençler güvertedeki biz turistlere bakıyor. Kıyıdan otobüse binerek Esna’dan ayrılıyoruz. Önce Karnak’ta yüzlerce yıl kumlar altında kaldıktan sonra temizlenerek ortaya çıkarılan büyük sütunlarla çevrili tapınağı geziyoruz. Ramses burada da karşımıza çıkıyor. Tanrı Amun adına yapılan Karnak Tapınağını gördükten sonra Luksor’a gidiyoruz. Luksor tapınağı muazzam bir eser. Sütunlu, dikilitaşlı, geniş caddeleri ve büyük heykelleri var. Müslüman Araplar geldiklerinde burayı saray zannedip Luksor adını vermişler. O zaman tapınak kumlar altında imiş. Kumlar atılınca Arap Müslümanların ilk yaptıkları cami yukarda kalmış.  Akşam karanlık çökerken Luksor’dan ayrıldık. Otobüsle gemiye döndük. Yollarda ışıksız veya göz alan farlarıyla gördüğüm arabaları bizim ülkenin taşıtlarına benzettim. Bir saatlik yoldan sonra Esna’ya geldik. Gemimizi aradık. Karanlık bir yoldan geçerek gemiyi bulduk. Hâlâ kanala girememiş gemi ile kara arasında bir köprü atılmasını bekledik. Nihayet gemiye girdik. Kartlarımızı verdik. Ellerimizi gine havlularla temizledik. Akşam yemeğine kadar dinleniyoruz. Akşam gemide son gecemiz. Personel ellerinde teflerle Arapça şarkılar söyleyerek salona üzerinde mumlar yanan pasta ile giriyor. Alkışlıyoruz.

Luksor

Sabah 8’de bu güzel gemiden personele veda edip ayrıldık.  Feribotla Nil’in karşı kıyısına geçtik. Orada bizi bekleyen otobüse bindik. Önce kral mezarlarının bulunduğu Krallar Vadisi denilen yere gittik ve çeşitli dönemlere ait Firavun mezarlarını ziyaret ettik. Tutankamon’un mezarını gördük. Mezarı İngiliz Carter bulmuş. Carter’in burada 6 sene yaşadığı evini gördük. Carter her şeyi talan etmiş. Bazı eserler Kahire’de. Çoğu British Museum’da veya başka müzelerde. Tutankamon 18 yaşında öldürülmüş. Mezarı som altından. Maskesi, mezara konulan eşyalar da paha biçilmez cinsten. Ramses III’ün mezarındaki rölyefler binlerce yıla rağmen güzel renkleriyle dikkat çekici idi. Ancak tuzlanma burada resimlere zarar veriyormuş. Buradan Kraliçe Hatşeput’un tapınağına gidiyoruz. Tapınağın önünde birinci rampada kenara oturuyoruz. Adel kısaca tapınak hakkında bilgi veriyor. Tapınağı geziyoruz. Tapınak çıkışında okul gezisi yapan bir grup öğrenciyi görünce, eşimle öğretmenlerin yanına gidip, Türkiye’den geldiğimizi, öğretmen olduğumuzu söylüyoruz. Öğrenci ve öğretmenlerle resim çektiriyoruz. Onlara öğrencilerin müşterek kültürümüze ait “Taleal bedru Aleyna” ilâhisini bilip bilmediklerini soruyorum. Öğretmenler öğrencilere söyleyince, çocuklar hep birden söylemeye başlıyorlar. Krallar vadisini bu ses dolduruyor. Turistler şaşkın şaşkın bize bakıyor. Otobüse kadar hep birlikte geliyoruz. Öğretmenler bize çektiğimiz resimleri göndermemiz için adreslerini veriyor. Çocuklara yanımızda çokça getirdiğimiz tükenmez kalem ve şekerlerden veriyoruz. Bize el sallayarak veda ediyorlar. Bugünkü gezimizin son durağı olarak Kraliçeler Vadisi’ne gidiyoruz. Burada II.Ramses’in karısı  Nefretari’nin mezarı onarım nedeniyle kapalı idi. Diğer kraliçe Sitre’nin mezarına 90 merdivenle iniyoruz. Duvarlardaki rölyefler güneş yansımasında harika görünüyordu.

Öğrendiğimize göre bölgede hâlâ eski eserleri yeraltından çıkarıp veya müzelerden çalıp yabancılara satan eski eser mafyası varmış. Devlet bunlarla başa çıkamıyormuş.

Burada gezimizin rehberli kısmını bitirdik. Adel’e veda ettik. Bizi bekleyen yolcu vapuruna binip nazlı nazlı akan Nil’den otelimizin bulunduğu karşı kıyıya geçtik. Burada kalacağımız Etap dört yıldızlı güzel bir otel. Dinlenip dışarı çıktık. Fakat daha ilk adımda satıcıların hücumuna uğradık. Bir satıcının ısrarla “Nerelisiniz?” sorusuna sinirlenen eşim Günay Türkçe “Sana ne?“ deyince. Adam “o ülke neresi?” dedi. Gülmeye başladık. Vitrinlere bakmamıza bile izin vermiyorlar. Bir ara Nil’e bakan bir bankta oturup dinlenirken bir çocuk yanımıza geldi.  Çocuk Günay’a avucunu açtı. O da çocuğun avucuna şeker koydu. Çocuk “No bonbon madam, bahşiş madam “dedi. 4-5 yaşlarında kara gözlü, güzel bir oğlan çocuğuydu, avucuna para koyunca sevinerek gitti. Akşama doğru bir faytonla otele geri dönüyoruz. Faytoncu müzik dinler gibi radyodan Kur’an dinliyordu. Nil üzerinde gün batarken yelkenlilerin görünüşü güzeldi. Akşam yemeği otelin geniş bahçesinde havuz başındaydı. Akordeon, keman, darbukadan meydana gelmiş orkestra eşliğinde bir şarkıcı mahalli şarkılar söyledi, 2 kız ve erkek oyunlar oynadı.

Luksor

Bugün akşama kadar serbest olduğumuz için Luksor şehrini tanımak isteyip, kahvaltıdan sonra çarşıya gittik. Açıkta et satanlarıyla, bu düzensiz çarşıda dolaştıktan sonra faytonla otele geri döndük. Yıllar öncesi Türkiye şehirlerinden tanıdığımız fayton bizim için nostalji oldu.    Saat 12’de Luksor’un en büyük câmisine Cuma namazına gittim. Kaftanlı erkekler camiyi doldurdu. Câmi sade bir yapı. 4 rekât sünnetten sonra, Hoca uzun süren bir hutbe okudu.İki rekât Cuma namazıyla duadan sonra, bizdekinden farklı olarak diğer sünnetler kılınmadan  namaz bitti. Yanımdaki Mısırlılar elimi tutup Cuma’mı tebrik etti. Câminin dışında hiç dilenci görmedim. Otele geldikten sonra Günay’la dışarı çıktık. Bir gümüş takı dükkânına girdik. Dükkân sahibi bizim Türk olduğumuzu öğrenince atalarının Türk ve kendisinin Osmanlı olduğunu gururla söyledi.  Yüzündeki Türklere olan dost, sevgi ifadesi bizi memnun etti. Oradan Spring Tur’un bürosuna gittik. Hamdi ve Muhammed isimli yöneticiler bizi konuşmak için davet etmişlerdi. Onlarla İslâm dünyasının meselelerini konuştuk. Onlara bâzı Arapların Türklere karşı önyargıları olduğunu söyledim.  Hamdi; “Ne yazık ki bâzı Araplar emperyalistlerin kendilerine öğrettiği gibi Türkleri geri kalışlarından sorumlu tutuyor” dedi. Ben de “Türkler haçlı emperyalizme karşı İslam ülkelerini savunurken bazı Arapların Türkleri Lavrenslerle arkadan vurduğunu da Türkler unutmuyor.” Dedim.  “ Önyargıları gidermek için kültürel temaslarımızı artırmalıyız” cümlesinde birleştik. Bizi misafirperverlikle uğurladılar.Akşam oteldeki yemekten sonra ses, ışık gösterisini izlemek üzere Karnak’taki tapınağa gittik.  Karnak tapınağındaki  “Ses-Işık gösterisi”  çok güzel hazırlanmış bir programdı. Tapınak çok geniş bir alanda eski Mısırlılar tarafından yapılmış binlerce yıl içinde eklentilerle büyütülmüş. Her firavun heykeller, hiyeroglifler, sütunlar, kapılar ilâve etmiş. Bu uzun tarih anlatılırken Amun tapınağında Tutankamon, Ramses, Mutsolis gibi isimler duyuyoruz. Bu büyük geçmişin yaşandığı yerde onlarla aynı havayı soluyoruz. 5000 yıl öncesinin tarihini yanıbaşımda hissedip heyecanlanıyorum.

Luksor-Hurgada

Sabah küçük bir otobüsle Luksor’dan Hurgada’ya hareket edip, 60 km. kadar Nil kıyısında, yeşillikler arasından gittik. Köyler bu verimli araziye rağmen fakir, insanlar perişan görünümlü idi. İkide bir polis kontrolünde durdurulduk. Buralarda bir de kan davaları varmış. Kena ilk mola yaptığımız üniversitesi olan bir şehirdi. Güzel câminin yanındaki kahvelerde erkekler oturuyor, kadınlar siyah çarşafları içinde çarşıya gidiyordu.  Şehirden çıkınca birdenbire kendimizi çölde bulduk.  Çöl denilen ufku kayalık tepelerle çevrili, yeşili olmayan bu tabiatta kilometrelerce gittik. 2 saat sonra karnaval gibi süslenmiş bir kahvede durduk. Bir çay içtikten sonra yola koyulduk. Bir bedevi köyü gördük. Devlet bedeviler için taştan evler ve okul yapmış. Eski köy binaları da duruyor. Şoförümüz Mahmut yakında buraya bir hastane yapılacağını söylüyor. Tepelerde üst üste konmuş, beyaz boyalı taşlar görüyoruz. Bunlar bedevilere yolu gösteren işaret taşları imiş. Deniz kenarında 60 km. daha gidiyor ve nihayet Hurgada’ya ulaşıyoruz.

Hurgada küçük bir balıkçı köyünden bir turizm merkezine dönüşmüş bir şehir. Bizim kalacağımız tatil köyü de buradaki sayısız tatil köylerinden birisi idi. Bu tatil köyünde birkaç gün dinlendikten sonra Hurgada hava alanından evimize döndük.

Mısır gezisiyle eski Mısır kültürünü ve günümüz Mısır’ını tanıdık.

Ağustos / 2013

www.zekionsoz.com

 
Toplam blog
: 100
: 2186
Kayıt tarihi
: 28.01.12
 
 

1945 Bayburt'ta doğdu. Yüksek öğreniminden sonra çeşitli liselerde öğretmen ve yönetici olarak ça..