Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Mart '11

 
Kategori
Öykü
 

Mısto

Trans olmuş bir şekilde yatsı namazını kılıyordu. Namazda oturduğu yerde selam vermek üzere Tanrı’nın huzurunda eğik olan başını; otuz derece daha aşağı indirdi ve eğim derecesini bozmadan doksan derece sağına dönüp, “Esselamün Alleyküm ve Rahmettullah” deyip, yüz seksen derecelik bir yan dönüşle, yine selam verip kafasını sola çevirdi. Namazı bitmek üzereydi. Fakat gelen gürültüler, namaz esnasında yoğunlaşmasını artık etkileyecek kadar fazlalaşmıştı. Çatı katındaki güvercinler soğuktan birbirlerine sokularak, garip sesler çıkarıyorlar ve namazda kendisini oldukça rahatsız ediyorlardı. Acele ile fatiha suresini okuyup, sabah namazından sonra yeni kırptığı sakalını sıvazlayıp, beş minareli Bitlis Camisinin işlendiği kırmızı ipek seccadesini topladı. Aslında güvercinlerden çok, bir haftalığına kendisini ziyarete gelen ve yan odada uyumakta olan torunu Kürt Haydar’a daha çok köpürüyordu. Kürt Haydar kırk kilometre ileride bir Türk köyünde evli olan kızının oğluydu. Annesinin Kürt kökenli olmasından dolayı gerek bu Türk köyünde, gerekse de Camili Köyünde Kürt Haydar olarak adlandırılıyordu. Kürt Haydar yusyuvarlak olan kafasını yorganın altına koymuş derin bir uykuya dalmıştı. Henüz on beş yaşındaydı. Dedesi köpürse de kendisini çok seviyordu. Bu gelişinde Kürt Haydar’ı alıp Kaman’a götürmüş ve kendisine on altı inç büyüklüğünde bir bisiklet almıştı. Tüm gün durup dinlenmeden onca soğuğa rağmen, kan ter içinde kala kala bisikletine binip, iyiden iyi bitap düşmüştü. Değil güvercinlerin sesi, dedesinin bağırıp çağırmasını dahi duyacak halde değildi. Dedesi hışımla bastonunu alıp, odaya daldı. Bastonun ucuyla Kürt Haydar’ı habire dürtüp, durdu. Oysa Kürt Haydar o sırada rüyasında bisikleti ile Reşo’yu Heci Palo’nun evinin bulunduğu yerden başlayıp, tepeden aşağı hızla uçarcasına süzülerek iniyordu. Tam Şamli’nın evin yanına gelmişti ki, ani bir kayma sonucu olanca hızıyla yere çakıldı. Bu dehşetli düşüşle birlikte sağ tarafındaki kaburgalarında müthiş bir ağrı hissetti. Ağrılar içinde rüyasında inleyip uyandığında, karanlıkta dedesinin yanı başında bastonunu sağ tarafındaki kaburgalarının üzerine habire bastırmakta olduğunu görünce şaşırıp kaldı ve yatağından hemen doğruldu. Neler olduğunu anlamakta zorlandı. Duyduğu ağrı bastondan mı, yoksa düşmesinden dolayı mıydı?

“Hayırdır dede bir şey mi oldu. Uykuda seni duymadım.”

Yaşlı adam daha bir hiddetlenerek:

“Kalk lan oradan. Ne şeytana uyup, ölü gibi yatıyorsun. Çabuk al şu bastonu, şu çatı katına çık ve şu Allah´ın belası güvercinleri sustur. Bunlardan bana hiç rahat yok. Hadii.. Hadiii.. Elini çabuk tut.”

Kürt Haydar bastonu kapar kapmaz, tahta merdivenin her basamağına bastıkça artan bir korkuyla, kulakları sağır edercesine uğuldayan rüzgarın da getirmiş olduğu ürperti ile bir hayli dar olan çatı katına daldı. Bastonu yere vura vura güvercinlere gözdağı verdi. Güvercinler her biri bir tarafa uçuşup, korku içerisinde suspus başlarına gelecekleri beklemeye koyuldular. Kürt Haydar bastonla her vurduğunda toz bulutları yumak yumak aşağılara inip, evin içine doluşuyordu. Bunu gören ihtiyar, daha da celallenerek, adı Kürt Haydar olduğu halde kürtçeyi pek iyi konuşamayan torununa yine türkçe avazı çıktığı kadar bağırdı.

“İn ordan lan, istemez çabuk in aşağıya. İstemez, mahvettin evi. Her tarafı toz duman ettin, batırdın.”

Kürt Haydar artcıl bir korkuyla yeniden sarsılıp, titreyerek yere indi.

Çoğu insan gibi, dedesi de ihtiyarlaştıkça daha da huysuzlaşıp çekilmez hale geliyordu. Bu ihtiyarın adı Mısto’ydu. İç Anadolu bozkırında bulunan tüm çevre köy ve ilçelerde Mısto dendiği zaman akan sular dururdu. Geniş bilgisi ile alim olarak bilinen, saygın biriydi. Kırlaşmış kalın kaşlarını şafakla birlikte her uyandığında; parmakları ile düzeltir, kahverengi gözlerini pekte uzun olmayan ve düzenli olarak kesmekte olduğu ak sakalarını daha iyi görmek için aynada gezdirirdi. Her defasında da ilerleyen yaşına rağmen, “yaş yetmiş te olası, kendisinde işin bitmemiş” olduğuna kanaat getirip, memnun bir şekilde duvarda asılı bulunan kalın çerçevesi yaldıza boyalı aynasının önünden memnun bir şekilde ayrılıp, abdest almak üzere ıbrığını aramaya koyulurdu.

Karısı hakkın rahmetine kavuşalı yıllar oluyordu. Toprağı bol olsun, mekanı cennet olsun diyerek, kendisi ile olan birlikteliği iyi kötü tüm yaşantılarının film kareleri silik bir şekilde gözlerinin önünden durmadan geçerdi. Yıllardır yalnız yaşıyordu. Yörede hatırı sayılır bir insandı. O nedenle başka köylerden pek çok insan sökün edip kendisini ziyarete geliyordu. Sorun sadece “işin bitmemiş”olmasında değildi. Onca misafirin ağırlanması, evinin temizlenmesi, yaşlı bedenine hizmet edecek birilerinin olması da şarttı. Hani doğrusunu söylemek gerekirse yanlızlık ta çekilir cinsten değildi. Koca evin içinde tek canlı kendisinin olması da artık iyiden iyiye canına tak etmişti. Devran böyle devam etmemeliydi. Artık bir yerlerden onun tarafından da bir yel esmeli ve o da harmanını şöyle gönlünce durdurak bilmeden, savurmalıydı.

Büyük oğlu Dede’ye defalarca dert yanıp, kendisini evlendirmesini istemişti. Dede önceleri buna karşı çıksa da sonuçta dayanamayıp, o da razı olmak zorunda kalmıştı. Fakat kimin kapısını çalıp, kimi yaşlı babasına isteyecekti. İşte sorun buydu, herro ya da merro değildi. Çevrelerini ve komşu köyleri, akrabaları ile bir araya gelip, detaylı bir şekilde kolaçan ettikleri halde uygun bir aday gözlerinin önünde belirmedi. Araştırmalarına; Zonguldak’ta kömür madenini ilk bulup ortaya çıkaran meşhur Uzun Memet gibi bir gayretle ve derinleştirerek devam ettiler. Sonuçta bu sorunun çözümünün uzaklarda olduğunu gördüler. Rivayete göre Adapazarı’nda paranın ucunun biraz gösterilmesi halinde, uygun bir bayanın bulunmasının çok güç olmadığıydı. Ne zaman, kimler ve nasıl gidileceği konusunda planlarını yaptılar ve bunu Mısto’ya açıkladılar. Mısto kulaklarına inanmakta zorlandı. Mutluluktan, sevinçten adeta uçtu. Hemen misafir yataklarının bulunduğu odaya gidip, kalın yün döşeklerinin arasına sakladığı kesesini çıkarıp, bir tomar para aldıktan sonra, usulca gelip, elindekini oğlu Dede’nin yan cebine indirdi. Dede’nin kulağına eğilip:

“Ji bo pera me tirsi. Çı kas ji wera lazımsa, eze hal bıkım. - Para yönünden bir korkun olmasın. Size ne kadar gerekliyse ben hallederim.”

Ertesi gün erkenden “xwuzginçiler – görücüler” Adapazarı’nın yolunu tuttular. Uzun ve bir hayli yorucu olan yolculuğun ardından, Adapazarı’nda kendilerini bu işlerin çöpçatanlığını yapan Gürcü Rüstem’in evinde buldular. Akşam olmak üzereydi ve ortalığı sis kaplamıştı. Gürcü Rüstem gazete kağıdına sardığı üç tane somun ekmeği, üşenip paltosunu giymediğinden, titreye titreye bakkal dükkanından evine geliyordu ki, yabancı iki erkekle bir kadının gecekondusunun önünde telaşlı bir şekilde arandıklarını gördü. Merakla yanaşıp:

“Hayırlı akşamlar ağalar, buyurun birilerini mi aramıştınız?”

Dede devreye girip:

“Hayırlı akşamlar efendim, biz Gürcü Rüstem’i aramıştık.”

“Gürcü Rüstem benim, buyurun içeri geçin.” deyip ardından da kapıyı hızla yumruklamaya başladı:

“Gız Fadime çabuk kapıyı aç. Misafirlerimiz varrr.”

Kapının açılması ile içeriden sıcak bir hava kütlesi dalga dalga uçuşarak gelip, misafirlerin soğuktan kıpkırmızı olan suratlarında buluştu. Dede maruzatlarını kısaca anlatıp, kendilerini kimin gönderdiğini ve gönderen kişinin bolca olan selamlarını iletti. Gürcü Rüstem el parmaklarını birbirine kenetleyip, karısına bakarken, Dede’ye dönerek söze girdi.

“Ağalar bu işler artık çok zorlaştı. Kimse kızını uzaklara vermiyor. Cenabı Hak’tan ise umut kesilmez. Bu akşam iyice bir düşüneyim. Bir hal çaresine bakacağız, gayrı. Eeh çok sevdiğim bir arkadaşımın elçilerisiniz, elimizden geleni elbette yapacağız.”

Gürcü Rüstem tüm bunları söylerken aslında birilerini de aklından geçirmiyor değildi. Parayı biraz yağlıca koparmak için işi yokuşa sürmek gerekiyordu. Sabah ola hayrolaydı. O zaman planını açıklayacaktı.

Gürcü Rüstem iki sokak ilerideki bakkala, gelen misafirler için de iki somun ekmek almak üzere, bu defa paltosunu omuzuna atıp giderken, karısı Fadime de yaptığı yemeğe biraz dırdırlanarak bir pirinç pilavı eklemek üzere, kırklık bir ampulün zar zor aydınlattığı loş mutfağına yöneldi. Fadime’nin salondan çıkmasıyla xwuzginçiler birbirlerinin yüzüne umutları kırılmış olarak baktılar. Ortaya çıkan olumsuz havayı dağıtmak için Dede başını iki yana hafiften sallayarak:

“Xwudeyi mezine – Allah büyüktür” deyip biraz olsun moral vermeye çalıştı.

Sabah gün ışımadan kalkıp, abdest alıp namaz kilan xwuzginçiler, mutfaktan gelen buhardan evin kadını Fadime’nin kendilerine kahvaltı hazırlamakta olduğunu anladılar. Kısa bir süre sonra kahvaltı yapmak üzere açık yeşil badanalı salonun köşesinde bulunan uzun formika masaya geçtiler. Dede sandalyeye oturur oturmaz sendeleyip düşer gibi oldu. Gürcü Rüstem çok atik bir şekilde kalktı ve Dede’nin kırık olan sandalyeye oturduğunu gördü. Hemen sandalyesini değiştirdi ve Dede’den özür diledi. Oturma salonunda çınlayan çay kaşıklarının sesi dinince, Gürcü Rüstem günün açılış konuşmasını yapmak için söze başladı..

“İyi uyudunuz mu ağalar? Rahat ettiniz mi? Dün oldukça yorgundunuz. Biraz dinlenebildiniz mi bari? Kusurumuz ve eksiğimiz olduysa, bizi hoş görün!”

Xwuzginçilerin sözcüsü Dede:

“İyi uyuduk, rahat ettik. Allah sizden ve hemşire hanımdan razı olsun. Hemşire hanım bizim için bir sürü zahmet etti. Aslında sizleri hiç beklenmedik bir anda rahatsız ettik. Asıl siz bizim kusurumuza bakmayın.”

Bu karşılıklı hoş görü ve minnettarlık açıklamalarının ardından, Gürcü Rüstem planını ortaya koymanın zamanının geldiğini fark ederek, ikinci defa söze girdi.

“Ağam ismini bağışlar mısın? Dün çok yorgundunuz ve yeni gelmiştiniz o nedenle isminizi dahi soramadım.”

Dede bunu üzerine adının altını kalınca çizercesine, bastırarak:

“Dede… Efendim.”dedi.

“İsminle bin yaşa. Dede Ağam sabaha kadar sizin bu mesele üzerinde düşünmekten gözümü kırpmadım. Düşündüm taşındım, en uygun benim ablamı buldum. Ablamın adı

Şükriye’dir. İki yıl önce kocası trafik kazasında sizlere ömür rahmetlik oldu. Şimdi kendisi duldur. Yanlız iki tane de kızı var. Biri sekiz biri de dokuz yaşındadır. Bir de ufak bir maruzat daha var. Ablamın kocası vergi dairesinde memurdu. Mekanı Cennet olsun iyi adamdı, aynı zamanda tahsilliydi kendisi. Taş çatlasın ellisindeydi. Dede efendi damat adayı sizin babanız olduğuna göre herhalde kendisi aşağı yukarı yetmiş yaşında vardır. Ablam kocası öldükten sonra, evleneceği kişinin de rahmetli kocası gibi genç, kravatlı ve aynı zamanda sürekli takım elbise giyen birisi olması gerektiğini söylüyor. O yüzden ablamı bu işe ikna etmek zor olacak ama yine de elimizden geleni yapacağız. Bu size parasal olarak biraz tuzluya mal olacak, bunu da bilesiniz.”

Dede kafasını sallayıp derin derin düşünürken:

“Rüstem Efendi, evet babam yetmişinde var ama, Allah sizi inandırsın daha çok dinçtir. Gücü kuvveti yerindedir. Para konusunu ise dert etmeyin, çözmeye çalışırız.”

Xwuzginçiler iki gün daha Adapazarı’nda kaldıktan sonra en nihayetinde Şükriye Hanım’ın gönlünü yapıp, yola koyuldular. Tabii Şükriye Hanım kızları Cemile ve Gülsüm’ü de beraberinde getirmişti. Uzun bir yolculuğun ardından xwuzginçiler beraberinde gelin adayı ile köye geldiklerinde, Mısto’ya da hemen haber saldılar. Mısto zaten tüm hazırlıklara başlamıştı. Bütün köylü Mısto’nun evinde toplanmışlardı. Meraklı gözlerle etraflarına bakan köylüler, pirinç madeninden yapılmış Hac bardaklarına doldurulan şerbetleri yudumlarken, merakla olacakları bekliyorlardı. En nihayetinde xwuzginçiler geldi ve iki katlı Misto’nun evini bir şenlik havası sardı. Gerçi davul zurna yoktu (ki bu dinen yasaktı), ama yine de köylüler ve Misto’nun tüm akrabaları eğlenmenin yolunu buluyorlardı.

Köylü kadınlar Şükriye Hanım’ı bir odaya kapattılar. Şükriye Hanım garip duygular içindeydi. Neydi bu başına gelenler. Kardeşi Rüstem’in oyununa gelmişti. Başına sıkı sıkıya bağladığı eşarbının düğüm yerini yoklarken, aklından damadın nasıl biri olduğunu geçirmeden edemiyordu.

Sonunda gün Mısto için yeni bir baharı başlatmak üzere kararırken, damat adayını gelin adayının yanına getirdiler. Tabii Şükriye Hanım karşısında yaşlı ve sakallı Misto’yu görünce:

“Bu ne iştir…. Bana genç ve kravatlı demişlerdi. Ben bunu istemiyorum. Benim kocam kravatlı olmalı…”diye bas bas bağırdı. Etrafı bir telaştır aldı. Mısto’nun akrabaları ne yapacaklarını şaşırdılar. Her şey iyi hoş ama bu soyxa Camili Köyü’nde kravatı nereden bulacaklardı. Dede şaşkınlıkla çarnaçar etrafına umutsuzca bakınırken, tam bu sırada Ankara’da Devlet Demir Yolları’nda memur olarak çalışmakta olan amcasının oğlu Heseni Kışşo’nun boynunda çizgili bir kravatla içeri geldiğini görünce, tüm telaşının yerini bir rahatlama aldı. Hızır Aleyhüselam imdadına en nihayetinde yetişmişti. Hemen Hesen’in yanına gidip, onu bir kenara çekerek boynundaki kravatı acele bir şekilde çıkarmasını söyledi. Hesen neye uğradığını şaşırmıştı. Yoksa Mısto Amcası yeni bir fetva verip kravatı yasaklamış mıydı? Çok geçmeden olan biteni anladı ve o da olacakları büyük bir merakla beklemeye koyuldu. Dede kravatı kapar kapmaz bir türlü içeri alınamayan babası Mısto’nun yanına gitti ve aceleyle kravatı boynuna taktı. Mısto’nun akrabaları yeniden birleşip, damat adayını odaya koymaya çalıştılar. Şükriye Hanım Mısto’yu kravatlı görünce kravatın hatırına daha fazla dayanamayıp, yelkenleri suya indirmek zorunda kaldı.

Aradan bir kaç gün geçmişti ki, Şükriye Hanım kızları Cemile ve Gülsüm’ü T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Büyük Camili Köyü İlkokulu’na (Camili’de de o zamanlar Oxford yoktu, galiba hala yok.) yazdırdı. Böylelikle kızlarının eğitimi yarıda kalmadı.

Okula ilk defa gelen Cemile ve Gülsüm’e hemen ilk gün erkek çocukların hepsi bir çırpıda aşık oldu. Platonik bir aşk gelip bu küçük yüreklerde amansız bir şekilde yerini aldı. Erkek çocukları özellikle akça pakça olan Cemile’ye hayranlıkla bakıp, “aha bana bakıyor, aha bana gülümsedi”diye kendi kendilerine teselli oluyorlardı.

Cemile’nin çok yanık bir sesi vardı. Okulun ikinci günü müzik dersinde herkesin bir türkü veya şarkı söylemesi gerekiyordu. Erkek öğrenciler bu kez en bağrı yanık türkülerini söyleyip, türküleri aracılığı ile Cemile’ye kur yapmaya çalıştılar. Korkunç bir “serbest pazar” rekabeti vardı. En nihayetinde sıra Cemile’ye gelmişti. Cemile dirseğini masaya dayayıp, küçük beyaz elini tombulca olan yanağına dayadı. Kömür karası gözlerini tavana dikerek, inceden ince damardan girip, döktürmeye başladı.

“Gülo’m beni terk edecek.

Hasretiyle öldürecek.

Ben Gülo’mdan ayrılınca,

Kim gönlümü güldürecek?

Hele Gülo’m ooy ooy Gülo’m.

Küçücüksün top sen Gülo’m.

Hasretinle ölüyorum.

Gel beni kabre koy Gülo’m.”

Türkü devam ediyor ve tüm erkek öğrenciler Cemile’nin aşkından hemen yanı başlarında olan mezarlıkta kabre girmeye hazırlanırken, arka sıralardan Cobırlar Kabilesinden bir erkek öğrenci türkünün yarısında parmak kaldırıp:

“Örtmenim dereye gidebilir miyim?” diye seslenince tüm aşk mustaripleri aynı anda dönüp, hiddetle “şimdi sırası mıydı” dercesine arkaya doğru baktı. Türkü yarıda kalmıştı. “Örtmenden” izin alan çocuk koşa koşa okulun hemen iki yüz metre alt tarafında bulunan susuz dereyi boyladı.

Büyük Camili Köyü İlkokulu mezarlığın içinde yer alıyordu. Dünyanın başka bir yerinde böylesi bir okul daha var mıydı, bilinmez. Eğitim ve öğretim mezarlarla yan yana bir mekanda yapılıyordu. Kim bilir belki de ölüler de ayaklarına kadar gelen bu eğitimden yararlanarak, günlük bilgilerini tazeliyorlardı (update). Çok garip ama bu okulun herhangi bir tuvaleti yoktu. Öyle ya böylesine ciddi bir ilim - irfan esnasında çocukların tuvalete gitme ihtiyacı gibi bayağı bir gereksinimlerinin olamayacağını düşünen büyüklerimiz, bu nedenle okulun yanına hela yapmamışlardı. Olacak iş miydi yani, “Ali at - Ayşe tut – Uyu Ali uyu” fişleri okunurken, Ali nasıl uyanıp çiş yapacaktı. Fakat evdeki hesap çarşıdakine uymadığından, işin ciddiyetini kavrayamayan çocuklar, olmayan helanın yerine, tepeden aşağı doğru yuvarlanırcasına hemen dereye koşuyorlardı. Dere denilen yerde bir damla dahi su akmıyordu. Ama yine de adı dereydi (cehennemdeki meşhur wêl wêl deresi değil). Çocuklar buldukları kuytuluk bir yerde işlerini çarçabuk halledip, kıçlarını da en yakınlarında bulunan ve çok sivri olmayan (Bu önemli bir ayrıntıydı.) bir taşla, büyük bir itinayla siliyorlardı. Uçkurlar çözülüp, kıçlar okula doğru öngörülen eylem için mevzilendiği zaman; çok ince bir detay üzerinde durulurdu. İcraat için dereyedoluşan çocuklardan, faal durumda bulunanların ellerini uzatıp, ellerinin birbirlerine değmeyecek bir uzaklıkta olmaları gerekiyordu. Aksi taktirde büyük günaha girilmiş olurdu ki, yok yere günaha girmenin manası yoktu. Yarım adımlık uzaklaştığında bu sorun da kalkmış oluyordu. Söz konusu vukuat genelde topluca teneffüslerde yapılıyordu ve değil şarıl şarıl akan bir su, damla damla akan olmadığından dolayı, el yıkama gibi bir lüksleri olmayan çocuklar; bu işlevin hemen ardından beslenme saatine geçiyorlardı. Beslenme saatinde o zamanlar Amerikan yardımı olan süt tozundan yapılan sütler içiliyor ve annelerin azık olarak yaptığı “kılorlar, katmerler ve kömbeler”yeniliyordu. Yine o zamanlar Hepatit hastalıklarının A dan Z ye kadar olan hiç bir çeşidinin, hiç bir belirtisi yoktu.

Mısto evliliğinin ilk iki ayını kravat takıp, giyimine ve kuşamına dikkat ederek geçirdi. Bu arada uzun zamandır kitap yazma gibi bir çalışması vardı. Kendisini çok mutlu hissettiği bu birliktelik esnasında kitabını yazma çalışmalarına hız verdi ve kitabını nihayet bitirdi. Kitap A3 boyutunda üç yüz elli sayfalıktı ve dini bilgileri içeriyordu. Dini bilgisi çok derin olan Mısto bölgenin Uleması, Kum KentiCamili’nin de Şeyh Ül İslam’ı konumundaydı. Sözü herkese geçiyor ve dini konularda takıntısı olanlar, danışmak üzere ona başvuruyorlardı. Tüm köylerde Mısto’dan ve onun derin bilgisinden, teologluğundan bahsediliyordu. O bir numaraydı ve onun eline su dökebilecek kimse yoktu. Her dediği bir buyruktu.

Mısto çoğu zaman pek çok konuda çözüm bulurken, zaman zaman dinle fazla ilgisi olmayan yorumları yapmaktan da kaçınmıyordu. Salt muhalif olmak için Kur’an da olsun veya olmasın, her söylediğinin bu kutsal kitaptan bir alıntıymış gibi bir hava verip, öyle lanse ediyordu. Tabii iyi ve insani şeyler de empoze etmiyor değildi. Misafirliğe gittiği evlerde eğer yemek çatalla yeniyorsa, hemen sofradaki tüm çatalları toplayıp bir kenara koyuyordu. Bu eyleminin ardından sofradakilere çıkışarak:

“Bakın Allah bize bu çatalları vermiş” deyip ellerini gösteriyor ve ardından söylevine aynen şöyle devam ediyordu:

“Allah´ın verdiği nimetin kıçına dirgen batırmak günahtır. Nimet elle yenir. Çatalla yemek yemek mekruhtur.”

Kitabını yayımladı ve kısa bir süre sonra tüm dini kitap satan kitabetlerinin ve Ankara Hacı Bayram Camisi’nin önündeki dükkanların vitrinlerini Mısto’nun kitabı süsledi. Kitabının büyük ilgi görmesinin üzerine, kendisine daha çok güven duyan Mısto kravat takma ve özenli giyinme işini biraz savsaklamaya başladı. Bu elbette Şükriye Hanımın gözünden kaçmıyordu ve o bu durumdan hiç hoşnut değildi. Okulların yaklaşan yarı yıl tatilinde Adapazarı’na gitmek istediğini ısrarla üsteleyince Misto sonunda ikna olmak zorunda kaldı. Mısto on günlüğüne kendisine izin verdi. Nasılsa Şükriye Hanım bundan sonra “çantada keklikti.” Okul tatilinin ilk günü Şükriye Hanım kızları Cemile’yi ve Gülsüm’ü güzelce giydirip, Mısto ve akrabaları ile vedalaştı. Mısto hüzün dolu gidenlerin ardından bakarken, akrabaları da bir kova su dökmeyi unutmamışlardı. On gün bitmek tükenmek nedir bilmiyordu. En nihayetinde güçte olsa Şükriye Hanım’a tanınan zaman süresi bitmek üzereydi ve Misto’nun yaklaşmakta olan kavuşma gününden dolayı heyecanı bir hayli artıyordu. Fakat ne yazık ki, aradan on beş, yirmi, otuz…. gün geçmesine rağmen Şükriye Hanım bir daha gelmedi. Mısto bir nevi hayata küsmüş, yemiyor içmiyordu. Olan olmuştu. Nasıl oldu da kendisine inanmıştı, ona kanmıştı. Kendisini işlediği bu hatadan dolayı affedemiyordu. Yine yalnızlık günleri ve geceleri insafsızca gelip kapısına dayanmıştı. Güvercinler çatısının tavanında yine abuk sabuk sesler çıkarıyor, kendisinin sinir kat sayısını alabildiğine yükseltiyorlardı. Torunu Kürt Haydar’in ise henüz gelme gibi planları yoktu. Görünen o ki, bu ayrılığa alışması oldukça zor olacağa benziyordu. Bu terk ediş sadece Misto’nun değil, Büyük Camili Köyünde bulunan pek çok küçük yüreğinde derinlemesine sızlayıp buruklaşmasına neden oluyordu. Güzel Karadeniz türkülerinde söylendiği gibi:

“Ayrılık ölümün kandaşıydı.”

“İç Anadoluda’ki Kum Kentten öyküler”


Aydın Yılmaz

Amsterdam, 13 Ekim 2006

 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..