Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ağustos '08

 
Kategori
Sosyoloji
 

Modern ile geleneğin yenişemediği alan; Din eğitimi

Modern ile geleneğin yenişemediği alan; Din eğitimi
 

Dünya üzerinde, çocuk yetiştirmek üzerinde ortak bir teknik geliştirmenin mümkün olmadığını biliyoruz. Ne de olsa malzememiz bir insan. Eğer bir domates (ya da en azından aynı tür domates) mevzu bahis olsa idi, üç aşağı beş yukarı benzer yetiştirme teknikleri geliştirmek mümkündü. Oysa bırakın birbirinden oldukça uzak coğrafyalarda yaşayan birbirleri ile iletişimsiz toplumları, iki kardeş için dahi benzer bir çocuk yetiştirme tekniği uygulamak mümkün olmayabiliyor.

Malzeme çok gevşek çünkü. Ve onu şekillendiren milyonlarca etmen varken, sırf zaman farkı bile aynı işlemlerden farklı sonuç almanıza neden olabiliyor.

Ama tüm bu farklara rağmen dünya üzerinde çocuk yetiştirme tekniği konusunda en fazla uzlaşma sağlanan nokta çocukların bir tanrı bilinci ile yetiştirilmesidir zannedersem. Elbette oran vermek mümkün değil ama çoğunluk hem de ciddi bir çoğunluğun tanrı bilinci ve bir din öğretisi ile yetiştirildiğini kabul etmek lazım.

Aslında “milliyetçilik” konusunda bu konuda ortak bir yetiştirme unsuru olarak kabul edilebilinir. Ama milliyetçilerin, bu konuda dindarlardan bir nebze de olsa daha soğukkanlı olduğunu kabul edebiliriz. Ne de olsa bir insanı bir millete tabi kılan şey onun kan bağı. Eğer ki, çocuk kendi milletinin daha yoğun olduğu bir toplumda yaşıyorsa, neredeyse üzerine hiçbir şey katmadan, hiç çaba sarf etmeden de onda milliyetçi değerleri var edebilirsiniz. (Hatta oluşabilecek milliyetçi duyguları tırpanlayabilmek, evrensel anlamlarına indirgeyebilmek için frenleyici nitelikte eğitimlere bile ihtiyaç olduğu söylenebilir)

Ancak din ve tanrı konusu ne yazık ki öyle değil. Dindarlar bu konuda daha telaşlı ve panik içindedir. Bunun bence iki sebebi var; İlki ve daha temel olan, inancın neslini devam ettirme isteğidir (İnançlar, yahudiler ve aleviler dışında aslen kan bağı ile ilerleyen sistemler değildir). Milletlerin neslinin devamı nüfusun çokluğuna bağlıdır ama inançların neslinin devamı için inancın öğretisinin yayılması ve alt nesle belletilmesi zorunludur. Çocuk ve din/tanrı arasında bir ilişki oluşabilmesi için iradi bir müdahale gerektiğini bilirler. O müdahale olmadan çocuğun istenilen noktaya (inançlı ve o inancın değerlerine bağlı) ulaşmayacağını içten içe kabul ederler.

Söz konusu paniği yaratan ikinci sebep ise, inanmanın (daha doğrusu kendi istedikleri gibi inanmanın) fazladan bir çabayı gerektirdiğini bilirler. İnanmanın bir disiplin işi olduğunun farkındadırlar. Ve gevşek malzemeyi bir şekle sokmak için, anlamlı bir katılaşma için inancın zorunlu bir katkı malzemesi olduğuna inanırlar. Ortak bir değer kurmayan toplumların çalkantılar yaşayacağını düşünerek, inancı (değerleri üzerinden) benzer insan türü yaratmanın aracı görürler. O nedenle, huzurlu bir toplum yaratmanın ilk şartı olarak, benzer değerler taşıyan yeni bir nesli var etmek isterler.

Ancak günümüzün modern toplumlarında dini eğitimi talepleri ile modern eğitim süreçleri arasında ciddi çatışmalar yaşanıyor. Aslında bu çatışmanın laikler ile dindarlar arasında yaşandığını zannetmek bence oldukça yanlış. Bu konunun öznesi belirli bir inanç düzeyi barındıran ve toplumun çoğunluğunu simgeleyen insandır. Ve bu çatışma o insanın geçmişi ile geleceği arasında yaşadığı bir çatışmadır. Toplumun dini önderileri ile modernleşme sürecinin temsilcileri, insanın aslen kendi içinde yaşadığı bu çatışmanın, yalnızca birer sözcüsüdürler. Günümüzde modern eğitimin, insanı toplumsal ve maddi anlamda bir noktadan alıp başka bir noktaya götürdüğü ortada iken, hiçbir aile çocuğunu dinsel eğitimle sınırlayıp, onu dünyanın dönme hızından mahrum etmek istemez. Ama diğer yandan bu hızlı değişimin çocuğun kimliğinde ve kişiliğinde onulmaz yaralar bırakmamasını da gözetmek ister. İşte bireyde yaşanan bu çatışma ise, toplumsal düzeyde modern kurumlarla, dini kurumlar arasındaki gerilimi beslemektedir.


Bu çatışmanın en son örneğine bu ayın başında Yunanistan’da şahit olduk. Yunanistan hükümeti zorunlu din dersini kaldıran bir uygulamaya gitti ve Avrupa’nın en güçlü dini merkezlerinden birisi olan Yunan Ortodoks kilisesi okulların eğitime başladığı dönemde ciddi bir tepki örgütlemeyi planlıyor. (Aslında din dersi ortadan kalkmış değil, yalnızca öğrenciler velilerin başvurusu ile mazeret göstermeden –eskiden başka bir dine mensup olunduğu ya da ateist olunduğu beyan edilerek dersten muaf olunabiliyordu- dersten muaf olabilecekler) İspanya'da da bu yönde bir çatışma söz konusu.

...........
Küçük bir not; Her iki ülkeninde (Yunanisten ve İspanya) 1980'den itibaren sivil yönetimlere kavuştuğunu fark ettiğimizde, çatışmaların hala devam ediyor olması hiç garip gelmiyor. Oysaki İngiltere, Almanya gibi daha derin demokrasilerde cemaatlerle devlet arasında bu sorun uzlaşma ile çözülmüş durumda. Bu tip ülkelerde her cemaat kendi kitlesine eğitim verebiliyor.
...........

Ancak Yunanistan’da yaşanan bu çatışma kaba bir şekilde değerlendirilebilecek bir olay değil. Bir kere çatışma oldukça sivil bir eksende, Yunan halkının seçtiği sivil bir hükümet ( ki hükümette merkez sağ eğilimli Yeni Demokrasi partisi var, yani sol bir parti değil) ile sivil bir dini kurum olan Yunanistan Ortodoks kilisesi arasında yaşanıyor. Yani ortada basitçe Türkiye’ye transfer edebileceğimiz bir denklem yok. Bizde ne gizli bir devlet erkinden bağımsızlaşabilmiş bir sivil hükümet deneyimi var ne de bu ülkenin dindar çoğunluğunu temsil edecek bağımsız sivil bir dini kurum.

Ki eğer böyle bir denklem olabilse idi, hiç merak etmeyin dünyanın dönüşüm hızına yetişmek isteyen toplumun (çünkü toplumlar dünyadaki gelişmelerden kopma eğilimi taşımazlar) çoğunluğu bu dönüşüme ayak uydurabilecek reformcu hükümetlere oy verirken, bu dönüşümden kimlik yozlaşması anlamında etkilenmemek için dini kurumlarına da sahip çıkarlardı. Ve değişen konjektürlere göre bu iki dünyevi ve ruhani kurum arasında (daha sağlıklı) çatışmalar ve uzlaşmalar ortaya çıkardı.

Ama bizim ülkemizde bu tip bir sağlıklı yapılaşma olmadığı için, Türkiye’de dini eğitimin (kamu kontrolünde verilenler hariç) iki ana eksende ilerlediğini söyleyebiliriz; İlki devletten, onun müdahalesinden, kontrolünden kaçarak, kendi yapısını korumak isteyen toplum gruplarının kaçak ve kayıt dışı eğitim çalışmalarıdır ki, bu yapının son yirmi yıl içinde giderek azaldığını, yalnızca kırsal yörelerde yoğunlaşabildiğini düşünüyorum. Çünkü bu tip kurumlar modernleşmeden umudu olmayan kesimlere hitap edebiliyor ve gün geçtikçe de bu kesim daralıyor. Bu yapı ülkenin köylü dindarlığını temsil ediyor.

Diğeri ise modern eğitim ile dini eğitimi iç içe geçiren, hatta modern eğitim koşullarını kamu eğitim düzeyinin üzerine çıkararak, toplumun laik kesimlerinin bile ilgisini çeken geniş bir eğitim sistemi kuran zihniyet. Bu ise giderek yaygınlaşan bir şehirli dindarlığın ifadesi. Toplumun hem gelişme isteğini hem de değerlerini sahiplenme talebini içinde barındırıyor. Ve ne yazık ki, kamu idaresi, ne zorunlu din dersi yöntemi ile ne de modern eğitim kalıpları ile bu sistemle rekabet edemiyor. Fettullahçı oluşumlar olarak adlandırılan bu sistem, yine son yirmi yıl içinde gelişerek, sahip olduğu bu talep avantajı ile, toplumu yönlendirecek kurum ve mevkilere eleman yetiştirmeyi önemseyen bir strateji oluşturmuş durumdalar. Yani doğal işleyişin olmadığı yerde, suni girişimlerle sorun çözülmeye çalışılınca, bazen sorun ve çözüm garip bir şekilde birbirine karışıyor.

Dindarlara, inançları ile iletişim kurabilecekleri bağımsız alanlar sağlamadığınız sürece (bizim en yetkili dini kurumumuz devletin çatısı altında yer almaktadır. Bunun laik Avrupa’da bu şekilde bir örneği de yoktur), toplum üzerinde tek otorite olan devlete sahip olmak adına strateji geliştirmeleri ve devleti bir yabancı olarak gördükleri dönemlerde kendi inançlarını var edebilmek/devamını sağlayabilmek üzere kaçak, gecekondu nitelikli eğitim kurumları ihdas etmeleri, hala laik bir sistem kurmanın çok ötesinde olduğumuzu gösteriyor ve bu durumun tek sorumlusu da toplumun inançlı kesimleri değil.


Not; Bu yazıdan, yazıda yer alan kavramlardan, "inanç", "din", "dini kurum", "dini eğitim" kavramlarını sahiplendiğim ya da benimsediğim anlamı çıkmamalıdır. Yani benim kendi gerçekliğim bu yazının dışında. Ama yine benim mühendis zihniyetim, ortada eğer bir sorun ve talep varsa bu sorunun ve talebin en rasyonel şekilde çözülmesini gerektirir. Mühendislik sorunları yok saymak değil, sorunları gözeterek çözüm üretme mesleğidir ne de olsa.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..