Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

mustafa kemal büyükmıhcı

http://blog.milliyet.com.tr/mihci47

17 Mart '15

 
Kategori
Öykü
 

Mona Bölüm - 1

Mona Bölüm - 1
 

Binlerce yıl ötelerdeki bir gelecek...


Yaşamını şekillendirecek olaylar Ali’yi bekliyor
 
"Her okuyuşta yeni şeyler farkediyorum"
 
“...”
“Bakıyorum yine kıpır kıpırsın.”
 
“Adaşım özüne yerleştirileni tutuşturamıyor, sıram gelmedi mi efendim?”
 
“Sarıl artık sabra Oğulcan! …Bak yanında, hep bekleyip durur.”
 
“Uzaklardan aydınlığı engellemek isteyenler yaklaşıyor;  işini zorlaştıracaklar ama.”
 
“Asıl zorluk özdeki kayganlıktır, unutma!”
 
“Telaşım bir an aklımdan çıkardı, bu alemdeki yeniliğime verin lütfen.”
 
“Endişelenme! Annesi ile başlamamız istendi... Beklediğimiz devralana kadar, sana düşenlere zamanı geldiğinde izin verilecek.”…
 
* * *
 
Odo bölgesinin[1] güneyindeki arkeolojik değerleri ve zengin ekosistemi ile ünlü Etol yarımadasının sahile yakın bir düzlüğünde, seçilmişlerin barındığı mantar biçimli zeki binalardan birindeydi…Gece boyubardaktan boşanırcasına devam eden yağmur yerini tatlı bir melteme bırakmıştı. Tanyeri ağarmak üzereydi. Yatağında bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu…
 
  “…Tadılanları gördüm, çoğuna bandım, yaşam bu sandım, yanılsama imiş meğer. Dinlediğim, sorguladığım, yapabildim dediğim günler de oldu; sevdiğim, paylaştığım günler de; heyhat, yetmezmiş meğer. Aldırmadığım, yetinmediğim günler; ah, o günler, prangaymış meğer.  Kalpteki olmadan göz görmez, kulak duymaz, akıl süzmezmiş meğer. Elde edince sevinip coştuklarım, yitirince ümitsizliğe kapıldıklarım; emanetmiş meğer… Ey oğul! Orada, varlık nedenine sarılabilenlere selam olsun! Dilerim, sen de onlardan sayılırsın. Bak bir günü daha geride bıraktın, nereye bu yolculuk? Yavrum ne olur! aldatanlardan, çarpıtanlardan olma! Uyarılara önem ver! Karşınıza çıkacakları alt edeyim derken nefsine yenilme!” 
 
 Programlanmış camlardan süzülen günün ilk ışıklarının göz kapağında oluşturduğu tayflar bu garip rüyasından ayırdı. Sanal hostes Holy’nin her seferinde değişen cana yakın seslenişlerinden biri yine kulaklarını okşuyor, yeni güne davet ediyordu. Vücudu külçe gibiydi, yatağından zorlukla doğruldu. Gözlerinden uyku akıyor, son iki gündür boğuştuğu sorunlar yetmiyormuş gibi annesinin içe işleyen sözleri beynini dolup taşırıyordu: “Neydi bu uyarı! Bunca yıl sonra neden şimdi idi?   Kalpteki… Nefis… Emanetler… Karşımıza çıkacaklar… Neydi bütün bunlar? Yoksa şimdiye kadar çabaladıkları hep aldatıcı mıydı? Neydi varlık nedeni? Nasıl sarılacaktı? Odo’nun en seçkin okulunda yıllarını verdiği derin düşünce eğitimi neden bu sorularda yaya kalıyordu? Annesi, daha net olamaz mıydı? …Onu çok küçükken amansız bir hastalıktan kaybetmişti; güler yüzünü ve gök mavisi gözlerini unutmamıştı. Hastalığı öncesinde dünyaya getirdiği bir erkek kardeşi de vardı, onu bir süre bir yere yolladıklarını ve yakında geleceğini söylemişti. Belki de hastalığının nedeni gizleyemediği bu üzüntüsüydü, kardeşi şimdi kim bilir nerelerdeydi. Hiç kimse babasını tanımıyordu. Eğitimini ve ilk işini hayatta olmayan dayısına borçluydu...” Bu düşünce girdabı arasında Holy’nin sanal ekranındaki yanıp sönmeye başlayan saate gözü ilişti, gecikiyordu. Döşeğinin orasına burasına uzanıp biraz daha gerilmeye koyuldu, Holy’nin iç gıdıklayıcı sesini bekliyordu:
 
“Lamuun[2] Ali…  Bak! Beyin aktivitelerin yattığından beri karma karışık, yeterince dinlenemediğini görüyorum, özel mönü hazırlamamı ister misin?”
 
“Bitiremediğim işleri kurgulamaktan uykuyu zor tutturmuştum; rüyamda da annemin tuhaf sözleri, ekranındaki berbat grafiğin tuzu biberi oldu.”
 
Hizmet ettiği sahibinin hafıza kayıtlarını izlemek ve saklamak gibi bir görevi de bulunan Holy, Ali’nin rüyasında ne gördüğünü zaten biliyordu. “Seni çok seven güzel bir annen varmış Ali; amasözlerine ben de bir anlam veremedim doğrusu, sizlere ait duygu ve değerlerle doluydu,” diyerek karşılık verdiyse de Ali yetinmemişti:
 
“Biraz yorum katabilseydin keşke.”
 
“Biliyorsun, yapımcılarım sık sık yeni modül ekliyorlar ama bu derinlik fazla geliyor doğrusu… Yalnız sözlerinden çıkarabildiğim kadarıyla, siz insanların her koşulda gözetip tutunmanız gereken bir var oluş nedeniniz var sanki. Bizlere konulan öncelikli kurallar gibi bir şey mi acaba?”
 
“Nedensiz bir şeyin var olmadığını hep düşünmüşümdür ama neyse, bırakalım şimdilik. Bak, gecikiyorum; bir an önce hazırlanmalıyım.”
 
Hemen fırlayıp,  ultrasonik masaj etkisi de olan serin buhar duşu almak için kendini kabine attı. Tüm dokuları kıpır kıpır dans ediyor, sırtından büyük bir yük kalkmışçasına rahatlıyordu. Birkaç dakikalık kürün ardından, kabindeki gardropda asılı duran, rengarenk kodlanmış parmak büyüklüğündeki prizma şekilli plakalardan istediğini seçmekte bu sefer zorlanmamıştı. Dokunur dokunmaz akıllı moleküllerden yapılmış plaka sıvılaştı, kolundan itibaren vücudunun gerekli bölümlerini ince bir tabakayla kaplamasıyla birlikte genişleyerek seçtiği giysi formunu aldı. Gardropun sanal ekranından beğeniyle kendini bir süre seyretti; henüz ellisini doldurmuş biriydi ama seksenliklerin cüssesine gelivermişti, hatta 2,5 metreyi geçen boyu ile akranlarının çoğuna yukarıdan bakmak zorunda kalıyordu. Normal şartlarda, önünde daha en azından 200 yıl duruyordu. Babasını bilmiyordu ama dayısı öldüğünde 350 yaşındaydı... 5000 yıllık yazılı tarihinin başlangıcından bu yana insan ömrü her nesilde bir miktar artıyordu. Konuyla uğraşan bilim insanları ortalama ömrün yaklaşık 2000 yıl sonra 500 yıl ile tepe noktasına yani hücrelerdeki yapı taşlarının sınırına erişeceğini, böylece de yoğun hayvansal protein tüketerek üretime katılan insan nüfusunun bir milyara dayanabileceğini söylüyorlardı. Tahminlerinin doğru çıkma olasılığı ürkütücüydü; Dünyanın giderek daha zor bulunan toprak kaynakları mera talebini nasıl karşılayacaktı?   Genlerle fütursuzca oynamanın acı dersleri tarihin derinliklerine gömülmüştü, hatırlanmak dahi istenmiyordu. Deniz tabanından taşınan toprakların bir süre sonra çürümesi henüz önlenememişti. Güneş sistemine yönelen bilim insanları ise Jupiterin ve Satürnün birer uydusunu kısmen elverişli hale getirilebilmişlerdi. Elbet bunun da bir çaresi bulunur diye düşündü; insanlığın önündeki serüvenler hiç eksilmeyecekti sanki. Uzun kumral saçlarını bir kez daha kurutup arkaya tokaladıktan sonra yüz ifadesi, günün getireceklerine artık hazırım der gibiydi. Kabinden çıktı:
 
“Şu özel mönünü getir artık...  R50’nin bulduğu sıvıyı da ekle, hoş bir tadı vardı, neydi ismi?”
 
“R50 ‘çay’ diyor, kristal piramitteki[3] dosyalardan öğrenmiş, atalarınız keyifle içerlermiş. Bak işte geldi, anlatsın.”
 
Ali’nin insandan ayırt edilmesi güç olan iş arkadaşı R50, kahvaltı sohbeti ile günün taze haberlerini paylaşmak için her sabah Ali’nin evine uğrardı. Kapı onu da tanıdığından, Ali girdiğinin farkında olmamıştı, Holy’nin R50’yi her görüşündeki şuh sesiyle çayı anlatmasından uyanmalıydı. Konuşurken işveyle kırıtmayı da ihmal etmemişti; ona karşı R50’de boş değil gibiydi, flört yapıyorlardı sanki. Aralarındaki bu zararsız yakınlaşmayı merakla izliyordu; şu muzır yapay zeka uzmanları ne kadar da ileri gitmişti... 
 
R50, Ali’nin kahvaltıya başlamış olduğunu görünce dukundurmalı tavırla “Afiyet olsun!” deyip açılamasını ekledi: “Bunu da aynı dosyaları karıştırırken buldum; yediğinin yaramasını dileyen bir deyimmiş.”
 
“Hoşuma gitti, güzel bir alışkanlık. Sahi şu kristal piramit de neyin nesi?”
 
“Haberin yok mu? Odo’nun güneyindeki arkeolojik araştırmalarda bulunmuş: altıgen tabanlı el kadar bir şey. İçindeki çoğu hala gizemini koruyan bilgileri yeni NAROB’lara açtılar, son günlerde herkesin ilgi odağı haline geldi.”
 
“İlginç, bir ara ben de bakayım. İşlerden bazen etrafı unutuyorum.”
 
“Direktör Keyn çok titiz, sizleri aşırı yüklüyor.”
 
“Emrindekileri yüksek tempoya alıştırmak istiyor. İşi sevmesem bu kadar zora gelemezdim her halde.”  
 
“Zena bölgesinden genç bir uzman getirtiyor, umarım biraz rahatlarsınız.”
 
“Neticede o da bir insan, bize senin gibiler lazım.”
 
“Öyle deme! Sizin bazı özelliklerinize de biz sahip değiliz, gelecekte olur mu bilemem.”
 
Holy araya girdi:  “Dün sipariş ettiğin Kadra geldi Ali; hazır, seni bekliyor, geciktiğinin farkında mısın? Otomatik kontrolden çıkmamanı öneririm, trafik yoğun görünüyor.”
 
Ali, şifalı meyve çekirdeklerinin balla karıştırıldığı özel kahvaltısını bitirmeden kalktı. Hızlı adımlarla Kadra’sına doğru yürüyor, bu arada da kupasındaki çayı yudumluyordu. R50, Direktörün isteği ile yetenek geliştirici yeni üniteler taktırmaya gideceği için bu gün birlikte olamayacaklardı. İçinden onun kazanacağı yeni hali şimdiden tebrik etmeyi geçirdiyse de aklına gelen iltifatları sözcüklere dökemedi, yere yığılmıştı:
 
Masmavi bir gökyüzü altında, rengarenk yapraklı yüksek ağaçların olduğu, şimdiye kadar hiç duymadığı kuş sesleri ile hemen sağındaki çağlayan gürültüsünün birbirine karıştığı bir ortamdaydı. Buna benzer bir yeri, geçen yıl dinlenmek için gittiği Zena bölgesinde gördüğünü anımsıyordu. Amur’dan sonra Dünyanın ikinci büyük kıtası olan Zena, Ali’nin yaşadığı Odo bölgesinin kuzey doğusundaydı. Zena ve Odo bölgelerini; aralarından dar bir şerit halinde kuzey-güney doğrultusunda uzanan, tabanında güçlü aktif volkanların yer aldığı Atol denizi ayırıyordu. Ali, Zena’da geçirdiği güzel günleri ve tanıştığı kız arkadaşı Ziza’yı hatırladı: Yaprak yeşili çekik gözlerini ve iç gıdıklayan endamını unutamamıştı.
 
Gür ve sanki her yönden yankılanan bir ses, Ali’yi Ziza’nın hayalinden ayırdı: “Hoş geldin Adaş!” Sesin geldiği yönü araştırırken, ilerden birinin ağır adımlarla yaklaşmakta olduğunu fark etti. Beyaz giysili uzun beyaz sakallı bir adam, elindeki tuhaf bir aygıta bakarak, sanki okuyarak, ağır adımlarla Ali’ye doğru yürümekteydi. Elindekinin ne olabileceğini düşünürken, adamı hemen karşısında buldu, gözü hala aygıtta mırıldanıyordu: “Aynı şeyleri her okuyuşta yeni şeyler fark edebiliyorum, şükrediyorum. Yapabildiklerim öğrendiklerime yetişemiyor, hayıflanıyorum.”  Anlam vermeye çalıştığı bu sözleri yenileri takip etti: “Yaklaşan kötülüğün karşısında nefsine yenilme! Dilerim, adımların adına yakışır...”.
 
Gözünü açtı, R50’nin yardımıyla doğrulup kalktı. Ter içindeydi, yine başı zonkluyordu.
 
“Geçmiş olsun Ali! Nasıl hissediyorsun? Bu bayılmaların, sağ lobuna NAROB’u yerleştirdikten sonra ortaya çıktı, giderek sıklaşıyor farkındaysan… Yeni uygulamaya giren bir test var, önerebilirim.”  
 
“Acayip bir rüya daha gördüm... Bir yerlerde bir adaşım var herhalde. Adımı kim koyduysa, anlamını da bir yere yazsaydı keşke. Adaşım, adın gibi yaşa diyor, ne demekse? Bir de bu gün ikinci kez duyduğum “nefis” sözcüğü var, ne olduğunu öğrenmem lazım.”
 
“O sözcük benim kayıtlarımda yok ama hatırlarsan daha önce de konuşmuştuk, adının anlamının kütüklerde yer almaması anlaşılır gibi değil. Baban her kimse, bunu nasıl yapabildi acaba? …Hey, Ali! Orada mısın? Rengin soldu, durgunlaştın birden.”
 
Ali, ayıldığından beri kendini toparlayamamıştı, kaybolmak üzere olan baş dönmesine giderek artan bir karın ağrısı eklenmişti, ayakta zor duruyordu, kalktığı kahvaltı masasının sandalyesine ilişti. Holy’nin kahvaltısından emindi, belki de dün Mina-8’deki abur cuburları olabilirdi. “Karnım buruluyor” demesiyle birlikte Holy duruma müdahale etti; taradığı sindirim grafiğinde çoğu insanda etkisi kalmayan bir virüs vardı, hemen uygun enjeksiyonu yaptı, artık birkaç dakika dişini sıkmalıydı.
 
Holy’nin “Savunma hücrelerin zayıf düşmüş Ali, bu virüse bağışıktın halbuki,” sözünü R50’nin uyarısı izledi:
 
“Kendine dikkat etmeden Mina-8 temposuna ayak uydurmaya çalışıyor, hırsını biraz dizginlemeli. Öyle değil mi Ali?”
 
“Küçük ekiple büyük işler peşindeler, yetiştirmeye çabalıyorum napayım, Mina-8’i seviyorum doğrusu.”
 
Holy’nin kaygı dolu ilgisi devam ediyordu: “Rengin biraz yerine geldi, ağrın azaldı mı?”
 
“Evet Holy! İlaç iyi geldi. Hafif guruldama kaldı, birazdan o da geçer her halde, teşekkür ederim… Artık kalkayım, epeyce geciktim bugün.”
 
“Hayır, daha tam tesirini göstermedi, birkaç dakika daha sabret!”
 
ALİ, bu birkaç dakikayı da R50 ile diyaloğunu sürdürerek geçirmek istedi; sorusu hayli ilgisini çekmişti:  “Demin, babamın ismimi kütüklere neden koydurmadığını sormuştun değil mi?”
 
“Evet, ama sonra da devam edebiliriz, biraz uzan istersen.”
 
“Merak etme iyiyim… Babamı bilseydim nasıl yapabildiğini de sorardım. O kütüklerde bir başka Ali olmadığına eminsin değil mi?”
 
“Eminim, olamaz da; aynı adı kullanmak yıllar önce yasaklandı biliyorsun.”
 
“Bence yanlış, yan yana isimlerle farklılık sağlanabilirdi pek ala... Zaten şunun şurasında ad kullanmaya izin verilen kaç insan var? Çoğu, çok katlı bloklarda istiflenmiş vaziyette senin gibi kodlu çağırılıyor.” 
 
“Kristal piramide göre dediğini ataların yapıyormuş. Bizdeki yasağın nedeni de anlamlı yeni adların üretilmesini sağlamakmış.”
 
“Tamam da, insan niteliklerini yıllardır yükseltmeye çabalıyoruz. Testi geçip izin alan onca insana anlamlı adlar nasıl bulunacak?”
 
“Testi giderek zorlaştırıyorlar zaten, hatta birçok şirkette katı kurallı deneme süresi bile başlattılar.”
 
“Neden? Hiç duymamıştım.”
 
“Ürettiklerinden çok tüketenlere bu adları çok görüyorlar.”
 
“Sayıları fazla değildir canım, en azından bizim bölgede.”
 
“Zannettiğin gibi değil Ali... Amur’lu göçmenler kötü örnek oluyorlar.”
 
“Her halde Kuzey Amur demek istiyorsun?”
 
“Çoğunlukla evet ama Güneylilerin de onlardan kalır yanı yok.” 
 
“Kuzey Amur’daki yaşam biçimi Mona’nınkasvetli gölgesi ile ilintili olabilir mi dersin? Bu hep aklımı kurcalamıştır…”
 
Son cümlesini tamamlıyordu ki aniden masadan kalkıp kendini tuvalete zor attı, Holy’nin ilacı yapacağını yapmıştı en sonunda. Rahatlarken yine davetsiz anılar arasındaydı; taktırdığı şu yeni NAROB beynine biraz olsun dinlenme fırsatı tanımıyordu, R50’nin önerdiği testi bir an önce yaptırmalıydı artık.  Mina-8 araştırma uydusundaki işine dinç kafayla gitmesi lazımdı, ama neredee? Akın akın geliyorlardı:
 
“Mina-8, yaklaşık bin nitelikli çalışanı ve üstün teknolojik donanımı ile Güneş sistemindeki uydular arasında en fazla tercih edilendi.   Dayısının referansı ile Odo bölgesindeki orta boylu bir şirkette bulabildiği işi de sevmişti ama gözü hep Mina-8’deydi. Beynine yerleştirilen bilgi kalıplarının dışına taşmak istiyordu. Bu uyduda işe kabul edilmek için çok çabalamış, yılda iki kez girdiği sınavlarda ancak son hakkında başarılı olmuştu. En yakın arkadaşı ekibe kendisinden önce katılan Veli idi, o da Odo bölgesinden gelmişti. R50 de vardı ama o kendi türünden değildi. Mina-8’deki tempoya hızla ayak uydurabilmesindeVeli’nin çok yardımı dokunmuştu. Veli’de sarı ırk ile siyah ırk karışmıştı; yanık ten rengi ve çekik gözleri bu melezliğin yansımalarıydı. Boyu, kendisinden yaklaşık bir karış kısaydı ama boğazına düşkünlüğü onu aşırı şişmanlatmıştı .Aralarındaki ilişki arkadaşlığın ötesine geçmiş, güven ve dayanışmaya dayanan dostluğa dönüşmüştü. Detaycılığı, bilimsellikte gri bölgeleri kabul etmeyişi, hızlı karar verememesi ve riskten kaçınması gibi yanlarını eleştiriyorsa da bunlar bazen kendi açıklarını kapatıyordu... “
 
 Bağırsakları epey temizlenmişti, bitip tükenmek bilmeyen düşünceleri ile beraber tuvaletten çıktı. Holy’ye NAROB’unu eski ayarına getirtti, içindeki bilgi kütüklerine şimdilik ulaşmasa da olurdu. Kafası bir anda berraklaşmıştı, artık Mina-8’e hazırdı. “Of bee, dünya varmış!”  sözünü R50 yeterli bulmamış gibiydi:
 
“Holy’ninki geçici çözüm, NAROB kontrolünü Mina-8’de de yaptırabilirsin, organize edeyim mi?”
 
“İşin durumuna göre ben ararım, orada müşteri sıra beklemez nasıl olsa... Haa, şu taktıracağın yeni üniteler için de şimdiden tebrik ederim. Biliyorsun, Direktör sizlerden çok azına bu imkanı veriyor. Haydi, hoşça kal!”
 
R50’nin, bir süre korur diyerek uzattığı kupadaki çayı yudumlaya yudumlaya konutunun bahçesinde bekleyen son model Kadra’sına yöneldi...
 
Yeni Aracı Ali’yi, Mina-8’e zamanında ulaştırmak için M5 hızına geçmek zorunda kalmıştı. Trafik karmaşasında bu hızı yönetmek, Kadra’da uygulanan teknoloji için bile kolay olmamıştı. Bulutları altına aldıktan sonra batıya Kuzey Amur bölgesine yöneldi; yolu biraz uzatmıştı ama o anda bildirilen en uygun koridor böyleydi. Mona’nın gölgesinden geçerken, doğudan uzanan güneş ışıklarının soluk renkli tayflarının dansını, bu ışıkların yalamasıyla görebildiği ve giderek küçülüp kaybolan yer yüzeyindeki detayları seyre koyuldu. Mona’nın iç karartıcı görüntüsü ise ekranın solunda kalmıştı. NAROB’undan Veli’nin çağırısını işitti:
 
“Lamuun Ali! Dünkü koşuşturmandan dolayı geç kalabileceğini tahmin etmiştim. Gördüğüm kadarıyla otuz dakika sonra buradasın.“
 
“Vela voola[4] Veli! Bu gün başıma gelenleri bir bilsen, her şey üst üsteydi sanki.”
 
“Geçmiş olsun! Ne oldu?”
 
Ali, bir çırpıda hepsini anlattıktan sonra  “Kendimi zor toparladım doğrusu,” dedi.
 
“R50 haklı Ali. Söylediklerinin çoğunu anlamadıysam da bak Annen de “Nereye bu yolculuk?” demiş, kendine zaman ayırmalısın biraz.”
 
“Öyle yapacağız artık napalım! Epey geciktim, umarım bir şey kaçırmamışımdır.”
 
“Biraz önce yeni bir şey gözlemledik; Orion[5] takımyıldızı yönünden yoğun sinyaller alıyoruz. Senin o sıra dışı değerlendirmelerine ihtiyacımız var. Direktör, Zena’lı bir uzmanı da davet etti, o da bugün aramızda olacak.”
 
 “O kadar işin arasında bir de Orion mu çıktı? Bence bir kişi yetmez, ekibi daha da güçlendirmeleri lazım... Neyse, birazdan oradayım, haydi görüşürüz.”   
 
NAROB’u, uyduya birkaç dakikası kaldığını gösteriyordu. Adaşının sözleri hala kulaklarındaydı: “Aynı şeyleri okumakla nasıl yeni şeyler öğrenilebilirdi?”...  Bu sırada, beyaz yeşil karışımı ışıklar saçan küçük yuvarlak bir cisim zikzaklar çizerek ekranda belirdi ve yaklaşarak durdu. Üzerinde Zena alfabesiyle bir yazı vardı: “Onlara yardım ederek uygarlığınızın temelini atanlara ihanet etmeyin!”. Yazıyı ancak okumuştu ki, cisim geldiği gibi uzaklaşarak kayboldu. Donup kalakaldı bir süre; bu sabah yaşadığı olaylarla allak bullak olmuştu. Bu gün, gerçekten tatsız sürprizlerin üst üste geldiği günlerden biriydi, Mina-8’de kim bilir daha nelerle karşılaşacaktı. Kadra, Ali’yi uyararak, uyduya iniş manevralarına geçti… 
 
 
[1]Odo, zamanın Dünya coğrafyasındaki bölge diye adlandırılan kıtalarından biri; batıda Amur, doğuda Zena ve Ali’nin yaşadığı Odo bölgesi bulunuyor.
 
[2] Lamuun, “günün dilediğn gibi geçsin” anlamına gelen bir Odo söylemi.
 
 
 
[3] Kristal Piramit, içine eskilerin insan lık tarihi ile ilgili bilgi yüklediği yaklaşık el büyüklüğünde mavi-yeşil renkli altıgen piramit biçiminde bir kristal. 
 
[4]Vela voola, lamuun karşılığında, “hep beraber bol bol” anlamına gelen bir Odo söylemi.
 
[5] Orion, (Avcı takımyıldızı), Samanyolu galaksimizde bulunan, tüm Dünyadan görülebilen ve oldukça parlak yıldızlardan oluşan takımyıldız.
 
Toplam blog
: 112
: 152
Kayıt tarihi
: 18.09.12
 
 

ODTÜ'lüyüm, makina yüksek mühendisiyim, vicdanı rahat bir memur emeklisiyim, iki çucuk babasıyım,..