Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ekim '12

 
Kategori
Öykü
 

Mori

Mori
 

Üst üste, aceleci bir kaç kanat çırpışı ile evin oturma odasını daha iyi görebilecegi, sokak lambasına kondu. Külah şeklindeki kaygan düzeyde aniden kayacak gibi olduysa da, sivri tırnaklı minik pençeleri ile ustalık gösterip, tutundu. Yer yer kömür karası ve gri tüyleri, yaşlanmaya yüz tutmuş görünümü ile Mori’nin kanatları daha bir sarkık gözüküyordu.

Sürekli aynı sokak lambalarının üzerine konup, gözetledigi altmışlı yaşlardaki adam tarafından Kürtçede boncuk anlamına gelen  “Mori” adını almıştı. O minik bir serçeydi. Şimdiye degin, pek çok serçe yavrusu, Mori’nin yuvasına bıraktıgı, eşi Muro ile nöbetleşe kuluçkaya yattıkları yumurtalarından çıkarak, şimdi her birinin nerelerde olduklarını bilmedigi, bulundugu cografyanın uçsuz bucaksız semalarına katılıp, kanat çırpıp, doganın dengesine kendilerince katkıda bulunuyorlardı. Mori, çok sık olmamakla birlikte, elektrik- telefon direklerine, agaçların dallarına, pencerelerin diplerine, evlerin çatılarına ve konabilecekleri her yerde yavrularını görüyor, mutluluktan bildigi bütün şarkıları coşkuyla cıvıldıyordu. Zamanları varsa, yanlarına gidip, kondukları yerde yavruları ile konuşup, hasretlik gideriyordu.

Kırçıl saçları, küçük kahve rengi gözleri, kırışıklıkların yüzüne kısa bir zaman içinde art arda hücum ettigi ve yüzünde tatlı gülümsemesi eksik olmayan Asım Beyle kadim bir dostlugu vardı. Her gün karşılıklı olarak, Mori cıvıltılar ile duygularını aktarırken, Asım Bey hal ve hareketlerini ön plana çıkararak, bizzat konuşarak, sıkıntılarını anlatıyordu. Mori de diger serçelere benzedigi halde, Asım Bey O’nu kanat çırpışından, cıvıltısından ve kuyrugundaki kömür karası tüylerinden tanıyordu. Aralarında öylesine büyük bir dostluk vardı ki, Mori’yi bin tane serçenin arasından dahi ayırt edebilirdi. Çünkü O kendisinin Mori’siydi.

Asım Bey ile olan dostlugu beş yılı geçiyordu. Asım Bey beş yıl önce Istanbul’da herşeyden elini ayagını çekip, memleketi Diyarbakır’ın Silvan ilçesine taşındı. İlçede mesleginden dolayı avukat Asım olarak tanınsa da, kendisi ile yıldızı barışmayanlar, tarafından namı Kızıl Asım'a çıktı. Bin dokuz yüz yetmiş dört yılında İstanbul Hukuk Fakultesi’nden mezun olduktan sonra üç yıla yakın hemşehrilerinin de çalıştıgı büyük bir avukatlık bürosunda stajyer avukat olarak çalıştı. Istanbul’da ve ülkenin dört bir tarafında büyük bir hareketlilik vardı. Birlikte çalıştıgı avukat arkadaşları her gün bu hareketliligin daha çok içinde yer alıyor, bilinç seviyelerini artırmak gayesi ile boş zamanlarında deliler gibi okuyorlar, notlar çıkarıyorlar, bir degil onlarca kitabı hatim ediyor ve bütün bu donanımları ile en iyi analizin hangi çizgide yer buldugunu hararetli bir şekilde tartışıyorlardı.  Toplum olarak çaga çok geç kalmışlardı. O nedenle pek çok şeyin degişmesi gerekiyordu. Ülkelerinin bagımsız, insanlarının eşit, tek bir ferdin dahi ezilmedigi, emege saygının, egitimde fırsat eşitliginin ve yüce insan onurunun en yükseklerde tutuldugu bir düzen ideali ile, halk örgütlenmeye çalışıyordu. Her geçen gün daha çok ögrenci, işçi, köylü ve her kesimden kitleler akın akın bu örgütlenmelerin içinde yerlerini aktif olarak alıyorlardı. Asım da çok geçmeden, zaten yıllardır yüreginde taşıdıgı bu insani degerlere daha çok yakınlık duyup, olması gereken yerde oldu.


İlk iş olarak, İstanbul Sarıyer’deki küçük odasının bir duvarına; daglardan ovalara seslenen Ahmet Arif’in, kapıdan yana olan duvarına da şehirlerden seslenen ulu derya Nazım hikmet’in şiirli posterlerini altın yaldızlı birer çerçeveye koyup, astı. Şiirlerde “bir orman gibi kardeşçe yaşanıyor” ve “görüşmecilerinin yeşil sogan getirdigi adamın; aç ve susuz da kalsa, sevdası terk etmiyordu.”

Bu dünya şehrinde sayısız anısı vardı. İstanbul’da tanıklık etmedigi, yaşamadıgı olay yok gibiydi. Beş yıldır bütün hayatını Mori’ye anlatıyordu. Mori  de O’nu deyim yerinde ise can kulagı ile dinleyip, ara sıra cıvıldıyor, adeta bu Kızıl diye anılan dostunu onaylıyordu. İşte  Mori yine cıvıldayıp, lamba direginden önce Avukat Asım’ın kendisi için balkonuna yaptıgı tahta yuvasına, oradan da açık olan balkon kapısından uçarak gelip, dostunun omuzuna kondu. Avukat Asım ile kendisinin Silvan’a taşındıgı ilk gününde tanıştı. Burası Silvan’ın Konak Mahallesinde, Dr. İsmail Beşikçi caddesi’nde babadan kalma küçük bir evdi. Mahallenin çocuklarından bekçi Murat’ın alabulus traşlı, sekiz yaşındaki oglu Baran’ın attıgı bir taş ile kanadı kırılmış ve o gün evine taşınan Avukat Asım’ın balkonuna canını zor kurtarıp, sıgınmıştı. Avukat Asım çok da fazla olmayan ve büyük çogunlugu kitap olan eşyalarını daha yeni taşımıştı ki , balkona çıkıp mahalleyi gözden geçirmek isterken, yaralı Mori’yi gördü. Can havli ile kıvranan bu zavallı canlıyı büyük bir şefkat ile avucuna alıp, yarasına baktı. Yavrucak uçamıyordu. Belli ki çok acı çekiyordu.

“Anlaşıldı, sen de yalnızsın benim gibi üstelik de yaralı. Senin yaran bedeninde, benimse yıllardır yüregimde. Bakalım ne yapacagız. Evine hoş geldin. Daha ilk günden yalnızlıgımı paylaşmak istiyorsun. Madem böyle, dedigin gibi olsun.”  Serçenin yarasını tedavi etmek için malzeme bulup getirirken, küçük dostu oldugu yerde acılar içinde dönüp, cıvıldıyordu. Avukat Asım acılar içindeki serçeyi tekrar eline aldı, önce yarasına merhem sürdü, daha sonra silgili bir kurşun kalemi ortadan ikiye bölüp, kanadını ince bir bez parçası ile sardı.

“Dur bakalım dostum... dur... dur... Biraz sabret. Ne diyecegim; artık can yoldaşı oldugumuza göre, sana bir isim de bulmak gerekir. Bilmiyorsundur, benim adim Asım. Bakalım sana nasıl bir isim bulacagız.“

Yıllardır İstanbul’daydı. Artık buralı sayılırdı. Tesadüfen katıldıgı siyasi toplantılarda, hayatın kendisine  verdigi en büyük ödül olarak gördügü Bahar adında, çok güzel Gürcü bir bayanla tanıştı. İlk görüşte yüregine söz geçiremedi. Bukleli altın sarısı saçları, büyük açık yeşili gözleri, sivri çenesi, dünyanın en güzel gülümsemeli genç bayanın hayalı gözlerinin önünden gitmek nedir bilmedi. Kısa sayılabilecek bir zaman içinde bu arkadaşlıklarını ilerletip, çok mutlu giden evlilikle noktalamışlardı. Birbirlerine olan aşkları bütün arkadaşlarının dilinde destan oldugu gibi bütün tanıdıkları onları olabilecek en güzel bir birliktelik olarak gösteriyorlardı.

Bahar bir çocuklarının olmasında bütün istemiyle diretse de, Asım bunun çok erken oldugunu, biraz özgür kalmalarını, hiç degilse iki yıl gibi bir süre beklemelerini rica etti. Sonunda Bahar’ı bu önüne geçilmez arzusunu ertelemeye ikna etti. İş sonrası birbirlerine hasret, günü iple çekip, ya evlerinde veya bir yerlere gitmek için dışarıda buluşuyorlardı. Mutlulukları büyük, agızlarının tadı yerindeydi. Yıllar mücadele ile geçerken, en nihayetinde çocuk yapmaya karar verdiler. Bir süre sonra da bu dilekleri oldu. Eşi Bahar hamileydi. Var olan mutluluklarını, yogun bir sevinç süsledi.

“Onurlu bir kavgamız vardı Mori. Her biri ayrı dünyalar olan; ırkı, dini, dili ve rengini ayırmadan sevdigimiz insanlık için. Bak şimdi yıllar sonra çok, sevdigim Istanbul’dan o kadar zaman uzaklardayım. Evet, buralar dogdugüm buyüdügüm topraklar. Ama ben köklerimi İstanbullarda saldım. Derinleri kucaklayan, sevgi ve mutluluk kökleriydi bunlar. Yeryüzünün en mutlu insanıydım. Beni anlayan, seven, hiç bir insanın veremiyecegi degeri veren Bahar’im vardı. Köklerimi kestiler, çürüttüler, kezzap döktüler, yok ettiler onları. Şimdi yabancılaştıgım kendi topragimda, ayakta duramayan cılız, tekrar yeşerip yeşermeyecegi belli olmayan, Kızıl diye adlandırılan meyve vermeyen kuru bir agaca döndüm. Bir tek sen varsın artık. Beni anlayan, dinleyen, her daim aglamaklı yüregime, minnacık kalbini getirip yapıştıran sen varsın Mori.“

“Canım kahvaltı hazır, gel artık. Yumurtalar sogumasın“ diye sevgi dolu bir sesle, seslendi Asım.

“Tamam canım, hemen geliyorum. Yumurtalara isot attın mı, peki?“

“Atmaz olur muyum. İsotsuz yumurta yenir mi?  Hem de bolca.“

Hafta içinde kahvaltıların hazırlanması Bahar’a aitti. Ama hafta sonları bu görevi Asım üstleniyordu. Bugün de Pazar oldugu için, erkenden kalkıp, tavşan kanı bir çay demledi, yanında da masaya köy tereyagında yumurta, peynir, zeytin, iri dogranmış domates ve salatalık koydu. Acele etmeliydiler. Bugün onlar için önemli bir gündü. Devletin ilericilere, yurtseverlere ve bütün demokratlara dayattıgı şiddete karşı, aynı zamanda hak ve özgürlükler için büyük bir miting düzenlemişlerdi.

Karşılıklı oturarak iştahla yaptıkları kahvaltının ardından, masayı toplayıp, dışarı çıktılar. Hiç te soguk olarak nitelendirilip, şikayetçi olunacak bir gün degildi. Pastırma yazı olarak adlandırılan bir sonbahar günüydü. Tabiat ana sokakları alabildiğine, yıgınlar halinde istem dışı yerlere düşmek zorunda kalan sarı ve kırmızının bütün tonlarının karışımı, irili ufaklı yapraklarla süslemişti. Eşinin elinin sıcaklıgını yüreginin derinliklerinde duyarak yürüyen Asım miting heyecanı içindeydi. Yapraklara gözleri kayarken, bir yandan da yüregindeki ürpertinin yanı başına sonbaharın kaçınılmaz hüznü gelip, yerini zoraki bir misafir gibi alıyor, karmaşık duygularla boguşuyordu. 


Serçe Mori, Avukat Asım ile olan günlük sohbetine biraz ara verip, geldigi balkon kapısından kanatlarını çırparak, solugu balkonun altında aldı. Yagmur durmuştu. Yolda oluşan yagmur birikintilerinden birinin başına geldi. Göletin başında durup, minik gagası ile aldigi su damlacıklarını, kanatlarını hafif açıp, kuyrugunu yelpaze haline getirip, cıvıldamalar eşliginde, kafasını çevirerek sırtına dögru atıyordu. Asım yüreğindeki hüznü, yorgunlugu ve umutsuzlugu bir kez daha mori ile paylaşmış olmanın getirdigi rahatlıkla, adeta duş alan Mori’ye gülümseyerek uzun uzun baktı.


“Canım keşke sen gelmeseydin. Kaç defa söyledim ama bir kez daha söylüyorum. İnat etme. Vazgeç şu Gürcü inadından. Benim Kürt inadım seninkinin yanında havada kalıyor. Kürtlerin adı çıkmış. Canları çıksaydı demeyecegim, zaten olan olmuş. Bak yorulacaksın. Bir de oldukça kalabalık olacak. İnsanlar düzene karşı avazı çıktıgı kadar bagırıp çagıracaklar. Sonra bebegimizi de düşünmemiz gerekir.”


“Merak etme sen, ben hep senin yanında kalırım. Gelmesem, o heyecanı yaşamasam, kendimi affetmem. İnsanlıga karşı mahcup olurum. Sonra bebegimiz halinden oldukça memnun. Gelmezsem aklım sende kalacak. Yer bitiririm kendi kendimi. Belki de dünyanın en küçük protestocusu, bizim minik yavrumuz olacak.”


“Tamam canım sen bilirsin. Ne diyecegim. Geçen gün sana kız olursa, adını Mori koyalım demiştim. Hala, bu konuda bir şey söylemedin. Mori adını beğenmedin mi yoksa?”


“Sen söylersin de ben begenmez miyim. Hem güzel bir isim, çok begendim. Tamam kızımız olursa adı Mori. Ama erkek olursa adını ben koyacagım. Aklımda henüz bir isim yok ama yakında güzel bir isim bulurum. Belki üç isimli olur. Kürtçe, Türkçe ve Gürcüce.


“Yok daha neler oldu olacak, Çince, Japonca, Arapça... hatta Fransızca.”


“O kadar da demedik yani. He neydi kızımızın adı?”


“Mori. Yani boncuk.“

Buluşma yerine gelmişlerdi, Şehrin dört bir tarafından kitleler halinde, insanlar akın ediyordu. Çarpan kalplerini duyarak, kalabalıkta kayboldular.


Mori dogal ortamda yaptıgı duştan sonra fazla vakit kaybetmeden, balkonda kendisini seyre dalan Avukat Asım’ın omuzuna kondu. Avukat Asım omuzundaki yüregi büyük, minik dostunun gagasına üst üste küçük öpücükler verip, birlikte yeniden oturma odasına geldiler. Dışarıda yagmur sularında hoplayıp, zıplayan çocukların çıglık çıglıga sesleri geliyordu. Binaların çatılarının ardında batan güneşin kızıllıgı, Kızıl Asım’ın yorgun yüzüne yansıyıp, küçük kahve rengi gözlerindeki buguyu, minik yakut taşlarına dönüştürüyordu.


Miting alanı beklenenden daha çok göstericiye ev sahipligi yapıyordu. Bu yogunluk katılımcıların umudunu artırıp, yüzlerini güldürürken, coşkularını da artırıyordu. Her tarafta üniformalı ve bir o kadar da sivil polis tetikte bekliyordu. Alanı dolduranlar, bir ellerinde yürekleri, diger ellerini yumruk haline getirip olabildigince gökyüzüne dogru kaldırarak, daha güzel ve insanca bir yaşamdan yana olmayı istemler halinde haykırıyorlardı. Kalabalıkta ezilmemek elde degildi. Asım eşini sürekli kolluyor ve bir yandan da birbirlerine gülümseyip, onlar da olabildigince seslerini yükseltiyorlardı. Mitingde görevli olanlar, sürekli etrafı kolaçan edip, polislerle zaman zaman tartışıyorlardı. Ansızın üst üste bir kaç silah sesi kalabalıgın haykırışlarını yardı. Bahar’ın  havada sıkılı yumrugu yanına düştü. Asım var gücü ile bagırıp, eşine korku ile sarıldı. Bahar’ın gögsünden akan kanlar, beyaz gömleginden sızıp, Asım’ın kalbine aktı. Yüksek bir binanın yangın merdivenlerinden inen, yüzünü gizledigi beresi ve elinde uzun namlulu silahı ile hızla koşan biri, polislerin bakışları arasında gözlerden kayboldu.

Mori cıvıltılar ile kanat çırpıp, balkondaki yuvasına uçtu. Avukat Asım da tekrar balkona geldi. Balkon demirlerinden tutarak oynayan çocukları seyre daldı. Mori her nedense O’nu o an bir başına bıraktı. Avukat Asım akşam güneşinin aksi ile kızıllaşan yagmur göletlerinde oynayan çocukların üstlerine başlarına, ansızın kanlar sıçrıyor hissine kapıldı. Panik içinde;

“Yavrum... yavrum” diye bagırdı. Çocuklar oyunlarını yarıda bırakıp, anlamsız gözlerle balkondaki tedirgin, bitkin ve hüzünlü adama baktılar. Agzından başka söz çıkmadı. Sus pus oldu. Bedeni; kavun acısına benzeyen onulmaz bir tatsızlıkla, yüregine dar geldi. Hıçkırıklarla, otuz yıl sonra bir kez daha başını egerken, yanı başında hemen yer alan Mori, dostunun ensesine sessizce öpücükler kondurup, teselli etti.

 

Aydın Yılmaz

Amsterdam, 24 Ekim 2012

       

          

  

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..