Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Şubat '22

 
Kategori
Öykü
 

MÜCADELE

            MÜCADELE

 Emriye, Rize’nin bir dağ köyünden gelin gelmişti Paşabahçe’ye. Karadan yol yoktu, kaynanası gemiyle getirdi. İkinci karısıydı Ramazan’ ın. Kuru tahtanın üzerinde evlendiler. Paşabahçe’ de eski, ahşap bir evin, kiraladıkları küçük bir odasında oturuyorlardı. Bir göz odada yaşıyorlardı, bir tencereleri, iki çatal, iki kaşık, iki tabak, bir çaydanlık, iki çay bardakları vardı. Sene dokuz yüz kırk beşin ilk çeyreği, her şey kıt, ekmek karneye bağlı. Yere serecek bir kilimleri bile yoktu ve o yıllarda radyo hâlâ şeytan icadıydı…

İlk karısı Rukiye, Ramazan’ın uzak akrabasıydı, evlendiğinde kan kustu. Söylemediler verem olduğunu. Çok uğraştı, iyileştirsin diye götürmediği doktor, yatırmadığı hastane kalmadı. Ama iyileşemedi. Bir müddet sonra Ramazan boş kâğıdını verdi eline. Hastalığından dolayı değil; Rukiye annesiz yapamıyordu, Ramazan ne zaman işten gelse Rukiye evde yok,  nerede? Anasının yanında.  Sonunda canına tak dedi. “Bir daha annenin yanına gidersen, bir daha işten gelir de seni evde bulamazsam. Sakın dönüp gelme buraya!” diye çok kızdı. Ama Rukiye yine gitti, annesiz yapamadı. Ramazan da boş kâğıdını arkasından gönderdi.  Hastalığından dolayı çok yaşamadı Rukiye.

Annesizdi, öksüzdü,  Rukiye gibi her gün anasına gidemezdi Emriye. On iki yaşındayken annesinin apandisti patlamış, hastaneye yetiştiremeden ölmüştü…  İkinci karısı da ölünce tekrar evlenmişti babası. Üvey annesi ablası olacak yaşta çok gençti. Yirmi yaşına kadar çok sıkıntılar çekti Emriye. Her senenin odununu yaptı, taşıdı. Çay topladı, yemek yaptı, çamaşır yıkadı. Ablası baba dayağından evi terk edip teyzesine kaçınca bütün ev işleri ona kaldı. Bir gün yan odada, babasının, üvey annesine; “Bu senenin odununu taşıdıktan sonra, bir dahaki senenin odununu da taşıtacağım ona ve öyle kocaya vereceğim.”  dediğini duydu. Daha önce de bir kez babası “Donunu çıkaracaksın da öyle kocaya gideceksin!” diye kızmıştı ona. Emriye o senenin odununu da, ertesi senenin odununu da kesti, kırdı, taşıdı, istifledi.  Sözlüsü Ramazan’ın kız kardeşine; “Beni alacaksanız alın, yoksa ben kendime varacak yer bulurum. Bu evde daha fazla kalmak istemiyorum.”  diye haber gönderdi. Çünkü çok bunalmıştı, babası ve üvey annesi canından bezdiriyordu onu. Geçen zaman içerisinde üç erkek üvey kardeşi de olmuştu. Babası hep onları seviyor, onlarla ilgileniyordu. Bir gün Emriye neden sadece onları sevdiğini sorduğunda “Sizin ananız yatmıyor ki benimle, onların anası yatıyor.” Demişti babası.  Ramazan’ın gönderdiği para ile bir kaç parça giyecek alındı Emriye’ye. Sonunda donunu da çıkarıp öyle gitti kocaya, ne çeyizi oldu Emriye’nin, ne de düğünü...

Ramazan, Paşabahçe Tekel Rakı fabrikasında itfaiyeciydi. Paşabahçe’de ve Çubuklu, Beykoz gibi civar semtlerde İtfaiye teşkilatı yoktu. Yangın olduğunda her yere onlar yetişip söndürmeye çalışıyorlardı. Kırk beşlerde daha betonlaşma başlamamış, tüm boğaz kıyıları, şirin cumbalı ahşap evlerle doluydu. Kimileri kasten betonarme ev yapsın diye, kimileri de kazaen evlerinin yanmasına sebep olduğunda, hep onlar fabrikanın imkânlarıyla yetişmeye çalışırlardı. O ahşap yıllarda, İtfaiyeciler gerçek birer kahramandı.  Emriye eşinin, itfaiye üniformasının sarı metal düğmelerini ve Arnavut taşı döşeli Paşabahçe yollarında yürürken garç, gurç diye ses çıkaran uzun siyah çizmelerini çok beğenirdi.

Rize’ nin köylerinde kızları okula göndermezlerdi, okula erkek çocukları giderdi. Emriye ilkokulun kapısından bile içeri giremedi…  Rukiye’ nin alfabesi olmasına rağmen öğrenememişti okuma yazmayı. Belki öğrenebilir diye Emriye’ ye vermişti küçükken. Komşu çocuğu Ahmet her gün okula gidiyor, Emriye’de Ahmet okulda ne öğreniyorsa, okuldan dönünce ondan öğreniyordu. Gayret etti ve sonunda okuma yazmayı okula gitmeden söktü. Alfabe de çok işine yaramıştı. Köyünden çıkmayı, büyük şehire gitmeyi daha o zamanlarda kafasına koymuştu. İstanbul kocaman şehirdi, Emriye okuma yazmayı bilmeliydi, cahil olmamalıydı… Hesap yapmayı da İstanbul’a gelin geldikten sonra kocasından öğrenmişti, “Belli mi olur.” Diyordu. “Günü gelir lazım olur.”  Boş vakitlerinde toplama, çıkarma, çarpma, bölme çalışıyordu. Okuma yazması gerilemesin diye de memleketteki kız arkadaşlarına, kaynanasına, görümcesine sıkça mektuplar yazıyordu. Kendi kendine;

“Bilgili İstanbul’u feth eder, İstanbul cahili yutar.” Deyip duruyordu…  

Ramazan boş vakitlerini tutkun olduğu iki şeyle geçirirdi. Ya kahvede altmış altı oynar, ya da balık tutardı. Gece itfaiye nöbetlerinde başlayan fabrikanın iskelesinden olta atma merakı, daha sonra bir tutkuya dönüşecek, ileride para biriktirip büyükçe bir sandal satın alıp, boğazın Beykoz, Paşabahçe koylarına kürek çekerek açılıp, istavrit ve izmarit gibi küçük balıklardan ziyade, Lüfer, palamut, torik gibi büyük balıklar tutmaya kadar götürecekti işi. Kahvede altmışaltı da oynasa, balığa da çıksa boş vakitlerinde, işini hiç aksatmazdı, her zaman saatinde işinin başında nöbette olurdu.

Ramazan’ın maaşı çok değildi, anca kıt kanaat geçindiriyordu onları. Çoğu zaman zeytin ve karneye bağlı aldıkları ekmekle öğün geçiştirdikleri oluyordu. Evlerine eşya alamıyorlardı. Komşu kadınlar Emriye’ yi çay kahve içmeye oturmaya çağırıyor, ama Emriye onları çağıramıyordu. Bundan dolayı Emriye komşularına karşı hem mahcup oluyor, çok üzülüyor, hem de hırslanıyordu. Bir gün sabah erkenden yolun kenarındaki bidona çöp atmaya çıkmıştı ki, ellerinde çanta konuşarak geçen kendi yaşıtı, belki de biraz daha küçük kızları gördü ve onlara sordu;

“Kızlar nereye gidiyorsunuz?”

“Üsküdar kız sanat enstitüsüne.”

“Ne öğreniyorsunuz orada?”

“Dikiş dikmeyi, terzi olmayı öğreniyoruz.”

Apandisitten ölen annesi de terziydi Emriye’ nin. Annesi dikiş dikerken o da kendi bebeklerine elbise dikmeye çalışırdı. Ama annesi ne zaman görse, iğneyi, ipliği, makası alırdı elinden, “Terzi mi olacaksın, sakın ha, terzilik çok zordur be kızım.” Deyip, terzi olmasını istemezdi.

İlkokulun kapısından bile içeri girmemiş Emriye genç kızları okula giderken görünce, onlar gibi, Üsküdar kız sanat enstitüsüne gitmeyi kafasına koydu. Kocası eve gelince söyledi; “Ramazan, sade senin maaşınla bu çark dönemeyecek, ben terzilik okuluna gitmek istiyorum, öğrenip dikiş dikeceğim.” İtiraz etmedi Ramazan, ertesi gün gece nöbeti vardı, gündüz bir arkadaşından borç alıp yeni manto, yeni ayakkabı aldı karısına ve okula götürdü.

Okuldaki görevlilere babasının okula göndermediğini, okuma yazmayı arkadaşından, hesap yapmayı da kocasından öğrendiğini söyleyen Emriye sınava girdi, soruları okudu, bildiğince yazıp cevap verdi, toplama çıkarma çarpmaları da öğrendiği şekilde yaptı. Çok arzuluyordu terzilik okuluna gitmeyi, okumaktan mahrum edilmişlik de vardı yüreğinde.  Sınav kâğıdının en altına “Sevinerek geldim, inşallah ağlayarak dönmem.” Diye yazmayı da -belki bir faydası olur diye- ihmal etmedi. Sonunda Emriye sınavı verip okula girmeye hak kazandı, kocasının muvafakatiyle de okula kaydı yapıldı… Yıllar sonra olsa da bu terzilik hikâyesini çocuklarına, torunlarına anlatırken; “Rahmetli Dedeniz rıza gösterdi, bana hiç hayır demedi, okula giderken ne istersem aldı. O rıza göstermeseydi ben terzi olamazdım. Nur içinde yatsın.” Deyip kocasının da hakkını teslim ederdi.

Soğuk karlı kış günlerinde iki kulplu yuvarlak bakır mangalda yaktıkları kömürle ısınırlardı. Mangalın dumanı bitmeden köz ateş olup üzerini kül ile örtmeden uyumazlardı. Yokluk her yanda kol geziyordu ama sıcak bir çorba, yolun karşısındaki fırından alınmış taze çıtır çıtır bir ekmek ve birkaç zeytinle öğünü edip birbirlerine sımsıkı sarılarak güzel günler geçiriyorlardı. Ramazan, sandalın küreklerine asılıp balığa çıkalı beri yuvalarına büyük balık da girmeye başlamıştı. Balığı bol tuttuğu günlerde, bir kısmını lokantalara satıp, bir kısmını da yakın komşulara veriyor,  ayıkladıkları kılçıklarla da mahallenin kedileri doyuyordu. Eşinin aldığı manto ve ayakkabının borcunu da boğazın balık bereketinden ödemişti.

Ramazan torik oltasıyla iki de küçük yavru köpek balığı çekmişti sandalına. Pek para etmediler ama onları da ekmek arası balık satanlara verdi. Köpek balığı deyince isminden dolayı yüzünüzü ekşitmeyin, tavası çok lezzetli olur.

Emriye ve Ramazan’ı ve onların küçücük dünyasını bir nebze olsun tanıyıp anladıktan sonra gelelim asıl hikâyemize;

Pazar günüydü. Emriye’nin terzi okulu kapalı olduğundan evdeydi. Ramazan’ ın da nöbeti yoktu fabrikada. Hava biraz serin olmakla beraber, gayet güzel, Boğazın suları hafif çalkantılıydı. Kıvrılarak akıyordu sular Karadeniz’ den Marmara’ ya kimi yerlerde küçük girdaplar da oluşturuyordu. Balığa çıkarken giydiği siyah lastik çizmelerini ayaklarına geçirdi ve sandalının yanına gidip önce bir süre boğazın o gelin gibi süzülerek Marmara’ ya akan sularını seyretti. Küçük balıkların olduğu deniz yüzeyinin titrek, oynak bölgelerini tespit etti ve sandalına binip o yöne doğru küreklere asıldı. Mantara sarılı zokalı torik oltasını açmadan evvel, çapari oltasını açıp denize indirdi. Sandalın iskele (sol) tarafından çapari oltası ile çektiği istavritleri iğnelerden dikkatlice çıkararak deniz suyu ile dolu bir tenekenin içine koydu. Tenekenin içindeki deniz suyunda, sanki biraz sora başlarına gelecekleri anlamışlar gibi telaşla yüzüyorlardı balıklar. On beş yirmi tane olunca, torik oltasını açtı, oltaya bağlı olan kurşun zokanın altındaki büyük iğneye canlı bir istavriti kaba etinden taktı, sancak (sağ) tarafından oltayı on beş yirmi metre suya indirdi. Oltayı sabit tutmuyor, hızla 5 metreye çekip tekrar 20 metreye bırakıyor, zokanın iğnesine takılı istavritin kurtulmak için sürekli oynadığını hissediyordu. Oltayı birkaç kez çekip bıraktıktan sonra Torik gelmeyince çapayı topladı, balıkların oynaştığı deniz üzerindeki titrek bölgeye yanaşmak için kuzey yönüne doğru biraz kürek çekti, Yarım saat geçti geçmedi deniz biraz sertleşti, dalgalar büyümeye başladı. Denizde Ramazan’dan başka kimse yoktu. Toriği aramaya devam ediyordu. Oynak yere yaklaşırken,  oynağın olduğu tarafa doğru atıp bırakıyordu derinlere, sonra yine çekiyordu.  Demir çapayı tekrar boğazın sularına bıraktı. Küçük balık sürüsünün olduğu oynağın yanına orta yerine yakın bir yerden aşağıya doğru indirdi oltayı. Zokadaki canlı balık can havliyle iğneden kurtulmak için sürekli çırpınıyordu. İşte bu hareket devam ederken,  oltanın zokası sanki taşa takıldı ama bu mümkün değildi. Çünkü oltanın zokası 20 metrelerdeydi.  Hayır,  balık vurmuştu, hem de çok büyük.  Boyna sağa sola kafa atıp, sert bir şekilde yol istiyordu balık. Ramazan oltayı saldı, elli, altmış metreden sonra bir on, on beş metre kadar daha yol verdi. Biraz sakinleşince balık tekneye doğru yavaşça geliyordu fakat görünmeden tekrar dibe doğru çekip yol isteyince, topladığı misinayı tekrar salıyordu. Acele etmeden on, on beş dakika kadar balığı yorduktan sonra tekneye doğru çekti. Kocaman torik, suyun yüzünde biraz çırpındıktan sonra kanca ile balığı tekneye indirdi. Balık sandalda çok hırçındı, hiç yerinde durmuyordu. Biraz zorlanmıştı ama o güne kadar yakaladığı en büyük torikti o. Hafif dalgalar sandalı sallamaya devam ediyordu, oltaya yeni bir istavrit takıp, balık sürüsünün olduğu oynak yerin ortasına doğru tekrar attı oltayı. Kurşun derine doğru indikçe, zokanın iğnesine takılı canlı istavritin çırpınışının titreşimini elinde tuttuğu misinadan hisseti. Bu şekilde bir saat içinde üç torik daha çekti sandala.

Hava biraz daha sertleşip dalgaların ritmi artınca, Son kez oltaya yem takıp denize attıktan sonra beklemeye başladı Ramazan.  Misinayı elinde gevşekçe tutuyordu, birden hızla çekilince, yanarak eli kesildi. Öyle kuvvetli çekiliyordu ki, tutmak mümkün değildi.  Bir an boğaz sularının altından sessizce bir deniz altı geçiyor da, oltası bu deniz altının periskopuna mı takıldı acaba? Diye düşündü ama bu imkânsızdı. Çünkü bir yöne sabit bir çekiş yoktu, sürekli yön değiştiriyordu. Ramazan eline doladığı oltayı daha fazla tutamayacağını anlayınca hemen sandalın baş bodoslamasına (sandalın ön tarafındaki on, on beş santimlik omurga çıkıntısına)dolayarak bağladı. Biraz rahatlamıştı, cebinden büyük ekose desenli pamuklu mendilini çıkarıp avucunda misinayla kesilmiş sızlayan yeri sarıp bağladı. Oltanın salınacak yeri kalmamıştı yetmiş seksen metre açılmıştı. Bir büyük güç mütemadiyen çekiyordu oltayı. Ramazan korkmakla beraber kesip, oltasından olmak da istemiyordu, Misina torik için hazırlanmış, neredeyse 1 mm kalınlığında ve çok sağlamdı.  Hızla çapayı çekip sandalı boğazın akıntılı sularına serbest bıraktı. Kürekleri sandalın içine aldı. Sandal sanki bir sürat motoru takılmış gibi Beykoz koyunda önce kuzeye, sonra batıya doğru bir kavis çizdi ve akıntı yönünde,  güneye doğru hızla ilerlemeye başladı. Suyun altındaki her ne ise bir yandan onu yormak istiyor, diğer yandan da iğnenin ağzından kurtulması için dua ediyordu.

Sandal önce suyun akıntı yönüne doğru sağa sola yalpalayarak çok hızlı ilerliyordu. Çengelköy açıklarından Beylerbeyi, Kandilli açıklarına bir durup bir hızlandıktan sonra, üç beş dakika başıboş ilerledi. Ramazan sandalın kıç tarafında oturmuş, bir sancak, bir iskele tarafından boğazın karanlık sularına bakıyor, oltaya neyin takıldığını anlamaya çalışıyorken sancak tarafının üç metre yanından sandal büyüklüğünde, dev bir balık havaya fırladı ve sandalı aşarak yine sulara gömülürken koca kuyruğu pruvanın iskele tarafına çarptı. Çarpmanın etkisiyle sandal yan yatınca Ramazan denize düşmekten son anda kurtuldu.  Havadayken gördüğü balığın, kocaman, üç metreden büyük, dev bir kılıç balığı olduğunu anladı.  

Sarayburnu açıklarına kadar hiç durmadan sürat motoru gibi ilerlediler. Her zaman kuvvetli esinti alan ve bu yüzden de çok dalgalı olan Sarayburnu’ nda durdu sandal. Bir yandan bu koca balığı sandala nasıl çekeceğini, diğer yandan akıntıya karşı kürek çekerek Paşabahçe’ ye balıkla beraber nasıl geleceğini aklından geçiriyordu ki, dev kılıç balığı, sandalın yaklaşık yirmi metre güneyinde, denizden bir buçuk boy havaya fırlayarak, kılıcını sağa sola salladı ve tekrar etrafa beyaz köpükler saçarak düşüp, boğazın mavi sularına gömüldü.

Balığın devasa büyüklüğünü havadayken gören Ramazan ; “Tanrım, bu bana bir lutfu mu? Yoksa ceza mı?” diye haykırdı.  Öğleden sonra rüzgâr daha da sertleşti.  Sandalın altına serdiği uzun düz tahtaları, üst üste koyup uzunca kendir iple sıkıca bağladıktan sonra, sandalın arkasından denize saldı. Bir müddet sonra hava lodosa çevirdi, bulutlar etrafı erkenden kararttı.  Şehrin ışıkları erkenden yandı. Yollar, meydanlar aydınlandı ama denizin üzeri daha da karardı. Dalgalar simsiyah kesildi, Sandal Sarayburnu açıklarındaki dalgalar üzerinde bir ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Dalgalardan sandalın pruvası (ön tarafı) yukarı kalktıkça, zokayı yutmuş dev kılıç yorgun olmasına rağmen aksi yöne çekip sandalı dalgaların kaldırma gücüne karşı toparlıyordu. Bazen de tam tersi oluyor, dalgayı arka taraftan yiyen sandalın, balığın da derine çekmesiyle, kıçı (arka tarafı) havaya kalkıp pruvası (baş tarafı) iyice suya batanca kıç bodoslamaya (sandalın arka tarafındaki on, on beş santimlik omurga çıkıntısına) bağlayıp da denize saldığı tahta kütlesinin geri çekim etkisi ile dengeye geliyordu sandal. Kürekleri kullanıp sandalı balığın çekim yönüile kıç bodoslamasına bağlı tahtaların olduğu yön arasında olmaya çaba gösteriyor, özellikle de rüzgârı arkadan yahut önden karşılamaya çalışıyordu.

Çakan şimşeklerin ardından şiddetli gök gürültüsü ve sağanak yağmur başladı. Sandalın içi yağmur sularıyla doluyordu. Rüzgâr şiddetini daha da arttırmış sandalın kontrolünü zorlaştırıyordu. Rüzgârın etkisiyle büyüyen dalgalar, sancak ve iskele taraflarından çarparak sandalı aşıyor ve içeriye dolan yağmur sularına karışıyorlardı.

Sırılsıklam olmuştu ramazan, sandalın içindeki suları atacak hiçbir şey yoktu. Kürekleri sandalın içine alıp elleriyle atmayı denedi ama bunun faydası olmadı, sular azalmıyor, yavaş da olsa artıyordu sandalda. Tekrar kürekleri yerine takıp hızla kara yönüne çekmeye başladı ama sandal bir türlü yol alamıyordu. Çünkü kalın misinanın ucundaki devasa balık aksi yöne çekiyordu.

Yapacak bir şey kalmadığını çaresizce hissetmeye başladı, gözleri, denizin üzerindeki dalgalara bir yanıp bir sönerek yansıyan o büyülü şehir İstanbul’ un titrek ışıklarına dalıp köyüne gitti o an.   

Babası seferberlik zamanı şark cephesinde savaşıp şehit olmuş, kardeşleri Rukiye ve Hamdi ile beraber çok küçük yaşta öksüz kalmışlardı. Küçücüktü, ayağında yırtık çarık, koşup oynardı köyünün etrafı yemyeşil patikalarında. Okul yoktu, bu yüzden hiç okula gidemedi, eski Türkçe okuyup yazmayı, Kuran okumayı dedesinden, yeni Türkçeyi ise askerde açılan okuma yazma kursuna gidip öğendi. Yirmi yaşına kadar zamanını köyünün dağlarında dedesine yardım ederek geçirmişti. Seferberlikten çıkıldığı için, her şey kıttı. Bu yüzden karşı evde oturan arkadaşı Ali ile sahte pasaport ve sahte Sovyet nüfus cüzdanı çıkartarak önce Batum’a, oradan da Hazar denizinin doğusundaki Taşkent’e gittiler. Dört yıl orada kalıp ekmek fırınında çalıştıktan sonra bir gün yolda nüfus kâğıtlarını kontrol eden Stalin’in polisleri, nüfus kâğıtlarının sahte olduğunu anlamamış ama yapraklı sahte nüfus cüzdanlarından askerlik yapmadıklarını, asker kaçağı olduklarını anlamış… Her tarafın birden bire gündüz gibi aydınlanması ve arkasından kulakları sağır eden bir gök gürlemesiyle irkilerek sandala geri döndü Ramazan.

Sandalın içi gitgide yağmur ve dalgaların çarparak sıçrattığı sularla doluyordu. Ayağındaki kırk altı numara lastik çizmelerden birini çıkarıp maşrapa gibi kullanarak suyu boşaltmaya başladı. Açıklarda demirli, limana yanaşmak, yükünü boşaltmak için sırasını bekleyen gemilerden ve ara sıra geçen şehir hatları vapurlarından başka hiçbir tekne yoktu etrafta. Havanın patlamasıyla birlikte denizdeki her kes korunaklı haliç kıyılarına çekmişti teknelerini. Yağmur ve rüzgâra aldırmadan çizmesinin tekiyle sandalına dolan suları boşalttı ama devam eden yağmur, yavaş ve sinsice yine dolduruyordu sandalı.  Biraz dinlendikten sonra sandalın arkasında denize salınık olan tahta tomarının bağını kontrol emek için ipini çekti, tahtalar sandala yanaşınca denizden çıkarmadan bağına bir düğüm daha atıp saplı uzun çengelle geriye doğru iterek tekrar denize saldı. Kılıç balığı belki yorulduğundan belki de karanlığın etkisinden, artık sert hareketler yapıp sandalı çekmiyordu. Suyun altında dolaştığından olsa gerek sandalın burnu bazen kuzeye, bazen doğuya, bazen de batıya doğru dönüyordu. Kuzeye döndüğünde Ramazanın gözü tekrar dalgaların üzerine vuran şehrin ışıklarına daldı.

Asker kaçağı oldukları anlaşıldığından Rus polisleri tarafından en yakın karakola götürülen Ramazan’la arkadaşı Ali bir yolunu bulup karakoldan kaçtılar. Bir katara atlayıp Moskova’ya gittiler. Türk ataşesiyle görüştüler. Sahte pasaport ve sahte Rus nüfus cüzdanı ile Sovyetler’ e Artvin sınırından kaçak girdiklerini, üzerinden dört yıl geçtiğini ve diğer olan biteni detaylı bir şekilde Türk ataşesine anlattılar. Ataşelikte yeni pasaportları hazırlandı, önce kara yoluyla Moskova’dan Kırımda bulunan Odesa limanına, oradan da gemiyle Samsun limanına geldiklerinde, Moskova Ataşeliği yurda kriptoyu geçmiş olduğundan Samsun limanında onları Teşkilat-ı Mahsusa’ nın dört adamı bekliyordu. Gemiden iner inmez yakalayıp teşkilata sorguya götürdüler.

“Sovyet Rusya’ya neden gittiniz ?”, “Casus musunuz siz ?”, “Kime lehine çalışıyorsunuz ?”, “Ülkemizden Sovyetlere bilgi mi aktarıyorsunuz ?” gibi bir sürü sorulara muhatap olup,  on beş gün ayrı ayrı odalarda çapraz sorguya çekildiler. İkisi de hem dayak yiyip hem de başlarından geçeni olduğu gibi anlattılar. Sonunda serbest kaldılar. Türkiye’de de asker kaçağıydılar, Arkadaşı Rize’ye Ramazan ise İzmir’e gitti. Bir süre Pasaport limanında, gemilerde yükleme boşaltma işlerinde,  bir süre de üzüm bağlarında çalıştı. Radyodan asker kaçaklarına af çıktığının anonsunu duyar duymaz askere gitti. Acemi birliğinden sonra, usta birliği Tekirdağ’daki alayın fırıncısı oldu, her gün tüm alayın ekmeğini çıkarıyordu. Askerden sonra İstanbul’da Askeri dikimevi fabrikasında itfaiyeci olarak çalışmaya başladı. Fabrika Kayseri’ ye taşınınca Kadıköy belediye itfaiyesinde çalışmaya başladı. O devirlerde daha polis teşkilatı kurulmadığı için, Bir ara on beş günlüğüne Yalova’ya gelen Atatürk’e, boylu poslu ve atletik yapılı olduğu için, diğer on dokuz itfaiye eriyle birlikte koruma görevi için seçildi. Çok az para alıyordu Kadıköy belediye itfaiyesindeyken. Birkaç yıl sonra gazete ilanından Paşabahçe Tekel Rakı Fabrikasının itfaiyeci aradığını okuyunca, nöbetinin olmadığı bir gün fabrikaya gidip müracaat etti. Tecrübeli olduğu için işe çağırdılar. Kadıköy Belediyesinden ayrılıp daha iyi maaşla rakı fabrikasında işe başladı…  Ezan sesiyle irkildi, kendine geldi, sandalda üşüyordu.

Akşam ezanı okunuyordu, hava iyice kararmaya başladı. Lodos etkisini sürdürüyor, dalgalar büyüdükçe sandalın içinde hareket etmek iyice güçleşiyordu. El yordamıyla iki üç metre uzunluğunda bir ip aradı ama bulamadı. Olta takımlarının olduğu sepetin içinden yedi sekiz metre kadar kalın bir misina kesti, iki kat yapı ve bir ucunu sandalın ortasındaki kürek çekmek için oturduğu tahta bölümün altına denk gelen sintine omurgalarından birinin su akışına izin veren deliğinden geçirip sıkıca bağladı, diğer ucunu da pantolonunun kemerine bağladı.  Etrafta tarifeli şehir hatları vapurlarından başka gelip geçen gemiler de yoktu.  Sandalın içinde üstü başı sırılsıklam oturdukça üşüyordu. Üşümesi geçsin diye küreklere sarıldı. Sarayburnu açıklarından kıyıyı takip ederek güney batıya, Yenikapı tarafına doğru çekmeye başladı.  Seksen yüz metre gitmedi, oltaya takılı kılıç tam aksi yönde kuzey doğuya doğru çekmeye başladı.  

Sancak tarafından Kadıköy – Karaköy seferini yapan gemi de tam yol ilerliyor, çatışmayı önlemek için arada pruvadaki kuvvetli ışığı ile deniz üzerini hem sağdan sola, hem de soldan sağa tarıyordu. Geminin kaptanı iskele tarafından hızla yaklaşan sandalı görünce hızını yarım yola indirip düdüğe uzunca asıldı ama sandal durmuyor, aynı hızla gemiye sancak tarafından yaklaşıyordu. Çarpışacağını anlayan Kaptan, gaz kolunu önce stop a hemen ardından sonuna kadar geri çekerek tam yol tornistana aldı ama bu gemiyi durdurmaya yetmedi. Buna rağmen gemi, almış olduğu hızın etkisiyle, duramadan, ilerlemeye devam etti. Gemiye çarpmasına üç beş metre kala sandal çok sert bir manevrayla birdenbire yönünü gemiyle aynı yöne çevirdi ve beş on saniye gemiyle aynı yöne gitti ve hızla yavaşlayarak durdu, geminin gerisinde kaldı.  Sandal gemiye çarpmadan, geminin burnu balığın çektiği misinaya hızla vurup altına almış, geminin alt kısmına yapışmış olan midye ve diğer kabuklu deniz canlılarına takıldıktan birkaç saniye sonra balığın da çekmesiyle kesilerek kopmuştu.  Kazayı telsizle Sahil güvenliğe anons eden kaptan, yolcuları Karaköy iskelesine yetiştirmek için yola devam etti. 

Anonsu duyan Sahil güvenlik botunun, denizin üzerinde ceviz kabuğu gibi sallanarak duran sandalın yanına gelmesi çok sürmedi. Bot komutanı olan biteni kısaca dinledikten sonra sandalı yedeğe alıp Paşabahçe’ye çekti.  Ramazan, sandalı vapur iskelesinin yanındaki her zamanki yerine bağlayıp bir sigara yaktı. Çok yorgun ve bitkin hissediyordu, misinanın kestiği avucu da sızlıyordu. Yarım saat kadar sandalın içinde dinlendi. Sigarasından son bir nefes aldıktan sonra izmariti denizde söndürüp sandalın içine attı. Yakaladığı toriklerle beraber, teneke içindeki yüzen istavritleri de alıp evin yolunu tuttu.

Eve gelince Emriye’ye olan biteni bir bir anlattı. Emriye inanmış gibi dinledi ama inanmadı. Balık avından sonra kahvede altmış altı oynadığı için geciktiğini söylemesin diye böyle sevimli bir yalan uydurduğunu sanıp, imalı bir şekilde kocasına;

“Boş ver üzülme, kaçan balık büyük olurmuş.” dedi.

Ramazan bu olaydan sonra üşütüp hastalandı ve bir müddet ne denize balık tutmak için, ne de kahveye altmış altı oynamak için açılamadı. Emriye ona çok iyi baktı, İyileşip tekrar balığa çıkmaya başladığında, o pazar günü oltasına takılan kadar büyük olmamakla beraber, değişik günlerde av yaptığı torik oltalarıyla iki tane daha küçük kılıç balığı yakaladı.

Adnan Şişman

27 Aralık 2013, Cuma, 02.44

 
Toplam blog
: 177
: 9
Kayıt tarihi
: 21.08.15
 
 

1961 yılının sıcacık Temmuz ayının 12. Günü sabah serinliğinde, Üsküdar Zeynep Kamil doğum hastan..