Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Kasım '13

 
Kategori
Deneme
 

Mudanya: Dâr-ı hal ya da Antik Kuş

Efsane bu ya; Bursa’nın yerini Süleyman Peygamberin cinleri keşfetmiş. Ben de o cinlerinden biri oldum, Mudanya’yı gökyüzünden izliyorum. Tıpkı bir kuşu andırıyor. İri kanatlarını açmış, İstanbul’a doğru uçan, yeşil, gri ve beyaz renkleriyle büyük bir masal kuşu. Anka gibi, Toygar gibi bir şey. Kanatlarından biri Karacabey’e, diğeri Gemlik’e doğru uzuyor. Uçmak için çırptığında ucu onlara dokunuyor. Kuyruğunda Bursa. Muhteşem bir güzellik. Karayel’in hırçınlaştırdığı Marmara suları, beyaz beyaz köpüklenerek, onu gerisin geri itmeye, uçup giderek o güzel mekânı terk etmesini engellemeye çalışıyor. Şair İhsan Üren’in “Mudanya Haikuları” adlı şiirlerinden birini anımsıyorum havada: “Gecenin karanlığında/Nabız gibi atıyor/  duvar saati… //Gün doğumunda/ bülbülün/ sabah duası.// Mudanya’da/ Poyraz hiç/ yorulmadı…”

İki bin yedi yüz yıl önce kurulan ve sırasıyla Myrlea, Apemia, Montania, Mudanya ve namı diğer Dâr-ı Hal (Sirke Yeri) adlarıyla tarihi yazılan bu antik kenti daha yakından görebilmek için yeryüzüne iniyorum.  Bursa’dan yola çıkıyorum, yarım saatlik bir yolculuktan sonra oraya varıyorum.  Deniz boyunca bir şerit gibi uzayan yürüyüş yolunda içimi iyot, balık ve huzur kokusuyla dolduruyorum. Çünkü Mudanya imgesi bana hep dinginliği çağrıştırıyor. Orada bulunduğum zaman kendimi daha mutlu duyumsuyorum. İçim açılıyor, duygularım duruluyor. Bu yüzden olacak Mudanya insanlarının sakin, rahat, saygılı ve sabırlı olduklarına inanıyorum, hep güler yüzlü görüyorum. Balıkçısına gidiyorum; bir merhaba, iki hal hatır sormaların peşinden tatlı bir sohbete aralanıyor kapılarım. Balıkçı Rıfkı Marmara’nın  hazin öyküsünü ilginç bakış açısıyla anlatıyor: “Teknolji, sonunda kalan balıklarını da kuruttu denizimizin. Bir yandan kirletti, diğer yandan dibini dibeğini tarayarak, en kuytusundaki  balıkları bile  yavru mavru demeden alıp tavaya gönderdi.” Oldukça güzel ekmek pişiren fırınlarında da öyle. Dışarı açılan küçük penceresinden ılık ılık gülümseyen baylar ve bayanlar görüyorum. Çay bahçelerindeki yaşlıların çipil mavi gözlerinde ince bir merak ve derin bir şefkat buluyorum. “İnönü, işte bu Mütareke binasında yedi düveli dize getirdi. Kurtuluş Savaşımızın zaferini dünya âleme bu binada kabul ettirdi. Ama öyle kolay olmadı elbet. Yumruğunu indirerek masanın mermerini paramparça ettiğinde onun ne yaman bir kahraman olduğunu ve ne kadar kararlı durduğunu daha iyi anladılar,” diyerek Mudanyalılıkla, Mudanya tarihiyle övünen Tahir amcanın o heyecanını hiçbir zaman unutmayacağım.

Onun yarattığı heyecanla geziyorum Mütareke Binası’nı. Zafer, kurtuluş, bağımsızlık, özgürlük ve Cumhuriyet kokuyor. Bina, eski Mudanya evleriyle kol kola denizin kıyısında. Gece gündüz o şarkıyı dinliyorlar Marmara Denizinin fısıltılı sesinden: “Denizde urganım var/ Haydi de gümüşten yorganım var/ Kız ben seni alırsam/ Kara koç kurbanım var…” Deniz bu türküyü söylerken, Mudanya’nın güneyini saran dağlar tepeler de diğer bir türküyü söylüyor: “Denizin ortasında/ Mor mintan arkasında/ Hayriye hanım yar sevmiş/ Çeşmenin arkasında…”  Denizin ve dağların türküleri eşliğinde Rum (Halit Paşa) Mahallesinin her biri diğerinden özgün evlerinin olduğu sokaklara dalıyorum. Ahşap oymanın verandalardaki, balkonlardaki, pencere kafeslerindeki görkemine hayran oluyorum. İtalyan Mühendis Piçiretu’nun, ahşap/ kerpiç uyumundan oluşturduğu mimari üslubu Mudanya kıyılarına çok  yakışmış. Sayısı yüz yetmiş kadar olan bu evlerin yüzüne, gözlerine bakarken öykülerini merak ediyorum. Kim bilir neler yaşanmış her birinin içinde… Ne aşklar, ne düğünler, ne dedikodular, ne kavgalar!... Her kapı, her pencere, her balkon başka bir kişilikle, başka bir duyguyla bakıyor bana. “Benim hikâyemi yaz,” diye göz kırpıyor o evlerden biri. “Romanları, destanları kıskandıracak şeyler yaşadım. Hizmetçilerin kaçamaklarından, paşaların görkemli sevişmelerine, hanım ağaların intiharından, bey oğullarının şen kahkahalarına kadar, nelere tanık oldum nelere! Şarabın antik tadında dilim burulurken, rakı balık sofralarının cümbüşünde bülbül kesildim.” Restorasyon işlemiyle kendisine  bir hayli yabancılaştırılan Tahir Paşa Konağı’ydı o.

“Gurbete çıktıktan sonra ilk Cuma namazını burada kıldığını” söyleyen Evliya Çelebi’ye göre “yedi rüzgârdan korunmuş” kuytu limanlar kentidir Mudanya. Kıyıları boyunca boncuk taneleri gibi dizilmiş sandalları, balıkçı tekneleri, onların üstünde büyük bir gürültü yaparak uçuşan martılarıyla Marmara Denizi, ağırbaşlı bir ev sahibi edasıyla geleni, geçeni selamlıyor. Kıyısındaki kahvelere oturup çay, kahve içenleri de Yıldız rüzgârı serinletiyor.

Ondan sonraki durağım eski Gar binası. 1890’lardan 1950’lere kadar bir şiir katarı gibi Bursa’dan Mudanya’ya, Mudanya’dan Bursa’ya gidip gelen Mudanya treni bir duygu seli gibi içime oturan yokluğuyla hüzünlendiriyor beni. Oysa zamanında nasıl da kolaylaştırmıştır Bursa’ya ulaşımı: “Mudanya’ya muvâsalat olunduğu zaman vapurdan çıkıp elli adım mesafede duran trene binmekten başka yapılacak iş yoktur…” diye yazıyor bu durumu Osman Şevki, “Bursa ve Uludağ” adlı yapıtında. “Tren yolcuları Mudanya’dan i’tibâren Yörükali İstasyonu’na kadar çok latif bağlar ve zeytin ağaçları arasında seyahat ederler. Manzara İsviçre manzaralarından farksız, hatta münevveriyyet i’tibâriyle daha câzibdir.” Yörükali istasyonundan sonra sırasıyla Koru, Hüdâvendigâr(Acemler), Muradiye ve Demirtaş (Brûsa) adlı istasyonlara tren gönderen bu bina hâlâ orada ama kimliği, kişiliği unutturulmuş. Mudanya evlerinin, tarihi mekanlarının, binalarının yazgısıydı sanki; kendine yabancılaş/tırıl/mak.

Bursa edebiyatçıları olarak içimizi acıttı bu durum. “Mudanya Şiir Treni” dedik Eliz Edebiyat Dergisi olarak.  Bursa Yazın ve Sanat Derneği ve Mudanya Belediyesi’yle birlikte, hiç değilse Mudanya Treni imgesini canlı tutalım istedik. Şairler davet ettik Mudanya’ya. Martılara şiirler attık. Bu kentsel kültür devinimini sürdürmek istiyoruz. Mudanya’ya, edebiyat ve sanat bağlamında nitelik davet etmek de Mudanya’da yaşayanların işi olmalı. On/lar/a da bu yakışır.

Sonra, “ver elini antik kuşun kanatları!” diyerek önce Gemlik’e doğru yola koyuluyorum. Güzelyalı, derler adına; Mudanya’nın doğusundaki kıyı semti. Yeni bir kent. Birkaç yıldan beri İdo’su vardı. İstanbul Deniz Otobüsleri. Şimdi bir de Budo’su var. Bursa Deniz Otobüsleri işletmelerine ait binalar, park alanları ve limanlar Mudanya’ya modern bir görüntü kazandırmış, ekonomisini canlandırmış, Bursalının İstanbul’a ulaşımını oldukça kolaylaştırmış. Sıra yeniden tren ulaşımına gelmiş olmalı. “Mudanya Treni” yalnızca şiir dünyasında değil, aynı adla gerçek dünyada da yerini almalı artık. Mudanya o zaman çok daha içtenlikli gülümsyecek.

Budo’dan sonra doğa geliyor. Deniz, ağaç kaplı tepeler, yeşil koylar, sarp yamaçlar… Yol boyunca önce erik ağacının beyaz, badem ağacının pembe çiçeklerine dokunuyorum. Önce onların, onlardan bir iki ay sonra da sarıcaların kokusu dolduruyor içimi. Burnum, ciğerlerim kadar gözlerim de mutlu oluyor. Kimi zaman denizin kıyısına kadar inip, beyaz beyaz köpüklenen dalgalarına dokunuyorum, kimi zaman dağların tepelerine kadar tırmanıp lacivert ve yeşil görkemin büyüsünü yaşıyorum.

Marmara’nın karşı kıyısındaki Samanlı Dağlarının büyüleyici güzelliği bir yana, burada iki deniz arasında kaldığımı duyumsuyorum. Sağımda Marmara Denizi, solumda ağaç, gül, çiçek denizi. Antik Kuş’un sağ kanadı boyunca kıyılarına dizilmiş yerleşim yerlerindeyim artık. Ağırlıklı olarak zeytin ağaçlarının süslediği bu atmosfer içinde, önce, börtü böcekten gasp edilmiş, adına “yazlık” denen beton yığınlarıyla karşılaşıyorum. Başımı tepelere doğru çevirerek geçiyorum. Altıntaş köyüne ulaşıyorum. Hâlâ köy özelliğinden kalıntılar taşıyan bir yazlıklar yığını. Gemlik’e bağlı Kurşunlu, Kumsaz, İslamköy desen, yine aynı. Hemen arkasındaki doğa harikası sıra tepelerin inadına beton yığınları halinde. Denizin, deniz kıyısının, çakılın, martıların, balıkların keyfi kaçmış. Sonra Gemlik Körfezi; kuşun kanadını kirletecek kadar kirli. Suyunun rengi kara. Kanadın uç noktasında Orhan Veli’ye uğruyor yolum. “Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma,” diyor orada.

Şimdi de Mudanya adlı antik kuşun sol kanadı boyunca sürdürüyorum gezimi. Kentten çıkar çıkmaz Yıldız Tepe’yle buluşuyorum. Namı diğer Aşk Tepesi. O tepenin hoşgörüsüne, orada kurulan dostluk, arkadaşlık ve aşk sofralarının sevgi yayan atmosferini sevgiyle ve sevinçle karşılıyorum. Sevdaya, dostluğa, biraya denizin meze olduğu bu tepeye elveda dedikten sonra yazlık siteler karşılıyor beni. Zeytin ağaçlarının, çamların, börtü böceğin, kekliğin, tavşanın elinden alınmış, hiçbir biçimde yerine yakışmayan bedbin, hoyrat, devasa, kaba beton yığınları içimi eziyor.  Yine fazla kalamıyorum, gözlem yapamıyorum o sitelerin olduğu yerlerde. Ağaçtan, taştan, kuştan utanıyorum. Alıp başımı kaçıyorum. Kumyaka’ya ulaşıyorum. Doğası bozulmuş, zeytini küsmüş, zavallı bir köy artığı. Modern binalarla boğulmuş.

Mudanya Antik Kuşu’nun bu kanadında beni büyük bir heyecanla karşılayan ve heyecanlandıran yerleşim yeri Tirilye oluyor. Bir ara Zeytinbağı adıyla anılan bu kasaba neyse ki  asıl adına (Tirilye) kavuşturularak, sevindirildi. “Üç Papaz” anlamına gelen Tirilye; annesi Maria’ya ve Peygamber olarak doğan İsa’ya armağanlar sunabilmek için, İsa’nın doğduğu yeri gösteren Bytlehem yıldızının ışığını izlerken, yolu şaşırıp buraya gelen üç papazın kurduğu, şirin bir kasaba. Geleneksel mimarisi, doğası, denizi korunmuş. Zeytini, zeytin yağı, eskiden ipekböcekçiliği, şarapçılığı ve özellikle de Mudanya’nın Dâr-ı Hal (Sirke Yeri) olarak anılmasına neden olan sirkesiyle ekonomisini canlı tutan Tirilye’de bugün bile konuklarını selamlayan önemli tarihi yapılar var. Bin iki yüz yaşındaki kalıntılarıyla Medikon Manastırı, onunla yaşıt Aya Yani manastırı, bin yüz yaşındaki Kapanca Limanı, şimdilerde cami olarak kullanılan dörtyüz elli yaşındaki Aya Tadori Kilisesi, üç yüz elli yaşındaki Kemerli Kilise, yüz yaşındaki Taş Mektep, Yavuz Sultan Selim’den miras Avlulu Hamam, Dündar Evi, Rum Mezarlığı, Eski Türk Mezarlığı bunlardan bazılarıdır.

Bu yolculuğum boyunca da sık sık denizle, dağla, koyla, koyakla buluşuyorum. Bu kez mevsim bahardan yaza doğru. Sarıcaların yamaçlardaki nöbetini erguvanlar almış. Erguvan cümbüşüne durmuş dağlar, tepeler. Yollar erguvanın açık ve koyu pembesiyle, mor ve leylak, açık kırmızı ve beyaz renkleriyle süslü. “Şimdi dağların yüzü daha güleç/ daha ışıklı suların kabarcıkları/ Erguvan cümbüşüne boyanırken halaylar/alıp gitti korkularımı rüzgârlar/ Sıra geldi/ yaşamaya…”(ş.a)Belli ki Emir Sultan’ı “Erguvan Bayramı” adlı, altı yüz yıl yaşayan bir gelenek üretmeye sevk eden de erguvanın bu cümbüşüymüş.

Tirilye gezimin beni götürdüğü yerlerden biri de Öykü Tepesi oluyor. Bu tepeye bu adı veren öykü yazarımız Şükrü Bilgiç’in mekânıdır ora. Doğaya fazlaca zarar vermeden yerleşmiş zeytin ağaçlarının arasına. Ağaçlardan zeytin yağı, kendi yüreğinden de öykü sağan bir bilge… “Benim Sokaklarım” adlı öykü kitabında, Tirilye insanını da anlatıyor. Buralarda aşkların bile zeytin ve deniz kültürüyle biçimlendiğini imliyor. “Zeytin gözlü sevdalı”dan, sevdalardan söz ediyor. Sevdaya kapılanın annesinin dilince acı acı anlatıyor: “…zeytin toplamaya yardım etmiyor, keçi kılından telislerde yağ damıtmaya elini sürmüyor…” Buralardaki bayırların  hep incir sütü ve zeytin koktuğunu söylüyor. Kısacası o tepede durup, tıpkı bir kartal gibi kara nadas içindeki kara karıncayı görüyor: Yöre insanını, yaşamını, bireyini, toplumunu, doğasını gözlemleyerek öykü sanatının potasında eritiyor.

Şükrü Bilgiç erdemliliğinden sonra, Bursa’nın plajı niteliğindeki  Eşkel’e düşüyor yolum. Güzel ve eski bir köy ama derme çatma, kara sineği bol bir dinlence köyüne dönüşmüş. Burayı da duraksamadan geçiyorum. Eğerce plajından sonra da ben geliyorum kuşun kanadına. Kanadın en ucunda  Arapçiftliği Gölü, ondan az önce de; “Ayazma Fısıltıları” adlı Çinikitap yazılarımı, “Deli Cin Diyor ki”(öykü), “Sihirli Pınar” (çocuk/fantastik) ve Hamburg- Tirilye mekânlı “Maria’nın Sevdası”(roman) adlı kitaplarımı yazdığım benim barakam var.

Küçük bahçesinde oturup demli çay eşliğinde denizle söyleşiyorum. İstanbul’dan yola çıkıp, adaların çiçek kokusunu getiren serin Marmara esintisinde dostlarımın da kokusunu arıyorum. Karabaş otlarının, mor sümbüllerin, uzun boylu sazların nazlı nazlı ırgalanışını izliyorum. Kimi zaman bu bitkilerin, bahardan yaz ortalarına kadar da büyük kurbağa korosunun müziğine açıyorum yüreğimi. Orada tamamlıyorum bu yazımı da.

Böylece Antik Kuş ya da Dâr-ı Hal’ın, yani Mudanya’nın bana verdiği huzurun, dinginliğin, mutluluğun yarattığı minnet borcumu ödemeye çalışıyorum. 

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..