Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Aralık '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Muhalif yaşamak..

Muhalif yaşamak..
 

Sabah besmeleyi çekip mesaiye başlamıştım ki; tanıdık birileri odama girdi ve “Doktor bey, cenazemiz var. Annemiz öldü” dediler. Defin ruhsatı vermek için cenazeyi görmek üzere beraberce yola koyulduk. Gittiğimizde cenazenin belediyeye ait soğutmalı cenaze arabasına konduğunu gördüm. İçeri girdim ve muayenesini yapmak üzere kefeni yüz kısmından açtım. Karşıma göz çukurları üzerinde bulunan siyah noktacıklar çıktı. Yaklaşıp dikkatli baktığımda bu noktacıkların çörekotu olduğunu gördüm. Cenazenin yüzüne çörekotu serpilmişti.

Hiçbir şey demeden görevimi yapıp işyerime döndüm. “Bu tür uygulamalar ne kadar da çok memleketimizde” demekten kendimi alamadım. Ölünün yüzüne çörekotu serpmek.. Vardır temsili bir anlamı ama..

Birkaç yıl önce “Tıbb-ı Nebevî” konusunda bir sunum yapmıştım. Oradan aklımda kaldığı kadarıyla Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) bir hadisi vardı: “Ölüm dışında hiçbir hastalık yoktur ki çörek otunda onun için bir deva bulunmasın.” Hadis ve uygulama arasındaki tezatı görünce hafifçe tebessüm etmekten kendimi alamadım. Kainatın Efendisi çörek otunun faydalarından tek bir şeyi istisna ediyordu ve biz çörek otunu onun için kullanıyorduk.

Son zamanlarda yapılan çalışmalar; çörekotunun tohumunda vücuda faydalı değişik maddelerin varlığını ortaya koydu; doymamış yağ asidi, eterli yağ, vitaminler gibi.. Ve çörekotu içerdiği maddeler ile vücudun savunma sistemini güçlendiriyordu. Ve yine çalışmalar diyabetten kansere, romatizmadan kalp hastalıklarına kadar bir çok hastalıklarda çörekotunun olumlu etkisini işaret ediyordu. Bin dört yüz yıl öncesinden gelen bir müjde..

Evet O’nun (s.a.v), ölüm dışında her şeye faydalı olacağını söylediği maddeyi biz normal yaşantımızda neredeyse hiç kullanmadığımız gibi bilakis hariçte tuttuğu halde cenazemiz üzerinde kullanıyoruz. Belki “dirilsin” gibi bir hedefimiz yok; masumca temsili bir mesaj vermek için kullanıyoruz ama…

Ama; keşke hep bütün işlerimiz böyle yüzeysel olmasa da o hadisin özüne ulaşıp, hadisteki müjdeye vakıf olmak için canla başla çalışsak.. Çoğu işimizde garip bir pasif muhalefet huyumuz var. Eninde sonunda zararı kendimiz gördüğümüz halde bu huyumuzdan vazgeçmiyoruz.

xxx

Dinimizdenmiş gibi görülen batıl inanışlara baktığımız zaman çoğunun ya Cahiliye Dönemi Arabistan inanışları veyahut da Orta Asya Şaman inanışları içinde yer bulduğunu görürüz.Son zamanlarda Hindistan da hurafe ihracatı konusunda epeyce çaba harcamaktadır. Batı dünyasını burada zikretmeye gerek yok aslında. Onlar hurafelerini gerek yazılı, gerekse de görsel kaynaklarla öylesine abartılı bir şekilde sunuyorlar ki -tabir yerindeyse- cılkını çıkarıyorlar ve inandırıcılığı kalmıyor. Zaten onlar da bunu ticaret için yaptıklarından kitap ve film sektöründen parayı kırıp ikinci dalgaya kadar bekliyor ve yine bir miktar modifiye edilmiş şekliyle tekrar piyasaya sürüyorlar. Doğu cephesi bu konularda daha sabırlı ve derinden hareket ediyor. İşin en ilginç yanı da insanların; hurafelere ve batıl inançlara sıkı sıkıya yapışması, ama aynı kararlılığı dinin orijinal kaidelerini uygularken göstermemesidir.

Dinin otoritesi konumundaki insanlar dahi batıl inançlar ve hurafeler konusunda halkı ikna edemiyorlar. Tabi biraz da bu kültür seviyesi ve inancın türü arasındaki ilişki ile alakalı. Diğerlerine göre nispeten daha bilgili olan kişiler sunulan deliller karşısında –eğer kati ve kasti bir muhalefet niyeti yoksa- daha kolay ikna edilebiliyorlar. Bilgisi daha az olanlar ise kolay kolay ilk öğrendiğinden vazgeçmiyor. Onun içindir ki insana dininin küçük yaşta doğru öğretilmesi önemlidir.

Dinin doğru yaşanması konusunda örnekler arttıkça; özellikle de toplum önünde örnek teşkil eden konumdaki kişilerin dinin doğru yorumunu uygulaması ve bu uygulamanın da bilgi düzeyi daha düşük olan kişilerce bariz bir şekilde gözlenebilmesi, sanırım zamanla bu sorunu ortadan kaldırabilecektir.

Bu arada bilinçli dezenformasyonlar konusunda da dikkatli olmak gerekir. Üstüne vazife olan ya da olmayan birçok kişi ve kuruluşlar, bu topraklar üzerinde, yıllardır, kaynağının nereden geldiği belli olan servetler harcayarak, inançlar üzerinde tahrifat yapmaya çalışmakta ama bir türlü buna muvaffak olamamaktadırlar. Aslında başarısızlıklarının sebebi halkın bilgi düzeyinden kaynaklanmıyor. Halk o konuyu bilse de bilmese de otomatik hale gelen direnci ile reddediyor. Bunu fark eden bazı yabancı din mensupları yetişkinleri bir kenara bırakıp çeşitli entrikalar ile çocuklarımıza el atmış bulunmaktalar. Buna bir de son zamanlarda bizim çocuklarımıza din eğitimi verme konusundaki sıkıntılarımız tuz-biber ekti. Onun için diyorum ki çocuklara dikkat!

Bazen siyasi mülahazaların da dini konular üzerinde tahakkümünü görüyoruz. Hiç unutmam, geçtiğimiz yaz aylarından birindeydi. Komşu kasabalardan birinde, müftülerimizden biri vaaz veriyordu. Çocuklarımıza örnek olma konusunu işliyordu. Bir ara şöyle bir cümle kullanmıştı: “Siz öğle vakti kalkarsanız yatağınızdan, çocuğunuza sabah namaz kıl diyemezsiniz”. Çok haklıydı. Müslümansak eğer; namaz boynumuzun borcu idi ve bunu inkar etmek mümkün değildi. Hal ve hareketlerimizle bizden sonraki nesillere örnek olmazsak eğer onlara doğruyu nasıl gösterirdik.

Dedik demesine de ön saflardan kalkan cemaatten (!)50-55 yaşlarında modern (!) görünüşlü bir kişioğlu lafı hem müftünün hem de bizim boğazımıza adeta tıktı: “Sen laik Türkiye Cumhuriyeti’nin maaşlı memurusun, böyle konuşamazsın!”. Amcamız lafın bir yerini üzerine alınmıştı (muhtemelen de öğlen kalkma konusu idi) ve ondan sonra tartışma bitmesin dercesine homurdanıp durdu. Müftü bir yandan “ben ne dedim” dercesine bakıyor, bir yandan da her ihtimale karşı nezaketen kişiden özür diliyordu. Ama adam “Nuh dedi, peygamber demedi” ve o vaazı müftüye de bize de zehir etti. Neticede bir din görevlisinin yaptığı “Müslüman sabah kalkıp namazını kılmalı” babında bir konuşmayı amcamız laikliğe aykırı bulmuştu ve bunun için de kanının son damlasına kadar çarpışacaktı. Neyse sözü uzatmayalım; müftümüz de baktı bu vaaz bitmeyecek, kısa kesip namaza geçti de gürültü de dindi.

Biz bir tezatlar toplumuyuz; hem bir oluşumun içine gireriz, hem de kuralları kendimiz koymak isteriz. İşimize gelmeyeni de ne yapar eder bertaraf ederiz.

Yine birkaç yıl öncesiydi.. Sanırım Kutlu Doğum Haftası kapsamındaki etkinliklerinden biriydi. Konuşmacı yine bir müftümüz.. Konuşmanın ilerleyen safhalarında yatsı namazı ezanı okunuverdi. Biz genç ve orta yaş grubu olarak ezanı pek üstümüze almasak da yaşlılar grubunda (grup dediysem 3-5 kişiyi geçmez) hafif bir dalgalanma oldu; bunu gören müftü olaya müdahale etti: “İlmi ve dini bir konu görüşülürken namaz bir süre ertelenebilir”. Bu söz üzerine yaşlılarımız oturacak gibi oldular, ama ancak birkaç dakika dayanabildiler. Kalkıp namaza gittiler; arkalarında müftüyü bırakarak.. İçlerinden belki de “Müftü de ne bilir, daha dünkü çocuk” diye geçiriyorlardı.

İşte durum böyle.. Biz nasıl bu hale geldik demeyelim, neticede halimiz bu.. Araba sürmek için ehliyete ihtiyaç olmadığını söyleyen de biziz, doktorluk yapmak için diplomaya ihtiyaç olmadığını da..

Bu arada, bugün evde öğle yemeği yerken tesadüfen bir televizyon kanalındaki kadın programlarından birindeki gündeme takıldım: “Yoga yapmak günah mıdır?” konusunu tartışmaya açıyorlardı. Diyanete sormuşlar; “dinimizde böyle bir şey yok” cevabını almışlar. Bir cevap da sanırım “bunlar boş işler” şeklinde gelmiş. Bu bizim yogi (küfür etmiyorum, yoga yapanlara deniyor) aynı zamanda tesettürlü sayılır, başı örtülü.. Kızını yoga sayesinde birtakım hastalıklardan kurtardığını iddia ediyor. Yanında bir kız vardı (kızımıydı bilmiyorum), beraber yoga yaptılar, bir de hocası olduğunu söyleyen bir bayan.. O da yogayı tarif ediyordu seyirciye. Konuklar falan derken aralarında biri vardı; muhtemelen din adamı sıfatı ile çıkarmışlardı programa.. Yüzü tanıdık geldi; popüler tartışmalarda boy gösteren, Arapçayı iyi bilen, tartışma programlarında ilahiyat hocalarını yenme duygusunu tatmin etmeye çalışan bir genç.. İsmini vermeyeyim; onu da kavga etsin diye çıkarmışlar. Ya da başkası çıkmayı kabul etmemiştir..

Başı örtülü bayan yoganın faydalarından bahsediyor, genç ise onun kökünde dini inançların yattığını ve spormuş gibi lanse edilerek ileride bu faaliyeti gerçekleştirilenlere karşı dini altyapı çalışmaları yapılacağını iddia ediyordu. Bu arada yoginin hocası da devreye girdi ve savunmayı güçlendirmeye çalıştı. Bir yandan bu faaliyetin insanın ruhi dengesini güçlendireceğinden vs. bahsediyorlar, bir yandan da tezat teşkil edercesine ufaktan ufaktan sinirlenme alametleri gösteriyorlardı.

Yogiler bunun dini bir faaliyet olamayacağını, çünkü bir peygamberinin olmadığını söylüyorlar; bizim genç de reddediyor ve görünce eğilip ayağını öptükleri bir zâttan bahsediyordu. Bu arada bizim örtülü yogi ise yanındaki mütemadiyen gülümseyen genç kız ile toplumun önünde mütesettir bir bayanın yapmaması beklenen hareketleri yapıyor ve “yoga yapıyorum, mutluyum” mesajı veriyordu.

Üç aşağı beş yukarı derken her zamanki gibi toz duman içinde kimse bir şey anlamadan program kapatıldı ve amaca ulaşıldı. “Öküzün altında buzağı aramaya” alışkın olduğumuzdan hemen bu konuda ne mesaj aldığımızı düşünmeye başladım. Sanırım almamız gereken, daha doğrusu aldığımızı sanmamızı istedikleri mesaj şu idi: “Yoga dine aykırı değildir, bak tesettürlüsü bile yapıyor, gelin bize katılın, modernleşin”.. İlk bakışta “Vaaay, dindarları böyle kandıracaklarını zannediyorlar, yer miyiz biz? İstemeyiz yoga moga, saldırın!” şeklinde bir tepki vermemizi beklediklerini ve buna göre gardımızı almamızı bekliyorlar gibi düşünebilirler. Korkmayın! Mesaj dindarlara değil, onların da derdi din değil..Onların derdi ceplerini doldurmak; ceplerini de fakir-fukaranın, garip-gurebanın parasıyla dolduramayacaklarını iyi biliyorlar. Mesajı aslında parası olan modern görünme heveslisi olan kalburüstü adamlara.. İzah edeyim; şöyle diyorlar: “Ey halkım, bakın şu yobazlara! Bizim masumca yaptığımız, sırf sizi bu sıkıntılı bunalımlı günlerinizde bir nebze olsun rahatlatsın diye her şeyi göze alarak gerçekleştirmeye çalıştığımız faaliyetleri dinde yeri yok diye, nasıl da tu-kaka ilan ettiler. Bunlar zaten yobazdır, biz size söylememiş miydik? Bakın! Sırf kendileri gibi düşünmüyor diye bu saf, masum, üstelik kendileri gibi dindar olan yogiyi dahi nasıl tefe koyup çaldılar. Boş verin siz onları; biz bize yeteriz. Gelin şu yoga salonunu hıncahınç doldurup birlik ve beraberliğimizi gösterelim onlara. Kendimiz için bir şey istiyorsak namerdiz!”.

Mesaj içeriye anlayacağınız.. Yoga yaptırarak kimden para tırtıklayacaklarını iyi biliyor ve –haklarını vermek lazım- güzel bir ticari strateji izliyorlar. O altı kaval üstü şişhane – pardon yarı tesettürlü- bayanın da yakın bir zamanda küçük çaplı bir “Fadime Şahin vakası” olarak tarihteki yerini alıp, başını açarak “din dedikleri buysa ben yokum” tarzı bir gösteri içine girdiğini görürsek şaşırmayalım. Çok mu komplo teorisi gördük yoksa hayal gücümüz mü zengin bilemiyorum.

Yine bir Kurban Bayramı arifesindeyiz. Bu sene kim bilir ne lüzumsuz tartışmalar açılacak derken yoga olayı patlak verdi. Dikkat çekici olan ise genellikle bu tür tartışmaları açanların sanki dini bir problemi halletmeye çalışıyor görünmesidir. Hâlbuki onlar gündeme getirmeseler, o konuları kimsenin problem ettiği yok. Kendi icat ettikleri problemi çözüyor gibi görünüp bu durumdan nemalanıyorlar. Ama ne çözme niyeti var, ne de icraatı.. Bekliyoruz şimdi merakla; acaba ne problemlerimiz varmış diye..

Xxx

Hepiniz çoban ve kunduracı kardeşlerin hikayesini bilirsiniz: Birisi şehir içinde ayakkabı tamirciliğine başlar; diğeri ise günahlardan uzak kalmak için dağda çobanlık yapmaya başlar. Zamanla çoban olan kardeş keramet göstermeye başladı. Kendindeki bu hali gören çoban bir de şehirdeki kardeşinin manevi halini düşündü ve ona acımaya başladı: O kadar günahın arasında durumu nasıldı ki! Onu ziyaret etmeye karar verir. Koyunlardan sağdığı sütü bez torbaya doldurarak şehrin yolunu tutar. Kardeşini bulur. Torbadaki sütü duvardaki çiviye asıp hal hatır sormaya başlar. Keramet eseri süt bez torbadan dökülmemektedir. O sırada gelen bir hanım ayakkabısını tamir ettirmek için çıkarınca çoban topuğunu görür. Kadın ayakkabısı tamir edilip giderken daha önce görmediği bir manzara ile karşılaşan çobanın da aklı karışmıştır bir kere. Tabi ki o anda da duvardaki süt bez torbadan damlamaya başlar. Ayakkabı tamircisi olan kardeş ona insanlardan uzakta, dağ başında veli olmanın kolay olduğunu, marifetin insanların içinde veli olabilmek olduğunu söyler. Çoban ise hala kendisinin başına bu olayın bir defa geldiğini, ama bu insanların içinde yaşayan kardeşinin başına ise her gün her an gelmekte olduğunu düşünmektedir. Yani kardeşinin kendini koruyamamakta olduğunu düşünmektedir. Bunun üzerine ayakkabı tamircisi kardeş şahadet parmağını ağzına götürüp dilinin ucuyla ıslattıktan sonra torbanın süt akan kısmına götürür ve “Bismillah” diyerek bastırır. Ve sütün damlaması sona erer. Bu olayı gören çoban kardeşinin durumunun düşündüğü gibi olmadığını anlar ve pişmanlık içinde kardeşine hak verir:”Sen haklıymışsın kardeşim, asıl mesele dağ başına kaçmak değil, insanların arasında kendisini muhafaza edebilmekmiş” der.

Muhalif yaşamak dedik.. İnsanları en iyi arasına karışarak değerlendirebiliriz. Bazı meslek grupları insanları tanımak için birebirdir. Ve bu meslek grupları insanlarla direk temas kurulanlardır. Öğretmenlik, polislik, esnaflık ve doktorluk… Daha da vardır ama bunlar ilk anda akla gelenler.. İnsanlarla direk haşır-neşir olunan meslekler onları daha yakından tanımaya vesileye olurken, bu tanışıklığın yıpratıcı etkileri açısından da zorluk dereceleri yüksektir.

Çoğumuz; çocukluğumuzda kafamızda oluşan insan tipiyle büyüdüğümüzdeki tipi karşılaştırıp hayal kırıklığına uğrarız. Gördüğümüz manzara hiç de öyle tarih kitaplarındaki milli prototiple uyuşmamaktadır. Yaşadığımız şoku atlatmak için insanlardan uzaklaşmayı hayal etmişizdir hep.

İnsanlar kendi toplumlarını en iyi kalabalık yerlerde tanır.. Okullarda başlar, askerlikte devam eder ve meslek icrasında zirveye oturur. İçimizden üniversiteye gidenlerimiz olmuştur. Liseden saf arkadaşlıklar ortamından çıkıp o hengameye girdiğimizde ilk şoku yaşamıştık.. orada biraz piştik ve askerlik geldi ardından. Acemilikteki bölük komutanımızın sesi hala kulaklarımda çınlar. Bizden ordu komutanı geldiğinde, ihtiyaçlarımızı sorduğunda “açız” diye bağırmamamızı istiyordu. Herkes öyle yapmıştı çünkü.. O kadar imkan önüne serildiği halde bir bahane bulamayan yurdum insanı yemeklerin yetmediğinden şikayet ediyordu. E tabi, spor yapmamış kelli felli, göbekli möbekli yüzlerce doktor, biraz disiplini, biraz hareketliliği görünce iştahı artmıştı. Ama kondisyon yapmanın tam zamanı diyeceğine muhalefet olsun diye “açız” diye bağırıyor. Sonra aynı bölük komutanımızın bir başka sözünü hatırlıyorum: “Eşyalarınıza sahip çıkın, burada hırsızlık olur, doktor moktor demeyin; donunuzu bile çalarlar”. İçimizden “yok artık” dedik ama yine de kuşkularımız vardı. Nitekim ilerleyen günler bölük komutanını haklı çıkarmıştı.

Acemilik bitip dağıtım yapılınca kısmetimize okuduğum üniversiteye 500 metre mesafedeki bir kışlanın reviri çıktı. Ne yalan söyleyeyim “buradan emekli ol” deselerdi, o zamana kadar askerlik yapardım orada. Ama gel gör ki bizim askerler o kadar huzurlu olmaları gereken yerde hiç yoktan iş bulamazlarsa birbirleriyle uğraşıyorlardı. Revir kısa dönem askerlerinden bir öğretim görevlisi ve yedek subay psikologumuz saçları ağararak, hatta bir miktarını da dökerek bitirdiler askerliklerini.

Sonra askerlik de bitti ve döndük yine doktorluğumuza. Karşımıza gelen her vakada ayrı bir problem.. Vaka dediysem klinik olanlardan değil.. Yaa sabır..

Bizim bir odamız var.. Gayet faaller(!) aslında. Cenaze haberleri ve seçim öncesi eylem hazırlıkları konusundaki bilgilendirme çabaları muhteşem. Ama ne yazık ki pistlerde göremiyoruz. 5-6 yıl önce işyeri hekimliği sertifikası aldık; bir hevestir.. Ama ne yazık ki bu güne kadar hiçbir haber çıkmadı. Güya sıraya sokacaklardı bizi. Bu yıl zahmet edip mesaj gönderiyorlar sıraya girmek için başvur diye. “Günaydın” dedim içimden; sonra da “iyi geceler” seslice.. Aile Hekimliği Sistemi geliyor; işyeri hekimliği lağvediliyor, herkes çil yavrusu gibi odadan kaçışıyor, biz listeye gireceğiz.. Niçin; aile hekimliğine direnmek için.. “Son saf” diye bir film çevrilirse bize başrol verecekler.

Siyaset(olumsuz anlamıyla), adam kayırma, yalan-dolan sinmiş dört yanımıza.. Herkes bir şeylerden çıkar umuyor. Kimin sağdan kimin soldan yaklaştığını bilemez hale geldik.

Xxx

Doktor hasta diyalogları dışarıdan mizah malzemesi olarak görülse de içeriden bakıldığında doktor açısından yıpratıcıdır. Frekanslar tutmadı mı insanın ömrünü yer. Mesela başıma gelen bir olayı anlatayım: Maddi durumunun yerinde olmadığını iddia ettiği komşusunu kolundan tutar ve sağlık ocağına getirir.
“Doktor Bey, sakıncası yoksa muayene edip onun ilaçlarını benim karneye yazabilir misiniz? Maddi durumu iyi değil de..”
“Karnesi yok mu? Yeşil kartı falan..”
“ Alamamış yeşil kart”
“Neden?”
“???”
“Yazamam, sakıncası var.. Biiiir, kanunen yasak. İkiiii, kendimi devlet yerine koyup tüyü bitmemiş yetimin parasını kimseye veremem. Sizinle bir anlaşma yapalım, elimde olan numunelerden ilaçların çoğunu ben size vereyim, geriye bir tane ucuz ilaç kalıyor, onu da siz alın.”
Olur manasına kafasını sallar. Elimdeki numunelerden yaklaşık 20-30 YTL tutarında olan ilaçları verdim. Yazdım kalan tek kalem ilacını bir reçeteye ve kayda gönderdim. Aradan bir iki dakika geçmeden şahıs tekrardan geldi.
“Doktor Bey, şu bir tane ilacı da benim reçetenin altına ekler misin?”
“Madem oraya ekleyecektim, o kadar ilacı niye verdim size, hem ben yarım saattir ne anlatıyorum ki!”.
“Tamam, tamam, haklısınız doktor bey” dedi ve mahcup bir şekilde geri döndü. Döndü dönmesine de benim hala kuşkularım var anladığına dair.

(*) Devam edecek..

03.12.2008 Saat 09.30

 
Toplam blog
: 32
: 859
Kayıt tarihi
: 04.12.08
 
 

Hayatı yaşanabilir kılan bilgidir... Vakit buldukça yazmaya çalışıyorum. Yazılamayan, kaydedileme..