Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mayıs '08

 
Kategori
Sosyoloji
 

Muhayyer kanaatler asrı ve Laiklik

Muhayyer kanaatler asrı ve Laiklik
 

Hayata dair öğrenebildiğim tek gerçek: Hayatın; tek, genel geçer ve kesin hükümlerinin olamayacağı, her kavramın ve hükmün, zaman ve mekanla ilintili , kaotik bir izafiyete bağlı olarak değişebileceği gerçeğidir.

Bu kanaat; daha önce "akan suda iki kez yıkanılmaz" ya da "değişmeyen tek şey değişimin kendisidir" olarak ifade edilmiş olsa da; dünyadaki tek gerçeğin, "devinim" ve "değişim" olduğunu bir kere daha belirtmekte herhangi bir beis görmüyorum.

Bilgi çağı nimetlerinden yararlanan modern insan; hem devinim ve değişimden bahsedip hem de uygarlık tarihi boyunca yaşanmış bütün çatışmaları ve sorunları (din, ırk, kültür, sınır, medeniyet ve sınıf) hala büyük bir çelişkiler yumağı olarak karşısında görmesi; hayatın, hem sanıldığından çok daha basit hem de karmaşık olduğunun ispatıdır. Bu hüküm, Aristo'nun çelişmezlik hükmüyle çeliştiği için mantıksız bulunabilir. Ama, Hegel'in diyalektik kuramına uygundur.

Aslına bakılırsa; Zaman'ın kendisi de çok tartışmalı bir kavramdır. Batı düşüncesi zamanı, doğrusal ve düz bir çizgi olarak algılarken, Doğu düşüncesinde ve kültürlerinde zaman; muğlak bir kavramdır. Yani, doğrusal bir süreç değildir. Batıda, dün, bugün ve yarın varken; doğuda, zaman bir bütündür ve hepsi iç içedir. Bir başka ifadeyle; batı da zaman, somuttur. Doğu da ise soyut.

Zamanı; ister batının kesinliği ister doğunun muğlaklığı ile algılayın, öyle zamanlar gelir ki; tek tek insanlar, halklar, dinler, ideolojiler hatta ülkeler bile rüyadan uyanır. Bir an da kendi çıplak gerçeklikleriyle yüz yüze kalırlar.

Bütün varsayımların, dogmaların, elde var birlerin, aksiyomların, postulatların, beklentilerin, hayallerin, umutların hatta tavizsiz gibi gözüken kesin hükümlerin dahi hükümsüz hale geldiği o beklenmedik an da; yeni gerçeklikler, ansızın ve buz gibi karşımıza çıkar. Keskin bir kırbaç gibi yüzlerimize çarpar.

Eğer, yaşamlarınız böyle biz zamana denk gelmişse; fark edersiniz ki, Tarih denilen süreç; yaşanılıp geride bırakılmış eski olayların yer aldığı kronolojik bir dizin değil, aksine; toplanarak bugüne aktarılan ve halihazırda sizin de içinde yer aldığınız taze ve capcanlı olgular bütünüdür.

Ne Mevlana'nın ne de Tomasso'nun düşünceleri düne ait değildir. Birinci Dünya savaşı 1918'de bitmemiştir. Haçlı seferlerine sadece ara verilmiştir. 1789 Burjuva Devrimi, kralın giyotine gönderilmesiyle sona ermemiştir. Laisizm kavgası, bütün şiddetiyle bugün dahi doğduğu topraklarda devam etmektedir. Cumhuriyetin kurulması, Memaliki Osmaniyye'nin yüzleşmek ve çözmek zorunda olduğu beşeri ve siyasi sorunların hiç birini çözememiş ve hepsini günümüze kadar taşımıştır.

13. Yüzyılda; Şamanist, Budist, Mecusi ve İslam düşüncesini, Hint, Arap, Fars ve eski Yunan felsefeleriyle sentezleyerek bunları Horasan'dan Anadolu'ya taşıyan, burada da; Ortodoks Hıristiyanlık ve otantik kültürlerin oluşturduğu düşünceleri İslam’la bağdaştıran Mevlâna Celalettin Rumi, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli ve tüm mutasavvıfların insanı ve sevgiyi esas alan düşünce ve felsefelerinin çağdaş ve evrensel boyutunu ne bugün ne de yarın için inkar etmek haddimiz değildir elbette.

Aynı dönemlerde; Aquinolu Tomasso'nun yazmaya başladığı ( 1266) Summa Theologiae de, günümüzün Roman Katolik Kilisesinin inanç ve çalışmalarına mesnet teşkil etmişti. Tomasso, ilk kez Hıristiyan düşünceyi Aristoteles'in bilimsel tezlerini esas alan "Fizik" adlı eserindeki bilimsel dünyayla bütünleştirmişti. Tomasso'yla birlikte, Batı dünyası ve Hıristiyan felsefe; akıl ve özgür iradeyi de tartışma alanı içine almıştı. İslam filozoflarının, daha 9 ve 10. yüzyılda derinlemesine tartıştıkları pek çok fenomen, Batı'nın gündemine daha yeni giriyordu. Ama laiklik kavramı bir kaç yüz yıl sonra ortaya çıktı.

Şu günlerde, hem Türk hem de Avrupa medyası sık sık laisizm dogmasından bahsediyor. Her nedense, ne Barosso ne de Olli Rhen, bu kavramın; Aydınlanma çağında, aristokrasi egemenliğine ve kilise bağnazlığına karşı çıkan, pozitivist felsefeyle birlikte rasyonalizmi ülküleştiren burjuva sınıfının, iktidar mücadelesinde kullandığı en etkin araç olduğunu söylemiyor. Ayrıca; laikliği, rasyonalizm ve ulusal egemenlikten ayırarak, tek başına tartışmak da sosyolojik çarpıtmanın bir başka biçimidir.

Hem Fransız tipi hem de Türk tipi laiklik; karakteri icabı, Jakoben (tepeden inmeci anlamında) olmak zorundadır. Sosyolojik hiç bir temeli olamayan, Demokratik Laiklik safsatasını ileri süren AB komisyon başkanı Barosso’nun; hem batı, hem de Hıristiyan düşünce hakkında “Fransız olduğu” düşünülemez elbet. Ama, bu saçma sapan öneriyi anlamamız da ne yazık ki mümkün değil.

Daha düne kadar ( belki de bugüne kadar) Batı düşüncesi; Kilisenin, bağnaz, tekil ve vahşi uygulamaları üzerine inşa edildiğinden; Batı’nın, ne İslam’a ne Türklüğe ne de Yahudiliğe tahammülü olmadığını, ortaçağ boyunca kilise bağnazlığı ve engisizyon (soruşturma) mahkemeleri aracılığı ile Hıristiyan dogmalarının dışında farklı hiç bir düşünceye fırsat tanımadığını, bu nedenle de batı düşüncesi kendi içinden bir Mevlana çıkartamadığını söylemiyorlar. (Bu yok edici düşünce tarzı, en son Bosna'da Müslüman katliamıyla ortaya çıkmıştır)

Sınıfsal amaçlı bir araç olsa da; laikçiliğin, sanki demokrasinin olmazsa olmaz bir aracıymış gibi sunulmaya çalışılması da yanlıştır. Sosyolojik açıdan bakıldığında; laisizmin, ne demokrasiyle ne de cumhuriyet rejimiyle hiçbir alakası yoktur. Doğrudan, devletin kuruluş felsefesiyle yani devletin temeliyle ve egemenlikle alakalıdır. Daha açık bir ifadeyle; modern kamu yönetimine mesnet teşkil eden yasalar, tanrıya ait olduğu iddia edilen değiştirilemez ve tartışılamaz dini yasalar ( şeriat) değil; insan aklının eseri olan değiştirebilir ve tartışılabilir yasalardır. Kamu yöneticileri tanrıya karşı değil halka karşı sorumludur. Ve kesinlikle meşruiyetlerini tanrıdan almazlar. Hakimiyet, tanrıya değil kayıtsız şartsız millete aittir. Günümüz Avrupa'sında, Norveç, Danimarka, İngiltere ve Yunanistan gibi -bu manada- laiklik iddiası taşımayan, bazılarının kral ve kraliçelerinin, hala Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi olduğuna inanılan demokratik ülkeler varken; laiklikle demokrasi arasında doğrudan bağ kurmak siyaset bilimi açısından da doğru bir yaklaşım değildir.

İnanç özgürlüğü bağlamında bakıldığında ise; laikliğin, doğu uygarlıkları içinde en doğal haliyle var olduğu söylenebilir. İslam ve diğer doğu kültürlerinde; gündelik hayat içinde başat bir biçimde, ırkçılık ve din ayrımcılığı geleneğinin olmadığı, dolayısıyla da; laiklik kavramının, bizim kültürümüze sonradan ithal edilmiş eğreti bir kavram olduğu da söylenebilir.

Modern Türkiye tarihine göz ucuyla dahi bakıldığında; kurucu iradenin devletin temel kuruluş felsefesi olarak benimsediği pozitivist akılcılığın, hem kamu yönetimi hem de sosyal hayatta egemen olmasını murat ettiği de açıkça anlaşılmaktadır. Bu arada, İslam esaslı bir toplumundan modern bir ulus yaratmanın başkaca bir çaresinin de olmadığını da cesaretle söylememiz gerekmektedir.

Tüm bu nedenlerle; Türk tipi laiklik, başlangıçta Türkiye toplumu açısından üzerinde uzlaşılması gereken bir kavram olmak zorunda değildi. Bugün de değil. Zaten, böyle bir soyut kavramda uzlaşmak eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu aykırılık , laik düşüncenin ve rasyonalizmin eğitim yoluyla genç nesillere benimsetilmesine ve içselleştirilmesine mani değildir. Tevhid-i tedrisat bunun için vardır. Yani, bilinen ifadesiyle laiklik; din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil, devletin bizatihi dini, cemaatlere ( kilise anlamında) bırakmayıp kontrol altında tuttuğu bir uygulama şeklidir. Zaten, halifeliğin kaldırılması, Tekke ve zaviyelerin kapatılması da bu yüzdendir. Hem Türkiye tarihi hem de Türkiye sosyolojisi açısından , "demokratik laiklik" önerisi tam bir zırvadır.

Batı'da da laikliğin doğuş gerekçesi, on bin yıllık tanrısal egemenliğin yeryüzüne indirilme iddiasıdır. Tanrı tanımazdır. Özünde çatışma unsuru taşır. Laikliğin hayata geçmesi için oluk oluk kan dökülmüştür. Bu nedenle Fransız devrimini esas alan ve modernlik iddiası taşıyan her devlet, kendi bekası açısından “dayatmacı olmak” zorundadır. Türkiye Cumhuriyeti de bu manada modernlik iddiası taşıyan devletlerden biridir. Laiklikle oynamak, ateşle oynamaktır. Yani, devleti ortadan kaldırmakla eş anlamlıdır.

Üniter yapı geleneği , Türkiye Cumhuriyetine Doğu Roma ve Osmanlı'dan mirastır. Laiklik ise Fransa'dan geçmiştir. Ayrılıkçı ve İslamcı partilerin sürekli olarak kapatılmasının esas nedeni budur. Bu husus, demokrasiyle alakalı bir olgu değildir. ileride bir gün; Türkiye AB tam üye olsa, demokratik yaşam biçimi tüm kurum ve kurallarıyla uygulansa dahi bu tür partilerin kapatılması daha uzun yıllar devam edecektir.

Esasen, İslam Şeriatı, temelini Mezopotamya’dan alır. Modern hukukun esasını oluşturan Roma Hukuku da (İstanbul’da kaleme alınmış olan Codex Justinaus) aynı kaynağı kullanmıştır. Tek fark; şeriat, ilkel tarım toplumu paradigmasının geçerli olduğu 6000 yıl öncesinde donup kalmıştır, modern hukuk ise sürekli değişmektedir. (Vahabi Suudi Arabistan'da tanrıya küfretmenin cezası idamdır. Çünkü, 6000 yıl önce de idamdı)

Laiklik özünde çatışmacı bir karakter taşısa da medeniyet uzlaştırmacı olmak zorundadır. Elbette medeniyet, yalnızca para, borsa, banka, top, tüfek ve teknoloji değildir. İnsanın, duygu, düşünce, yaşayış, dil, inanç ve dünyayı anlama gayretlerinin tümü, gelmişi ve geçmişiyle medeniyeti ifade eder. Batı merkezli propagandaların aksine; medeniyet küreseldir. Tek bir dine, kültüre ve coğrafyaya da ait değildir. Halklar, kültürler ve dinler medeniyete katkıda bulunurlar elbette. Yeryüzünde yaşayan her insan, dünya medeniyetinin bir parçasıdır. Bu yüzden; her insan , medeniyeti ilk önce kendi içinde ve kendi kültüründe aramalıdır.

Medeniyet, bir çatışma aracı değil aksine bütünleştirici bir kavramdır. Ne yazık ki batı; günümüzde, medeniyeti yeniden küresel bir çatışma ve yağmalama aracı olarak kullanma iddiasındadır.

Karşımızda duran en büyük ve yakın tehlike; ne laiklik tartışması ne de türbandır. Medeniyeti, BARIŞ, SEVGİ ve KARDEŞLİK olarak değil PARA, SİLAH ve TEKNOLOJİK üstünlük olarak gören siyasal Hıristiyan temelli bir zihniyetin dünyayı yeniden kana bulama planları yapmasıdır.

Maalesef, günümüz Avrupa'sında da kullandıkları sözü kulağı duymayan "çapsız adamlar" iş başında.

Oyuna gelmeyelim.


A. Mesut Tatlıpınar

 
Toplam blog
: 47
: 3759
Kayıt tarihi
: 17.02.08
 
 

İstanbul'da doğdum. Şişli Lisesi'ni ve MÜ Siyasal Bilimler Fakültesi'ni bitirdim. Daha sonra, İ.Ü..