Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mart '16

 
Kategori
Eğitim
 

Muhtarın kızı

Muhtarın kızı
 

 

                Necmiye Yenice’yi, Paşayiğit Ortaokulu’na dördüncü kız öğrenci olarak kaydettiğim gün çok mutluydum. Son ders bitmiş, öğrenciler dağılmıştı ki, köy muhtarı Şaban Akkaya geldi okula. Çaylarımızı yudumlarken onunla da paylaştım sevincimi. Ve bir ara, yakından tanımak için kendisini:

                “Ee, sevgili Muhtarım; sende ne var çoluk çocuk?” diye soruverdim.

                “Ellerinden öper dört kızım var, Hüseyin Bey!”

                “Allah bağışlasın! Dört kız… Ne güzel!.. Yaşları, başları nedir bakalım?”

                “İlk iki kızım Ayşe ve Hava gelinlik çağında… Üç numara Hatice önceki yıl bitirdi ilkokulu. Geçen yıl da Kur’an Kursu’nu tamamladı. En küçüğü Fatma… O, ilkokula gidiyor henüz.”

                Beynimde şimşekler çakmaya başladı: Ayşe ve Hava için yapacak bir şey yoktu da… Ya Hatice?..

                İlkokulu da bitirmiş, Kur’an Kursu’nu da… Yaşı olsun olsun da on üç, on dört… Evleri de ortaokulun hemen yanı… Aşağı Mahalle’den Selvet Can’ı, Yukarı Mahalle’den Necmiye Yenice’yi alıyordum da, Orta Mahalle’den okula en yakın evin kızını niçin almıyordum?

                Bu okulun açılması için en çok emek harcamış bir insanın kızını almamak, haksızlık değil miydi?

                Düşüncemi bir bir anlatıp:

                “Gel, Hatice’yi de alalım bu okula, sevgili muhtarım!” dedim.

                “Teşekkür ederim ama Hatice için geçti artık. Geçen yıl olsaydı, neyse de…” diye olumsuz bir tavır takınmasın mı?

                Doğrusu ya, bunu beklemiyordum O’ndan. Ancak, böyle bir karşılık aldım diye pes edecek değildim hemen:

                “Hatice için, hiç de geçmiş değil vakit…” diye başlayıp anlattım uzun uzun.

                “Anlıyorum Hocam, dedi; anlıyorum da hayır dememin asıl sebebi şu: Kızım, Necmiye Yenice ve Emine Ören gibi okumaya fazla meraklı değil. Hele hele matematik gibi bazı dersleri hiç sevmiyor. Ortaoku, ilkokula benzemez tabiî. Başarısız olursa, çocuk da üzülür, anne – babası olarak biz de…”          Karşılıklı konuşmalarda, karşınızdaki insanı iyi dinleyip onu iyi ve doğru anlamak çok önemlidir. Övünmek gibi olmasın, ben iyi bir dinleyiciyimdir. Dolayısıyla, karşımdaki insanın ne düşündüğünü doğru anlarım genellikle.

                Nasıl ki, tıpta en önemli konu “teşhis”, yani rahatsızlığa neden olan hastalığın ne olduğunu belirlemek, tanımak ise, (o nedenle teşhis yerine “tanı” deniyor şimdi) insanlar arası ilişkilerde ve sorunlarda da ilk yapılacak iş “teşhis” olmalı.

                Teşhis doğru yapılırsa, tedavi başarılı olur. Teşhis yanlışsa, verdiğiniz ilaçlar hiçbir yarar sağlamayacağı gibi; aksine zararlı olur.

                Yaklaşık 35 yıldır halledemediğimiz gibi, aksine her geçen gün artarak devam eden “terör” dediğimiz şu problemi çözememişsek, nedeni budur. Yani, en baştan yanlış teşhis konmuştur hastalığa.

                Körükle de sönmez ateş, benzinle de… Aksine güçlenir.

                Affedersiniz, affedersiniz!

                Ben, 1969’da Paşayiğit Köyü Muhtarı Şaban Akkaya ile konuşuyordum; söz nereye kayıp gitmiş böyle?

                Hastalıkları uzman doktorlara, terörü büyük devlet adamlarımıza bırakalım da asıl konumuza dönelim biz yine.

                Evet, “Sevgili Muhtarım”ı laf olsun diye değil, anlamak için can kulağımla dinliyordum. Ve sözünü kesmeden hiç… Ve bir kez olsun, “Yanlış düşünüyorsun” demeden…

                Sözü bitince, “Haklısın!” dedim. “Senin yerinde olsam, ben de böyle düşünür, ben de böyle söylerdim.”

                Şöyle bir soluklandıktan sonra:

                “Ancak Sevgili Muhtarım, sen de çok iyi bilirsin ki, her çocuk ayrı bir varlıktır. Kimi matematikte başarılı olur, kimi resimde… Kimi Türkçe, yabancı dil gibi derslerde başarılı olur, kimi sporda, müzikte… Hatice kızımız matematiği sevmiyor diye, O’nu Emine’den ve Necmiye’den başarısız kabul edemeyiz. Ben söz veriyorum sana; matematiği de, fen bilgisini de sevdireceğim O’na.”

                “Bilmem ki, annesi ne der?”

                “Sen evet dedikten sonra, annesi hayır demez.”

                “Yengeni tanımazsın, her zaman, her isteğime evet demez O.”

                “Başka konularda öyledir belki. Ona bir şey demem de bu konuda hayır demez kesinlikle. Hangi anne, kızının okumasını istemez ki!”

                “Hatice ne der, onu da bilmiyorum.”

                “Sorarız kendisine. Ben son dersten sonra görüşmek isterim kızımızla. Mümkün mü acaba?”

                “Tabiî… Siz ne zaman müsait olursanız, hizmetli Mustafa’yla haber gönderin, gelsin.”                            Bu işi olmuş bitmiş sayıyordum ama çayı görmeden de paçaları sıvamanın gereği yoktu.

                Yine de yarı yolu çoktan aşmış, hedefe yaklaşmış gibi görüyordum kendimi. Evdeki hesap çarşıya uyacak mıydı bakalım!

                Son dersten hemen sonra, hizmetli Mustafa ile haber gönderdim Hatice’ye.

                Çok geçmeden geldi. Güler yüzlü, kumralca bir kız…

                Necmiye ve Selvet’e göre daha bir serbest, daha bir çekincesiz.

                Ee, olacak o kadar, muhtarın kızı o!

                Nitekim, “Okumak ister misin?” soruma, “Neden istemeyeyim ki!” diye cevap verdi hemen.

                “Bu iyi işte! Pekiyi,  seni bu okula öğrenci olarak almak istesem, ne dersin?”

                “Ben, iyi olur; derim de…”

                “Evet…”

                “Annem, babam ne der acaba?”

                “Sen, ‘Ben okumak istiyorum’ dersen, ne derler?”

                “Annemin hayır diyeceğini sanmam da, babam ne der, bilemem.”

                “Babanı ikna etmeyi bana bırak. Yeter ki sen O’na, ‘Ben de okumak istiyorum. Okuyan kızlardan ne eksiğim var benim!’ de. Tamam mı?”

                “Tamam öğretmenim.”

                “Bu akşam, mümkündür ki, sorabilir baban. O sormasa bile, yemekten sonra bir kahve yap babana, o kahvesini yudumlarken, sen aç konuyu:

                “Babacığım, bugün ortaokuldan Erkan Öğretmen çağırdı beni. ‘İstersen, seni bu okula alırım’ dedi. Ben de ‘Babam izin verirse, elbette isterim’ dedim. ‘Ne olur babacığım, izin ver, ben de ortaokula yazılayım’ de. Annen ve ablaların da destek verirlerse, inanıyorum ki, hayır demeyecektir baban. Anlaştık mı?”

                “Anlaştık öğretmenim.”

                “Unutmak yok. Bu akşam, yemekten sonra… Baban kahvesini içerken… İsteğini söyledikten sonra da, cevabını beklemeden, ‘Lütfen evet de babacığım’ deyip coşkuyla sarılarak yanaklarından şapur şupur öpüver. Benim bildiğim hiçbir baba, kızının bu tür bir isteğine hayır diyemez. Senin baban da kırmayacaktır seni. Yarın sabah da nüfus cüzdanınla ilkokul diplomanı al gel. Anlaşılmayan bir şey var mı?”

                “Hayır öğretmenim. Anladım.”

                “Haydi öyleyse. Şimdi gidebilirsin. Sabah, müjdeli haberinle birlikte seni de bekliyorum mutlaka.” diyerek uğurladım Hatice’yi.

                Beklenmedik bir engel çıkmazsa, olmuş gibiydi bu iş. Öyleydi, öyleydi de… Belli mi olur?

               Hele bir yarın olsundu, bakalım!

     Hüseyin Erkan

huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

             

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..