Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Şubat '14

 
Kategori
TV Programları
 

Muhteşem Yüzyıl - Şehzade Mustafa/ Gözlerim yetmedi, ruhum kan ağladı ve cellat gerçeği

Muhteşem Yüzyıl - Şehzade Mustafa/ Gözlerim yetmedi, ruhum kan ağladı ve cellat gerçeği
 

“Hükmü Sultan olmazsa, hata gelmez cellattan”


Tarih 12 Şubat 2014 olarak atılırken, ekrana da izleyenler tarafından bir tarih atıldı ve Şehzade Mustafa idam edildi. Hem de en acısından!

Beklide senaristlerin tarihe en yakın yazdıkları bölüm acı ile karışık göz kamaştırdı. O devre dönebilsek sanırım daha da farklı izler değecekti gözbebeğimize, fakat gözümde “masalcı” olan senaristler dün gece acılı masallarını göndermeler yaparak çok iyi işlemişlerdi.

Hazırlanan Otağı ve çadırlar, sayıca çok figüranlar, atlar, kostümler, oyunculuklar gözleri üzerinde tuttu. Kanuni’ye giydirilen siyah kostüm kimliği daha da kötü kişiliğe yollarken, Şehzade Mustafa’nın beyaz kostümü iyi, temiz kimliğine ve kefene vurgu yapmıştı. Oysa ki, karakterleri hafif zırhlarla görmemiz gerektiğini bilen beni bile bu şiirsel vurgu “tam da tadıyla” dedirtti.

Kimi tarihçilerin Kanuni’nin otağında olduğunu yazdıkları infaz, kimi tarihçi tarafından “Kanuni, verdiği karardan dolayı çok ağladı, gözyaşlarını silecek kağıt yetişmedi. Şehzade Mustafa’ya otağında hal-hatır sordu, şefkatini gösterdi ve çadırına dönmesini söyledi. Şehzade Mustafa kendi çadırında bekleyen cellatlar tarafından öldürüldü. Kanuni, Mustafa’nın cenaze namazında defalarca abdest almak zorunda kaldı, çünkü gözyaşları sel olup aktı” diye anlatılmaktadır.

Masal yazan senaristlerin seçtiği infaz sahnesi Kanuni’nin, dizide ki karakteri ile tam örtüştü ve çok vurucu oldu.

Muhteşem Yüzyıl’ın en akılda kalıcı bölümlerinden birini ekranlarda izlemiş olduk!

Cellatların sahneleri herkesin cellatlar hakkındaki merakını kamçıladı! Ben de sizlere biraz cellatları anlatmak istedim. Yazımı yazarken ben çok acı çektim ve onları anlamaya çalıştım, umarım okurken de sizler anlamaya çalışırsınız. Zorunluluk olmasa kim seçer böle bir mesleği?

Cellât, Arapça "Kırbaçla Vurmak" anlamına gelen "Celd" kökünden türemiştir. Osmanlılar cellatlarını önce Hırvat devşirmelerden daha sonraları da Çingene ahaliden seçmiştir.

Halk onları ne kadar sevmezse sevmesin, onların da kendilerini haklı çıkaracak, mesleklerini ifade eden sözleri vardır elbet. Derler ki: 

“Hükmü Sultan olmazsa, hata gelmez cellattan”

16. yy da padişahın özel koruması olan dilsizler, aynı zamanda cellât vazifesini de görürlerdi. Dilsizler, padişahın en küçük bir işaretinin dahi ne anlama geldiğini çok iyi bilirlerdi. Sağır ve dilsizlere bu vazifenin tevdi edilmesi, mahkûmun son çığlıklarını duyup etkilenmemesi ya da kurbanın yalvarmasıyla merhamete gelmemesi içindi. Söylentilerin bazıları arasında, bu iş için seçilen kişilerin dilleri kesilirdi gibi tanımlamalar da bulunuyor.

İnfaz edilecek kimsenin yüzlerini görmemesi için göz yuvaları kesilmiş kar maskesi benzeri bir bere taktıklarına birçok seyahatnamede rastlanır. Bir dönem sağır-dilsizler tercih edilirken daha sonraları buna dikkat edilmedi.

Ölülerden ve ölümden bahsetmek her zaman korkutmuştur insanoğlunu... Düşünsenize ölümden bu kadar korkan insanların cellatlar için ne düşündükleri nedir? O yüzdendir ki kimlikleri her zaman saklanan cellatların mezarları da isimsiz ve siyaha yakın taşlarla bezendi. İşçilik yapılmadan dümdüz taşlara sahip olan mezarlar, cellatların ayrı yerlere defnedildiklerini de göstermektedir.

Her toplumda cellatlar korkulan hatta kimilerince lanetlenen kişiler olmuşlardır. Öyle ki Osmanlı döneminde cellatlar sadece yaşarken değil, öldükten sonra bile toplum tarafından dışlanmış ve mezarları bile ayrı tutulmuş.

Eyüp Mezarlığı'ndaki, Pierre Loti kahvesinin çevresinde yer alan ve başlarında dikdörtgen taşlar bulunan bu mezarlık dünyada tek cellat mezarlığı olma özelliğini taşıyormuş. Taşıyormuş diyoruz çünkü....

Yüzlerce cellatın mezarının bulunduğu bu mezarlar zamanla yok olmuş. Günümüze sadece sekiz dokuz tanesi kalmış durumda. Cellat mezarlarının yerinde şimdi apartmanlar ya da başka insanların mezarları yer alıyor. Bu kültürün yok oluşu beni çok etkiledi, kalan mezarların koruma altına alınması çok önemli, böylece kültürümüzün izlerini hem gelecek nesillere hem de dünyaya göstermiş oluruz.

O zaman burası İstanbul’un en uç noktası kuş uçmaz, kervan geçmez kimsenin uğramadığı doğru dürüst yolu olmayan yabani ağaçlar içinde ürkütücü bir yerdi. İstanbul’da iki yerde cellat mezarlığı olduğu bilinmektedir, Haldun Hürel.”İstanbul’u Geziyorum Gözlerim Açık” adlı eserinde bunlardan birinin, Edirnekapı’dan Ayvansaraya inen kara surlarının Eğrikapı civarında olduğunu yazar. Diğer bir cellat mezarlığı da Eyüpte, mezarlıklar arasından dar bir yokuşla çıkılan, Fransız yazar Pierre Loti’nin bir müddet yaşadığı, şimdilerde müze-kafe olan evin önünden gidilerek çıkılan, Karyağdı bayırında, Karyağdıbaba tekkesinin biraz ilerisindedirBuraya Karyağdıbaba bayırı denmesinin nedeni biraz aşağısında bulunan bir Bektaşi tekkesinden ileri gelir. Burası bugün normal mezarlık olmuştur, aralarda tek tük cellat mezarı kalmıştır. Bunların cellat mezarları oldukları ise mezar taşlarından anlaşılmaktadır. Osmanlı mezarlıkları, taş işçiliğinin en güzel örnekleri ile yapılmış mezar taşları ile doludur, burada gömülü insanların dünyada iken ne iş yaptıklarını mezar taşlarına bakarak anlamak mümkündür, vezir mi, denizci mi, subay mı yeniçeri mi, ulema mı, kadı mı? Hepsi mezar taşlarından anlaşılır.

Pekiyi,  Osmanlı'da cellatlar nasıl seçilirdi? Onlar neden böyle bir mesleği seçerlerdi? Tüm bu soruların cevabını Yaşar Karaduman'ın araştırmasında bulabilmek mümkün.

Sarayda verilen ölüm cezaları, Topkapı Sarayı bahçesinde bulunan bir çeşmenin önünde infaz edilirdi, cellatlar infazdan sonra kanlı baltalarını ve ellerini burada yıkarlardı, bu çeşmenin sağında ve solunda kesilmiş kafaların teşhir edildiği kelle taşları vardı bu taşlara ibret taşları da denirdi. Çeşmeye ise “Cellat Çeşmesi” adı verilmiştir. Cellat çeşmesi, Sultan 2. Abdülhamid Han tarafından Alman İmparatoru Kayzer 2. Wilhelm’in İstanbul’u ziyareti sırasında görmemesi için kaldırılmış, yerine Hamidiye Çeşmesi dikilmişti. Şu an cellât çeşmesinin yerinde bulunan Hamidiye Çeşmesi’nde, Padişah 2. Abdülhamid’in tuğrasının altında “El-Gazi Sultan 2. Abdülhamid Han hazretlerinin müceddeden ibnâ ve inşâ buyurdukları Hamîdiye Çeşmesidir” yazılıdır.

Cellatların kaldığı yer ise çeşmenin bulunduğu duvarın arakasındaydı. Bu çeşme halen Topkapı Sarayı'nın ön bahçesinde bulunmakta, her gün önünden ne olduğunu bilmeden yüzlerce kişi geçmektedir. Tarihine ve kültürüne sahip çıkmanın farkına vararak bu çeşmenin önünden geçerken tarihe bir selam çakın derim!

İnfazlar bazen de Yedikule Zindanları'nda yapılırdı. (Bu zindanlar ziyarete açıktır idamların ve işkencelerin yapıldığı yerler gezilebilir.)

İnfaz şekilleri, yani öldürme şekilleri, kişinin konumu, mevkii, rütbesine ve işlediği suça göre değişirdi. Osmanlı sultanları ve şehzadelerinin kanı dökülmez, yay kirişi, ip ve kementle boğularak öldürülürlerdi. Bu öldürme şekli Türklerin Müslüman olmadan önceki dinleri olan Şamanizm’den geliyordu. Doğan Avcıoğlu, “Türklerin Tarihi” adlı eserinin ikinci cildinde:” Şamanist Türkler kan akıtarak öldürmekten çekinirler, Osmanlı padişah ve şehzadeleri boğularak öldürülürdü” der.

İnfaz edilecek halktan biri ise, kelle kesme şekli uygulanırdı. İstanbul dışında, imparatorluğun uzak vilayetlerinde idam edilen devlet adamlarının öldürüldüklerini ispat etmek için, kesilen başları meşin bir torba konur, torba balla doldurulur, İstanbul’a getirilir, gümüş bir tepsinin içinde padişaha sunulur, beden ise öldürüldüğü yere gömülürdü.Bu nedenle, başı başka yerde, bedeni başka yerde gömülü iki mezarı olan devlet adamları, sadrazamlar çoktur.. Bunlardan en meşhuru Viyana kuşatmasındaki başarısızlığı ile başı kesilen ve bir bal torbası içinde İstanbul’daki sultana gönderilen ve sonrada denize atılan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa idi.

Bu kesilen başlar bazen de Topkapı Sarayı’nın ilk giriş kapısına asılır halka gösterilirdi. Bu kapı sarayın en dıştaki ilk kapısıdır, kesik başların konulduğu oyuklar halen durmaktadır. Kafalar üç gün kalırdı burada, bazen yüzlerce kafa olurdu.

Cellatlar, Müslüman olan kişilerin infazdan sonra başlarını, cesedi sırt üstü yatırarak koltuğunun altına (Kelle koltukta, sözü buradan gelir) , Müslüman olmayanları ise yüzü koyun yatırarak, başlarını kıçlarının üzerine koyardı.

 Çengel; İstanbul’da Eminönü'nde uygulanırmış. Bu ceza eşkıya ve korsanlar için uygulanırmış.

Çarmıh;  Kaba etleri bıçakla oyularak buralara gayet iri yağ mumları dikilir ve yakılırmış. Bir devenin üstüne konularak şehirde dolaştırılırmış, ölmezse akşamüstü idam edilirmiş.

Kazık;  mahkûm çırçıplak soyulurmuş,elleri ve ayaklan bağlanırmış,bilek kalınlığında gayet sert ağaçtan yapılmış bir yağlı kazığa çakılarak oturtulurmuş,Omuzlarına, çarmıhta olduğu gibi bir çift yağ mumu dikilirmiş,Gezdirilerek teşhir edilirmiş,

Aslında idam mahkumiyetinin bile bir ritüeli vardı.Bostancıbaşı, cellâtların başıydı. 16. yy da Bostancı ocağına bağlı bir de cellat ocağı kuruldu. İlk kurulduğu zamanlar cellat ocağında 5 cellat mevcut iken, zamanla cellatların sayısı artarak 70 e ulaştı.

 Cellâtların lideri olan Cellatbaşı, Bostancıların lideri Bostancıbaşına bağlıydı. Sıradan mahkumların cezalarını diğer cellatlar yerine getirirdi. Bostancıbaşı,kocaman kırmızı baratalarıyla, iri yapılarıyla ve acımasız tavırlarıyla insana ürperti veren bu şahıslar, padişahın yanından ayrılmaz, aynı zamanda onun özel korumalığını da yaparlardı. Sadece padişah tarafından atanan ve yine onun tarafından azledilen bu şahıslar, padişahtan başka hiç kimseden de emir almazlardı. Sadrazam dahi Bostancıbaşı’na emir veremezdi. Devlet adamlarının ve mühim şahsiyetlerin infazını cellatbaşı gerçekleştirirdi. Vezirlerin, kazaskerlerin, beylerbeyilerin vs. üst düzey devlet adamlarının idamlarında Bostancıbaşı da bulunur, idam fermanını okuyarak, mahkumu teselli eden sözler söylerdi. Cellatbaşı idamı gerçekleştirirdi.

Saraydan çıkan infaz emri; eğer idam sarayda olacaksa Bostancıbaşı’na, saray veya İstanbul dışında olacaksa Kapıcıbaşına verilirdi. Balıkhane Kasrı ise, idamlık siyasi mahkumların idam edilmeden önce üç gün bekletildikleri zindan. Bu mekân, Gülhane Parkı’nın sahile yakın kısmında bulunan kızıl renkli, büyükçe bir kasırdı. İdamlık mahkûmlar, önce bu kasra gönderilirler, haklarında verilen karar Dîvân-ı Hümâyun’da tekrar görüşülüp suçu sabit olduğu ve ölümü hak ettiği anlaşılırsa, mahkûm üçüncü gün idam edilirdi. Böylelikle Osmanlı sultanları, anlık bir öfke ve yanlış bir kararla bir masumun kanına girmemiş oluyorlardı. 
Üç gün boyunca akıbetini bekleyen mahkûmun, affedilmesi için dua etmekten başka elinden bir şey gelmezdi. Üçüncü gün sonunda zindanın demir kapısı açılır ve elinde tepsiyle, insan azmanı bostancıbaşı görünürdü. Tepsideki bir kadeh şerbeti mahkuma sunmak için gelen bostancı, saygıda kusur etmezdi.

Sessizce içeri girer, saygıyla şerbeti sunardı. Genellikle pek konuşma olmazdı aralarında. Buna gerek de yoktu zaten. Zira mahkum, Bostancıbaşının getirdiği kadehin renginden sonunu anlardı. Eğer şerbet, beyaz kadehle gelmişse affedildiğine, kırmızı kadehle gelmişse acı sonun iziydi. Kadeh beyazsa mahkûmun yüzüne kan gelir, rahat bir nefes alarak şerbetini içer ve yine bostancıların eşliğinde kendisi için sahilde, yalı köşkünün önündeki Bostancı kayıkhanesinde hazırlanmış deniz taşıtıyla sürgün edildiği yola doğru yolculuğa çıkardı. İdamdan affedilmenin karşılığı sürgündü, beyaz kadehin anlamı da bu idi.

Kızıl kadehe gelince? Ölüm demek olan kızıl renkli kadehi görür görmez mahkûmun yüzündeki kan çekilir, beti benzi atar, suratı bembeyaz kesilirdi korkudan, az sonra içeceği buz gibi şerbet onun ecel şerbeti olacaktı.

“Götürün Balıkhaneye!” sözü, ölüm demekti. Bir diğer korkunç kelime ise “Bostancı Fırını”ydı… Topkapı Sarayı 1. avlunun ziyarete kapalı kısımlarında bulunan fırının yanındaki küçük bir hapishaneydi burası. Burada infaz öncesi konuşturulmak istenen mahkumlara işkence de yapılır ve bu işkencehane fırının hemen arkasında olduğu için buraya da fırın denirdi.  İdam edilecek kişiler, haklarındaki ferman çıkana kadar Bostancıbaşı tarafından tutuklanmış olarak fırında beklerlerdi. Bostancıbaşı hapsinden sağ kurtulan da pek olmazdı.

Balıkhane Kasrı ve Bostancı Fırınından başka, borçlular Baba Cafer Zindanına, siyasi suçlular, tutuklanan yabancı sefirler Yedikule Zindanlarına atılırdı.

Tarihçilerin belirttiğine göre, Osmanlı'da resmi bir teşkilatta Bostancıbaşı Ağa emrinde görev yapan cellatlar, Bostancıbaşı'na bildirilen infaz emri ile ölüm cezalarını yerine getiriyorlardı. Her suçlu için ayrı bir infaz çeşidi uygulatılan cellatlar, siyasi mahkumları boğarak, katilleri işkenceyle, korsanları çengele geçirilerek, yol kesenleri ise bazen kazığa oturtarak, bazen de omuzlarına ve kaba etlerine mum dikerek cezaları uyguluyordu. Hanedan mensuplarının ise kanı asla dökülmez, yay kirişi, ip ve kementle boğdurularak infaz uygulanırdı.

Halktan ve sıradan şahıslar, çoğunlukla suçu işledikleri,  yakalandıkları yerde, Yavuz Selim Camii’nin Haliç’e inen kısmı Parmakkapı’da asılarak idam edilirlerdi. Yeniçerilerin idamı, ocak içinden yetişen cellatlar tarafından, Rumeli Hisarı’ndaki zindanda yapılırdı. Hisarın burçlarından atılan tek parelik bir top sesiyle duyurulurdu. Top sesi, bir yeniçerinin daha ölümünün sesiydi.Yeniçerilerin kellesi, cellat satırıyla vurulurdu. Bu satır halen Topkapı Sarayı silah hazinesinde sergilenmekte.

Devlet adamlarının, hiç ummadığı bir anda ölümle burun buruna geldiği, karşısında cellatı görüverdiği yer Bâbusselâm’ın kulelerinin arasındaki Kapuarası’ydı. Birinci ve ikinci avluya bakan karşılıklı 2 kapı kapatıldığında, aralarında bir insanın gizlice yok edilebileceği karanlık bir kapı arası kalırdı. Nicelerinin ansızın kaybolduğu bu karanlık aralık, Divanhane’ye gizli bir geçitle bağlanan cellat hücrelerine açılırdı. 

Sarayın en mühim kapısı Babusselam, habersiz gelen ölüm emri, bu karanlık dehlizde merhametsiz bir celladın yağlı kemendiyle yakalayıverirdi koskoca sadrazamları…Kapuarasından geçmek ölüm koridorundan geçmek demekti birçokları için. İki kapı arasındaki karanlık dehlizden geçerken, diğer kapıdan Divanhane’ye çıkamadan can verme ihtimali bulunduğundan, buradan geçen vezirler ecel terleri dökerler.  Ortakapı’dan çıktıklarında şükür sadakası dağıtırlardı zaman zaman… Belki de bu yüzden her an ölüme hazır bekleyen ve kaftanının altında vasiyetini saklayan vezirlerin haddi hesabı yoktu. Patrona Halil isyânında saraya sığınan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa da Kapuarası’nda boğulanlardan biri ve en meşhuruydu. 

Kapının adı Bâbusselâmdı… ancak bu kapıdan geçtikten sonra selamete eriyorlardı devlet adamları. Padişah selâmlanarak girildiği için Bâbusselâm ismini alan ve Orta kapı olarak da bilinen bu kapının sağlı sollu dehlizleri, cellat hücreleriyle doluydu.

Bâbusselâm’ın sağ tarafında kulenin altında, cezaları tecil edildiği ya da sürgün edilmek istendikleri zaman kurbanların atıldığı zindanın küçük demir kapısı, sol taraftaki kulenin altında ise bazılarının ölmeden önce son defa abdest aldıkları küçük çeşme hâlâ duruyor yerinde.

Boğulmaları gerekenlerin infazları Kapuarası denen hücrelerde gerçekleştirilirdi. Bu kapının önündeki Seng-i İbret denilen ve idam edilenlerin kesik başlarının teşhir edildiği sütunlar da Tanzimatın ilanından sonra, Sultan Abdülmecid’in siyasi idamları yasaklamasıyla, yerlerinden sökülüp toprağa gömülmüştü. Nice kesilmiş başlar gören bu kuleli kapı, hâlâ ortaçağın o karanlık ve korkunç mimari üslubunu andıran yapısıyla sarayın en meşhur kapısı olarak o kanlı günleri hatırlatmaya devam ediyor.Abdülmecid, sarayda cellat bulundurulması geleneğine son vermesiyle, cellatlar ocağı da ortadan kalkmıştır. Onlardan bize kalan, Topkapı Sarayı’nın 2. kapısının yanında bulunan cellat odaları, silah hazinesinde bulunan cellat satırı ve Eyüp’te birkaç yerde bulunan isimsiz, şekilsiz mezar taşları…

Bazen idamına hükmedilecek şahıs, saraya davet edilirdi. Arz Odası’nda huzura çıkınca, iki elini şaklatan padişah, “ Bostancıbaşı!”diye gürlediğinde, bunun son daveti olduğunu anlardı. Zaman olur, saraya davet, ölüme davet olurdu, zaman olur, padişahın hediyesi olan, içine kendi ölüm fermanı gizlenmiş kıymetli bir hediyeyi, uzak bir eyaletin valisine götürmekle görevlendirilmiş, ne götürdüğünü bilmeden yola çıkan idam mahkumu son gördükleri şahıs olurdu cellatlar.

Öldürülen kişinin cesedi ve üzerindeki kıymetli eşya, para ve giyecekleri cellatın malı sayılırdı. Cellat cesedi isterse atar, isterse ölünün sahiplerine mevki, rutbe ve konumuna göre parayla satardı. İdam edilenlerin üzerinden çıkan şeyler de toplanır, senede bir veya iki defa mezat ile satılır, geliri cellatlar arasında palaşırlardı. Buna “Cellât Mezadı” denilirdi. Bu eşyaların uğursuzluğuna inanıldığından hakiki değerinden ucuza satılırdı. Bazı idam mahkumları, cellat yakalarına yapışmadan evvel, üzerlerinde bulunan kıymetli eşyaları çıkarıp yanındakilere “Beni anar, bir Fatiha okursunuz!”diye hediye ederlerdi.

Fatih Sultan Mehmet’in imparatorluğun devamlılığını sağlamak amacıyla çıkardığı, “Nizamı Alem” fermanı gereğince, (fermanın metni şöyledir: Her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola, nasip ola, karındaşlarını nizamı alem için katletmek münasiptir) kardeş, evlat ve torun katlini desteklemiştir.

Üçüncü Mehmed, 19 çocuk ve yetişkin şehzade kardeşlerini bir gecede dilsiz cellatlara boğdurmuştu. Ertesi günü Divanı Hümayun avlusuna üzeri kıymetli örtüler, kıymetli taşlarla bezenmiş sorguçlar ve kavuklar bulunan 19 şehzade tabutu konmuştu. En ağır ve topu bir arada infaz olarak tarihte yerini almıştır.

İçlerinde ''Kara Ali'' ve ''Hamal Ali'' gibi ün yapanların da bulunmaktadır. 'Taşa İşlenen Medeniyet'' kitabının yazarı Ömer Faruk Dere “taşları özensiz. Sadece çekiç ve kalem izlerini görüyoruz. Düz bir şekilde getirilip konulmuş.  İnsanlar baktıklarında sanki bir istinat duvarı gibi veya mezarların bağlandığı bir direk olarak algılayabilir'' demektedir.

Hayatta iken bile çok meşhur bir-ikisi hâriç, isimleri dahi bilinmeyen cellatlar, ölümlerinden sonra da mezar taşlarına dahi ismi yazılmayan isimsiz kahramanlardır. Çoğu acımasız görevlerinden dolaı evlenemedikleri ve insanlar tarafından istenmedikleri için, hayatta iken yapayalnız, öldüklerinde ise adeta aşağılanarak isimsiz mezarlara gömülürler.

Görevini gizleyerek evlenenlerini de sonu anı mezarlıktı. Bu siyah taşlar beddua dışında bir dua da alamazlardı.

Mezar taşlarında hiçbir yazı ve işaret bulunmadığı gibi bir dua lütfedilmesini  isten küçük bir ibare bile bulunmazdı. Bu, öldürülen kişinin geride kalan yakınlarının, bunları mezar taşlarından bulup, mezarlarını tahrip etme eş ve çocuklarına kötülük veya başkaca bir hatalı tutum ve davranış içinde olmamaları için alınan bir koruma önlemi olsa gerektir.

Böylece en azından cellat, baba seçmeme şansı olmayan günahsız çocukların kimler oldukları, varsa annesi, babası, akrabaları bilinmeyecek, cellat yakınları diye dışlanmayacaktır. Cellatların normal mezarlıkları alınmamasında ise, insana saygı, iyilerle kötüleri aynı kefeye koymama felsefesi yatar. Halk bu insanların cesetlerini aralarına almamakla bunu anlatmaya çalışmıştır.

Muhteşem Yüzyıl sebebi tarihe merak sarmış olanların daha da aydınlatıcı bilgileri Osmanlı Ansiklopedisi’nde bulacaklarını belirtmeden geçmeyeyim.

Celatların, bazı zorunluluklarla bu mesleği seçtiklerini düşünmekten başka çıkar ol bulamıyorum. Yoksa ancak gaddar insanların seçeceği bir meslek olsa gerek! Tarihin kanlı sayfalarında görünmez izlerini bırakarak yaşamdan geçip giden cellatları ne kadar anlamaya çalışsam da…

Hayatta anlamaya çalışmanız dileği ile…

  eceer6@gmail.com

https://twitter.com/eceer6
https://www.facebook.com/pages/Ece-Er-%C4%B0le-Ba%C5%9Fb

 

 

 

 
Toplam blog
: 781
: 3899
Kayıt tarihi
: 23.09.12
 
 

16- 06- İstanbul'da doğdum. Tatbiki Güzel Sanatlar Tekstil Ana sanat dalı Moda tasarımı bölümünde..