Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Eylül '12

 
Kategori
İnançlar
 

Muhyi'ddin Arabi-2

Muhyi'ddin Arabi-2
 

“Allah yolunda öldürülenleri ölüdürler sanmayınız. Hayır onlar diri ve Rabları katında rızıklanmaktadırlar.” Ayetinde Ibnu’l-Arabi, mecazi bir mana aramaz.


İbnu’l-Arabi, Kur’an ile onun Tanrı ehli dilinden tefsiri arasında bir fark görmemektedir. “Nasıl, Kur’an Allah’ın sözü olduğu için önünden ve sonundan onu hükümsüz kılacak bir şey gelmezse hakikat adamlarının tefsirlerini de hükümsüz kılacak bir şey gelmeyecektir. Çünkü o tefsirler, onların kalplerine Allah’tan doğmuştur. Allah bazı kullarına bizzat ilhamıyla öğretmiştir. “Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona iyilik ve kötülüğü ilham edene and olsun” buyurmuştur. Nasıl kitabın aslı Allah’tan Nebilerinin kalplerine indirilmişse manası da öyle bazı mü’minlerin kalplerine indirilmiştir. Böylece aslı gibi şerhi de Allah tarafından indirilmiş olur.. Diyen İbnu’l-Arabi, zahir tefsiri inkar etmez. Zaten sufileri batınilerden ayıran en önemli fark, zahir tefsiri esas kabul etmeleridir. Şer’i nasların zahirini kabul eder. Futuhatın mukaddimesinde de buna işaret etmiştir:

Hz. Rasulullah (s.a.v.) in getirdiği gerek bildiğim, gerek bilmediğim her şeye inanıyorum. Ölüm, Allah’ın verdiği bir süreye göredir. O, ileri geri kalmaz. Buna kesin olarak şeksiz ve şüphesiz inandım. Yine inandım, ikrar ettim ki kabirde sual meleklerinin sorusu haktır. Kabir azabı haktır. Havz haktır, mizan haktır, amel defteri haktır, sırat haktır, cennet haktır, cehennem haktır, bir grubun cennette bir grubun da cehennemde olması haktır. Meleklerin ve Nebi/Rasullerin şefaati haktır...”

İbnu’l-Arabi, özellikle çok tesirinde kaldığı Sülemi ve Gazali gibi, batın tefsirlerin zahirle çatışmayacağına kanidir. Çok aşırı, hatta hayali denecek teviller yapmasına rağmen çok da muhafazakardır. Mezheb itibariyle zahiri olan İbnu’l-Arabi, zahiri fıkıh usulünü yazmıştır. Kur’an’ın, Kur’an’la ve sünnetle neshedilebileceğine kani olan İbnu’l-Arabi, şeriatte geçen kelimeler hakkında aynen şöyle diyor:

“Bir ayet veya hadis vârid olduğu zaman asıl olan, onun Arap dilinde gösterdiği manayı almaktır. Şayet şeriatı kuran, onu asıl manasından başka manada kullanmışsa o zaman onu şariin kullandığı manada anlamak asıl olur. Bundan sonra o sözle başka bir haber gelirse artık Arap dilindeki manasında değil, sariin açıkladığı şekilde anlamak lazımdır. Şayet o lafız hakkında şariin, Arap dilindeki manasını kasdettiğine dair bir haber gelirse o zaman yalnız oraya mahsus olmak üzere kelimenin lugat manası alınır.”

“Allah yolunda öldürülenleri ölüdürler sanmayınız. Hayır onlar diri ve Rabları katında rızıklanmaktadırlar.”Ayetinde Ibnu’l-Arabi, mecazi bir mana aramaz. Şehitlerin diri olduğu hakkındaki zahiri manayı anlar: “Aramızda Zeyd ve Amr’in yaşaması gibi. Şehidlere ölü denilemez. Çünkü Allah bundan menetmiştir. Onlar diridirler ama halktan onları görecek gözü almıştır. Nasıl Allah, melekleri ve cinleri görecek gözü almışsa.”

Birçok yerde zahir manaya uymayan bir tefsir yapsa, “Bu işaret kabilindendir, tefsir kabilinden değil” tenbihinde bulunmayı ihmal etmez.

Futuhatın altmış sekizinci babında taharetin esrarından bahsederken şöyle diyor: “Allah zahiri batından, batını zahirden ayırmamıştır. Şer’i hükümleri yalnız bir tarafından alıp onların batıni hükümlerinden gaflet etmeyenler, ancak Tanrı adamlarıdır. Şeriatın zahir hükümlerini terk edip sırf batını kabul eden batıniler sapmış ve sapıtmışlardır. Keza sırf basit ve eksik bir anlayışla hükümlerin yalnız zahirini anlayanlar da sapmışlardır. Ama yine de bunlar ötekilerden üstündürler, mutluluktan yoksun olmazlar. Tam mutluluğa erenler, ancak şunlardır ki zahir ve batını cem ederler. Bunlar Allah’ı ve O’nun hükümlerini bilen alimlerdir.”  “Tasavvufi bilgilerde yükselebilmek için şeriat esastır.”

İbnu’l-Arabi, bütün şer’i hükümlerin zahir ve batın yönünü açıklayacak bir kitap yazmağa niyet ettiğini söyler ve Futuhat’ın 68. nci babından itibaren ibadetlerin iki yönünü izaha çalışır:

Ona göre Allah, her maddi şekle manevi bir ruh vermiştir. Her şeklin bir hakikati vardır. Buna dayanarak şeriatin zahirinden batınına geçmiştir. Çünkü Allah “Ey göz sahiplari ibret alın” demiştir. Yani gözlerinizle gördüğünüz suretlerden içlerinizdeki manalara geçiniz ki onları da basiretlerinizle göresiniz demektir. Bu ayet itibara teşvik etmiştir. Bunu yapmayan zahir ehlinin akıllarını çocukların akıllarıyla bir tutan İbnu’l-Arabi, itibara dayanarak birçok şer’i meseleleri batıni yönden tefsir etmiştir.

Abdestin  ve guslün zahirini, suların ahkâmını anlattıktan sonra der ki:

“Su iki kısma ayrılır: Saf, latif su. Yağmur suyu saftır. Çünkü buharın sıkışmasından meydana gelmiştir. Öteki de bunun kadar latif olmayan sudur:

Kuyu ve ırmak suyu. Bunlar taş ve topraktan kaynadığı için o kadar latif değillerdir. Şimdi birinci su, şer‘i olan leddüni ilmidir. İkinci su da sahih olan düşünce ve akıl ilimlerini gösterir. Düşünceden çıkan ilimler, akıl sahiplerinin karakterine göre değişiklik gösterdiğinden bunlar birinci ilim kadar saf değildir. Tadı değişir. Ama meşru leddünni, Tanrısal ilmin kaynakları değişse de tadı değişmez.

İbnu’l-Arabi’ye göre günah, azabın gelmesine sebep olur. Azap imanın bulunduğu yere giremez. O halde mü’min günah işleyemez. Günah işlediği zaman imanın çıkması lazımdır ki Allah’ın belası olsun. İşte Hz. Rasulullah (s.a.v): “Kul zina ettiği zaman iman onun gönlünden çıkıp üstünde gölge gibi bekler, kul o işi bitirince iman ona döner.” hadisini bu açıdan tefsir ediyor:

“Bunun için dedik ki: Mü’min kul için taatle karışmamış bir günah olmaz. O: “Salih ameli kötü amele karıştırdılar” dan olur. “Belki Allah onları affeder.”

İbnu’l-Arabi’ye göre ağza su vermek, batınen “la ilahe illallah” demektir. Bu, farzdır. İyilikle emir, kötülükten nehy ise bunların zıtlarından temizlenmektir. Buruna su çekip sümkürmek de batınen kibrinden kulluğa inmektir. Burun kibri temsil eder. “İşte burnuna su çekip sümkürmek, kulluğunu idrak ile kibri içinden çıkarmaktır. Yüzü yıkamak zahirde farzdır. Batında yüzü yıkamak, murakabe ve Allah’tan utanmadır. Allah’ın sınırlarını geçememedir. Yüzün sınırları, batına şeriatın sınırlarıdır. İnsan utanmayı gözüne götürdüğü gibi kulağına da götürmelidir. Allah’ın yasaklarından gözü yummak, utanmak gereği olduğu gibi işitmesi helal olmayan gıybet ve kötü sözlerden kulağı sakınmak da utanma gereğidir. Gıybet ve kötü söz  söylemek de helal değildir.”

Zekat lugatte temizlik manasına olduğundan İbnu’l-Arabi, zekatın verileceği sekiz sınıfı, sekiz organın temizlenmesi şeklinde anlar. Sadaka da bütün bedenin temizlenmesi anlamınadır.

Fûsus’ta çocuk Musa’nın sandığa konulması (Kasa Suresi 7nci ayet) ni şöyle anlatıyor:

“Musa’nın konulduğu tabut, nasutudur. Yemm, bu cisim vasıtasıyla düşünce ve duyu kuvvelerinden gelen ilimdir. Musa Yemm (nasuti vücud) e konuldu ki bu kuvveler çeşitli ilimlere vakıf olsun. Gerçi melik (kral), ruh ise de ruh, vücudu ancak cisim vasıtasıyla yönetir. Musa’nın annesinden başka kadından süt emmemesi de Musa’nın geldiği köke işaret eder. Bu kök onun gıdasıdır. (Bu onun yeni bir şeriat getireceğine işarettir).

İşaratu’l-Kur’an fi Alem’il-İnsan adlı eserinde her surenin enfüsi yönden neye işaret ettiğini, ruhundaki izlenimleri, nefs kuvveleri arasındaki çekişmeleri, ruhi yükseliş ve alçalışları izah eder, yani ayetleri insana tatbik eder. Ayetlerden aldığı ilhamla bir takım müşahedeler anlatır. Bakara Suresinde Adem’in yaratılışından bahsedilmektedir. O, Adem’in vücudunu tabuta benzetir. Ruh onun içine konmuştur: “Ben Tanrısal tabuta konmuştum, beni ruhani melekler yüklenmişlerdi” der. Bu melekler vücudun kuvveleridir. Ruh bu vücut karanlığında iken basireti açılınca elif lam mim sırrı anlaşılır.

“Sonra yıldırımlar, şimşekler çaktı, her taraf karanlık oldu, sakin de hayrete düştü. Ateş yakmak istedi, göz köroldu, kulaklar sağır oldu. “Kun: ol” gölgesine dayandı, olmadı. Nefsi daraldı..” Sonra nurlandığını, müşahededen sonra herkese hilafet verildiğini, ayak kürsilere verildiğini, istiva tamamlandığından isimler geldiğini, arzu edilen cennetin yaklaştığını anlatır.

İnsana verilen ayaklar, Arşı taşıyan Kürsi’dir. “Rahman’ın Arşa istiva etmesi”, insan vücudunun bu ayaklar üzerine binmesidir. Bu Kürsi (ayaklar) üzerine binen insan vücuduna yüce bilgiler inmiş, taş durumunda olan kemiklerden, vücuttan ağaçlar (kıllar), ırmaklar (kan damarları) fışkırmıştır. “Ve biz yüksekten alçağa inmişiz.” “Bildim ki babam, istivanın oğludur. Tabut meleklerine dedim ki: Ben ölmezden önce beni babama indirin. Zira ben onun hakkını ödemekle emredilmişim.”

Her surede böyle sure ile mütenasip sözler söyler ve sözü, sure sonundaki ayetle bitirir.

Şehid Ali Paşa Kütüphanesi 1341 numaralı mecmua, İbnu’l-Arabi’nin eserlerini ihtiva eder. Burada al-Makşadu’l-Esma fi’l-işarat fi ma vaka’a fi’l-Kur-ani bi lisani’l-Hakikati va’ş-Şeri’ati mine’l-Kinayat adlı eseri mevcuttur. Bu eserinde, isimler üzerinde durur, ayetleri vahdet-i vücud açısından tefsir ve te’vil eder:

“İsim müsemma’yı gösterir. İsim, müsemma’nın şeklidir. Rabb, ismin gerçeğidir. Tesbih edilen ve görünen O olduğu gibi gören de O’dur. Çünkü tesbih O’nun içindir. Bundan ötürü arif demiştir. Bu hakikat diliyle: “Siz başka değil, sadece isimlendirdiğiniz birtakım isimlere tapıyorsunuz.”a işarettir. İsim ruhtur, müsemma onun halidir. İsim olmasa puta ibadet edilmezdi. Puttaki isim, kendisinin değil, O’nundur. O halde isim, ma’budur. Böylece şirk kalkmış oluyor. Böylece Ibnu’l-Arabi putperestliği  meşrulaştırmış oluyor.

[Devam edecek.]

Ahmed F. Yüksel

 

 
Toplam blog
: 636
: 9957
Kayıt tarihi
: 14.12.11
 
 

Araştırmacı Yazar.. ..