Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Haziran '16

 
Kategori
Siyaset
 

Müslüman ülkelerde kaos, çatışma ve savaşlar neden bitmek bilmez?

Müslüman ülkelerde kaos, çatışma ve savaşlar neden bitmek bilmez?
 

Dünyanın herhangi bir ülkesinde kaos, çatışma ve savaş varsa, kim ne şekilde düşünürse düşünsün, orada mutlaka ciddi bir sorun var demektir.

Özellikle Müslüman ülkelerin gerek geçmiş tarihlerini gerekse günümzdeki yaşamlarına baktığımızda, insanın öldürülmediği bir gün dahi yoktur.

Bunun en açık örneği, Türkiye'de günde en az iki kadının kocası, kardeşi, babası ve sevgilisi rarafından öldürülmesi. Aynı şekilde ceviz kabuğunu doldurmayacak basit olaylar yüzünden hergün kavga ve bu kavgalarda insanların ölmesi gibi.

Diğer örneklerse, İslam Şeriatıyla yönetilen tüm ülkelerde, günlük olarak idamlardan tutalım, kadın cinayetleri, çıkar çatışmaları, mezhep cinayetleri, siyasal çekişme ve savaşlar, adeta kanıksanan günlük sosyal aktiviteleri olmuştur.

Böyle bir gerçekliğin varlığını kimse inkar edemeyeceğine göre, bu durumun neden yaşandığını sosyolojik ve psikolojik olarak incelemek gerekir.

Bilindiği üzere Müslüman ülkelerin hepsi Din ağırlıklı yasa ve kanunlarla yönetimektedirler. Türkiye gibi bazı Müslüman ülkeler her ne kadar Laik devlet olduklarını iddia etselerde, resmi olarak kabul edilen İslam, her şeyin önüne geçmektedir. Bu yüzdem Laiklik işlevisiz ve etkisizdir.

Gerçekten dine dayalı ya da dini kuralların hakim olduğu bir ülkede, toplumlar barış içerisinde yönetilemez mi? Diye temel bir soruyla devam etmeye çalışalım.

Özellikle tek tanrılı dinler iktidar oldukları günden bu zamana kadar, kendilerinden olmayan herkesi kötü ve geri olduğunu iddia ederek, toplumu buna göre eğitmektedirler.

Bu mantık çerçevesinde Müslümanlar ne kadar mütevazi ve barışçıl laflar etseler de, bu sadece İslamın reklamından başka bir anlama gelmiyor.

Çünkü; dinlerin yaşanan tarihlerinden de görüleceği gibi, hangi din maddi ve manevi iktidar imkanlarına kavuşmuşsa, sürekli ötekini kötüleyip ve de öldürerek, kendi egemenlik alanlarını genişletmek istemiştir.

Dinlerin bu mantığı bin yllardan daha fazla sürmesi neticesinde, insanların tüm yaşamları adeta cehenneme dönüşmüştür. Bu olaylardan önemli dersler çıkaran Yahudi ve Hıristiyan ülkeler ise, reform ve rönesanlarla demokratik yapıya geçmeleri sonucunda, barışcıl bir yaşamı inşa etmiş oldular. Bu düşünceyi şu kaynaklara göre ifade edebiliyoruz.

Hıriatiyan ve Yahudiler yaklaşık dörtyüz yıldan bugüne kadar, hem kendi aralarındaki mezhepsel çatışmaları, hem de ülelerindeki diğer anlaşmazlıkları tamamen sonlandırmış durumdalar.

Ayrıca kendim uzun yıllar Avrupa'da yaşayan birisi olarak, yapmış olduğum tüm gezi ve gözlemlerde, en radikal Hıristiyandan dahi, bir Müslümana karşı Kafir ya da başka bir anlama gelecek en ufak bir söylem ve buna uygun duruş sergilediklerine şahit olmadım.

Hıristiyan ülkelerin bu anlayışları her şeyden önce, kendi dinlerinin daha fazla zarar görmesini önlemiştir. Çünkü bağnazlığa dayanan her düşünce, birçok değeri katlederek varlığını sürdürür. Peki.! Müslüman ülkeler neden hala Demokrasi ve Barıştan nefret ederler? Bu sorunun cevabını Sosyoloji ve Psikolji bilimine dayanarak vermeye çalışalım.

Sosyolojik açıdan bakıldığında, her ülke ve insan toplulukları yaşadıkları ülkenin iklimsel, coğrafi, ticari ve ekonomik yapılarına göre bir psikolojik katrakter kazanırlar.

Bu toplulukların çoğunluğu aynı din ve etnik yapıdan olmalarına rağmen, her köy, kasaba ve şehirler, ilk oluşlarından itibaren bulundukları sosyal çevre içerisinde kendilerine göre birçok alışkanlık ve adetler icat eder.

Bununla beraber bir de dini açıdan mezhep farklılıkları ya da farklı inançlar mevcutsa, her zaman bir kavga ve çatışmanın zemine var demektir.

Mevcut alışkanlık ve adetler doğrultusunda yaşayan köylü ve kentliler, diğer köy ve kentlerin de kendileri gibi yaşamalarını isterler ya da buna zorlarlar. İşte birinci sorun tam da burada başlamaktadır.

İkinci sorunsa, Akraba ve soya dayalı gelişen dar ve geniş aile toplulukları daha da büyüdükçe din ve Aşiret kurallarıyla, bir öz severlik (Narsist) ve haz alınan (Hedonist) milliyetçiliği geliştirirler.

Aşiretçilik demek geniş toprak parçasına sahiplenmekle birlikte, aynı zamanda diğer Aşiretleri de kendilerine tabi yapmak için, sürekli bir çatışma ve yarış demektir.

Toplulukların bu temel sosyal yapı farklılklarına, bir de eşit olmayan eğitim ve ticaretin etkileri eklendiğin de, önü kolayca alınamayan çatışma, kaos ve savaşların, günümüzede de sürdüğünü görmekteyiz.

Toplumların bu ilkel sosyolojik yapılarının ortadan kalkmasının tek çözümü ise, gerçek demokratik sistemlere geçemekle mümkündür. Demokrasiye geçmeyen ülkelerden Türkiye başta olmak üzere diğer tüm Müslüman ülkelerin yönetimlerinde, şu ilkel anlayışı devam etmektedir.

Bu yapıdaki ülkelerde Aşiret, Dini Cemaat, Hemşehricilik, silahlı Paramiliter güçler her zaman egemendirler. Veya devletin silahlı gücünü üç beş zengin kişilerin çıkar ve menfaatında olacak şekilde yönetilmesi. Bu yapılarda her gücü yetenin diğerine hükmetmek olduğundan, bahsi geçen ülkelerde her gün kaos ve çatışmalar bitmemektedir.

O zaman tekrar toplumları ve yöneticilerini bu karakteristik yapıya sürükleyen Hedonist ve Narsizme dayanan Milliyetçiliği psikolojik açıdan inceleyerek anlamaya çalışalım.

Toplumları oluşturan bireylerin karakteristik yapıları, genellikle lider ve yöneticilerinin sahip oldukları düşüncelere bağlı şekilde biçimlenir. Bu noktada Psikolojinin temel konusu olan Egoizmi ele almadan, bu sorunların kaynağını anlamak mümkün değildir.

Topluluklar içierisinde öne çıkmak istyeyen bireyler, çevreisndeki sosyal imkanlardan nasıl ve ne şekilde bir haz aldıklarına bağlı biçimde bir egoist yapı kazanırlar.

Örneğin bazı insanlar icat etmiş olduklaerı maddi ve manevi her işten büyük kar gözetmeden, tüm insanlarla palaşılmasından son derece büyük mutluklar duyarak yaşarlar.

Bazı insanlarsa, icat etmiş oldukları en ufak bir işin tüm maddi ve manevi getirisini, kendi egolarını tatmin edecek şekilde, bağnaz ve tutucu bir egoist (Bencil) kişilik gösterir.

Her iki insan tipini biçimlendiren ana kaynaksa, insanın damarlarındaki kanın hareket etme ve bu hareketin Beyindeki Hücrelere yüklenme biçimine göre şekillenmesidir. Konunun daha net anlaşılması için açık bir örnek vererek devam edelim,

Örneğin yeryünde birikmiş bir suyu akıtmak istediğimizde, o suyun önü açılır açılmaz, su önce daha eğimli alana doğru hızla akmaya devam eder. Biraz düz ya da yokuş alana ise, su daha yavaş ve az akmaktadır. Suyun istenilen alana akması için de, gerekli kanal ve setler yapılarak mümkündür.

İşte insan denen canlının hayat kaynağı ve enrjisi olan kan, vücut içerisinde suyun eğimli alanlara akmasındaki gibi, her zaman egoyu destekleyen hücrelere doğru daha hızlı ve kolayca hareket etmektedir.

Bu hızlı akımın önüne ciddi ve bilimsel bir eğitimle set çekilmediği sürece, insan bireyleri her zaman bencil, narsist ve hedonist olarak yaşarlar. Bu da çevreyle sürekli savaş ve çatışma içierisinde yaşamak anlamına gelmektedir.

İfade edilen Müslüman ülkelerin lider ve yöneticileri, doğru ve bilimsel bir eğitime sürekli mesafeli durmaları neticesinde, damarlarındaki kan en hızlı şekilde, her zaman beyindeki egoist hücrelere doğru hareket etmektedir.

Ve böylece hareketlenen Narsist ve Hedonist duygular, Müslüman ülkelerdeki yönetici ve liderlerin işini sürekli kolaylaştırmaktadır. Çünkü bu yönetmle toplulukları arkalarından daha kolayca sürüklemektedirler.

Egoizm doğal olarak her canlıda var olan temel yaşam güdüsüdür. Ancak insanlar belirli bir eğitime tabi tutulmazlarsa, doğal şekilde var olan bu Ego giderek Super Egoya (Bencillik) dönüşüp, menfaat ve çıkar çatışmalarına sebep olmaktadır. Şunu rahatlıkla söyeleyebiliriz.

Dünyada yaşanan tüm savaş ve çatışmaların ana kaynağı, Super Egoizmdir. Ve bunun önünü alacak en büyük silahsa, eşit şekilde yaşanacak tarafsız ve bilimsel bir eğitimdir.

İnsanın psikoljik yapısının genel durumu bu şekilde oluştuğuna göre, Müslüman ülkelerin lider ve yöneticileri, gerek kendilerini gerekse toplumu paylaşımcı ortak yaşam bilinciyle eğitmeyi hiçbir zaman istememektedirler.

Varsa yoksa devleti ve bu devlete hakim olan üç beş kişiyi kutsallaştırarak toplumu bu doğrultuda eğitip yönlendirmektir. Ve böylece kendi egolarını tatmin edecek yöntemleri her zaman en büyük siyasi ve politik projeler olarak topluma gösterirler.

Onun içindir ki, en kolay şekilde Super Egoya hizmet eden din, devlet ve Irk üstünlüğünü kutsallaştırılarak, siyasal menfaatlerinde en iyi şekilde kullanmaktadırlar.

Çünkü kutsallaştırılan din, devlet ve ırk milliyetçiliğiyle, sözde toplumun kendisine bir değer ve önem verildiği sanısı uyandırılmaktadır.

Aynı zamanda dinlerin sunduğu cennet hayali de işin içerisine gireince, topluluklar tamamen lider ve devletlerinin güdümünde edilgen kalmaktadırlar.

Halbuki “Kurt dumanlı günü sever” öz deyişinde olduğu gibi, din, devlet ve Irk milliyetçiliğine sarılan Müslüman ülke liderleri, bununla yalnızca kendi sülalelerini ömür boyu zenginlik içerisinde yaşatmak içindir.

Bu gerçekliği göremeyecek kadar kültürsüz bırakılan halk kesimi, sözde üstün ırk, büyük devlet ve en son din övüncüyle, birbirirni yiyerek yaşayıp mutlu olduklarını düşünürler. İşte bunun için sözü geçen ülke lider ve yöneticileri neden çatışma ve kaosları bitirsinler ki?

Cemal   Zöngür

 
Toplam blog
: 56
: 1108
Kayıt tarihi
: 27.03.16
 
 

Eğitim: Yüksekokul, Meslek: Yönetim, İlgi Alanım: Tarih, Felsefe ve Sosyoloji üzerine araştırma. ..