Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Haziran '10

 
Kategori
Anılar
 

Mustafa Dinçer, Edebiyat'ın Eşsiz Öğretmeni

Mustafa Dinçer, Edebiyat'ın Eşsiz Öğretmeni
 

Mustafa Dinçer


Topkapı’nın Anadolu Oto Garı yanından, Zeytinburnu istikametinin Şabanağa taraflarından geçecek olan minibüslerinden birisine zar zorda olsa binmiştim o öğlen saatinin insanı bunaltan sıcağında. Göğüs hastalıkları hastanesinin önünde minibüsten inip, ağır aksak adımlarla ve pek bir isteksiz halimle yeni başlayacağım okuluma kayıt yaptırmaya doğru ilerliyordum. Okulun sınırları içerisine geldiğimde, muadili okulların sınırlarından hayli büyükçe olan bir bahçenin varlığına gözüm ilişti ve yine ağır adımlar sonrasında, kaydımı yaptıracağım odanın önüne pek bir isteksiz ruh halimle ilerleyiverdim. Basit bir iki prosedür sonrasında Zeytinburnu’nun, Kazlıçeşme denen bir yerlerinde var olan bu okulun bir öğrencisi haline gelmiştim. Ve güya dört yıl gibi bir uzunca zamanımın akşamlarını, bu okul diyarlarında ve sınırlarının içerisinde geçirecektim. Eh işte dile kolay… Çalışma hayatının zorunluluğu ile birlikte, İstanbul’un o şahsına münhasır trafik rezaletinin içerisinde, evimden çıkış anımla ve tekrar eve giriş anıma kadar geçecek olan zaman diliminde en az tarafından altı adet ulaşım aracı değiştirmek zorunda olduğumu düşündükçe, içim bir tuhaf oluyordu ve o dile kolay gelen ama uygulamada zihnimi bir hayli açmaza sürükleyen dört yıllık okul süresi bu durumda nasıl bitecekti; işte tamda burası muamma olarak kalıyordu aklımın bir köşesinde.

Ve gün gelipde okullar açıldığında, Bayrampaşa’nın Maltepe denen bir yerlerinde bulunan işyerimden çıkmış, hemen yolun kenarından geçmekte olan Topkapı minibüsüne binerek soluğu bit pazarının önünde bulunan duraklardan birisinde almıştım. Ve akşam saatinin bir vaktinde, bit pazarını bir baştan bir başa arşınlayıp, Trakya Oto Garının içerisinde bir su misali akarak, doğruca Anadolu Oto Garı’nın önüne gelip dayanmıştım. Yorgunluk hallerim bedenimin her yanına ve ruhumun her bir zerresine egemen olmuş bir halde Zeytinburnu’nun Şabanağa istikametinden geçecek olan minibüslerinden birisine binip, bir sürelik kısa yolculuğun ardından, okulun yakınında bulunan duraklardan birisinden inmiş ve aynen kayıt yaptırdığım gündeki isteksiz halimle okulun sınırlarına doğru ağır aksak ilerlemiştim. Ve ilk günümdü o okulda geçireceğim… Birileri sıra olmaya gark olmuş ve bir şekilde derslere başlamak için sınıflara doğru ilerliyordu. Adımın kayıtlı olduğu sınıfı kısa bir arayışın ardından bulmuştum ve işte bu okulda okuyacağım dört yılımın ilk macera alanı olan bu mekândaydım artık.

Ve sonuç mu?

Koca bir dört yıl geçirmiştim bu okulda. Zarda olsa, zorda olsa koca bir dört yıl, hiç bitmeyeceğini, hiç geçmeyeceğini düşündüğümüz koca bir dört yılı devirdiğimizde, koca bir sınıfı var eden öğrencilerin yüzünde haklı bir hüzün vardı. Acısı ve tatlı bir dolu anının geride kaldığı o koca dört yılın sonunda, zihnime o denli çok şey yerleşmiştiki, bu günden geriye dönüp baktığımda, yaşamımın bu en önemli virajında, ben ve ben gibileri hayatın içerisinde daha bir aktif hale sokan bu okulu minnetle anmaktan öteye şu anda çokda fazla bir şey gelmiyor elimden.

Okul bir yanada ve bir başka yazının ana konusu ola dursun okul, ama bu okulda bir isim vardıki, belkide bizim için bir idol olmayı pekde özel bir çaba göstermeksizin başarmış Mustafa Dinçer, nadide eğitimcilerden birisiydi.

Sol eli ile destek yaptığı bir dolu kitap ve sağ eli hafif tarafından göbeğini okşar bir vaziyette sınıfımıza girmiş, Edebiyat dersinin öğretmeni olduğun söylemiş ve sonrasında yine sınıfımızdanda sorumlu öğretmen olduğunu söyleyerek, bize bu okulda geçireceğimiz dört yıla dair bir şeyler anlatmıştı. Ve kendisini keyifle dinlemiştik. Sonraki günlerde Mustafa Hocayı dinlemek ayrı bir keyif halini almıştı. Öğrencilere takılması, ciddiyetten ödün vermeksizin yapmış olduğu ince esprileri ve düzene yönelik üstü örtülü keskin eleştirileri her dem dikkatimize takılıyordu. Edebiyat üzerine yapmış olduğu konuşmalar ve ağzından süzülerek dökülen kelimeler zihnimize nakış gibi işleniyordu. Hele hele araya sıkıştırdığı şiirleri dinlemek daha bir keyifli oluyordu. Akşamın o geç saatlerindeki fiziksel ve ruhsal yorgunluklar Mustafa Hoca’nın derslerinde zihinsel dinlence haline dönüşüyordu.

Ve sonrasında, azda olsa kendisine dair bir şeyler öğreniyorduk. 1977 yılında Pertevniyal Lisesinin müdürü olduğunu, 12 Eylül tezgâhından bir hayli ızdıraplarla geçtiğini, en nihayetinde avukat olduğunu ama öğretmenliğe tekrar döndüğünü bir süre sonra öğrenmiştik.

Mustafa Dinçer adım adım idolümüz haline geliyordu ve her bir öğrenci için Mustafa Hoca’nın dersini kaçırmak, o gün bir şeylerin eksik kaldığı anlamı taşıyordu. Zira Mustafa Dinçer bize edebiyatı öğretmiyordu, edebiyatı sevdiriyordu. Bir eline kasetçaları alıyordu ve diğer elinde bir dolu kitapla sınıfa giriyor, getirdiği kasetlerden bütün sınıfa şiirler dinletiyordu. Sık aralıklarla yapılan bu aktivite biz öğrencilere bir hayli keyif veriyordu. Ve arada sırada rakı edebiyatıda yapıyordu hocamız.

Nazım Hikmet’i, Orhan Veli’yi, Yaşar Kemal’i, Rıfat Ilgaz’ı, Sabahttin Ali’yi, Cevat Şakir’i, Aziz Nesin’i, Hasan Hüseyin’i, Pir Sultan’ı, Yunus Emre’yi, Neyzen Tevfik’i, Şair Eşref’i ve daha nice halk ozanını Mustafa Hoca’nın o eşsiz, o sade anlatımı ile buram buram tanıyıp, öğreniyorduk.

Dördüncü yılın sonuna geldiğimizde, Mustafa Hoca’nın devrimci kişiliğini iyiden iyiye benimsemiştik. Ve Mustafa Hoca bir devrimcinin, bir sosyalistin çok farklı siyasal kimliklere kendisini nasıl kabul ettireceğini, o kimliklerin zihninde nasıl etkili olunabileceğinin dersini vermişti bize. Hem edebiyatı sevdirmişti biz öğrencilerine, hemde devrimci bir kişilikte olması gereken kişilik özelliklerinin nasıl olması gerektiğini sunmuştu önümüze.

Mezun olduğumuz gecenin eğlencesinde, eline almış olduğu mikrofonla okumuş olduğu Nazım Hikmet’in “Davet” şiirini bu gün bile unutabilmiş değilim. Hele hele sonrasında devam ettirdiği Nazım Hikmet’in “Kuvayi Milliye Destanını” bir Genco Erkal’dan bu denli güzel dinlemiştim, birde Mustafa Hoca’nın sesinden gümbür gümbür dinlemiştim.

“Aldırma Gönül”, “Karlı Kayın Ormanı”, Yiğidim Aslanım” gibi bir dolu şarkıyı, Mustafa Hocanın yönetiminde, sınıfımızında kapısını açarak, bütün bir okulu inletircesine hep bir ağızdan gümbür gümbür söylüyorduk. Ve Mustafa Hoca bu şarkıları bize sevdiren eşsiz bir edebiyat öğretmeni olarak zihnimizde özel bir yere sahip oluyordu.

Mustafa Dinçer’in öğrencisi olarak her zaman kendimi ayrıcalıklı bir yere koymuşumdur. Zira her insan, bu denli değerli bir hocaya kolay kolay sahip olmaz.

Geriye dönüpte baktığımda, zihnimde halen bol miktarda izi kalan ender insanlardan birisi oldu Mustafa Hoca.

Şans bu ya, şu teknoloji denen büyülü dünyanın içerisinde, koca bir yirmi yılın ardından yine o dönemin öğrencileri ve Mustafa Hoca birbirimizi bulduk. Sanal alemde birbirimizi bulduk ama bu bulma halinin sanal alemde kalacağını sanmıyorum. O yıllardan birkaç arkadaşla şimdiden bir iki plan yapmaya başladık bile. Belli mi olur, bakarsınız çok yakın bir zamanda, İstanbul’un o kendisine has mekânlarından birisinde, Mustafa Hoca ve dönemin öğrencileri bir masanın etrafında rakı yudumlar bir vaziyette, geçmişi yad eder şekilde kendimizi bulabiliriz.

 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..