Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Haziran '10

 
Kategori
Güncel
 

Mustafa Kemal Paşa esir olmuş...

Mustafa Kemal Paşa esir olmuş...
 

Ben Arapları hiç sevmem. İşin garibi kendi kendime bencillik etme neden sevmiyorsun gibi telkinler yapmama rağmen durum değişmiyor. Arapları sevmiyorum.

Arapları derken kendini Arap olarak kabul etmiş insanları kastetmiyorum. Onların şahsıma bir zararlarını görmedim. Ancak yinede yeterince temiz değillerdir. Onları savunmak için birinci dünya savaşında oraya giden askerlerimizi İngilizlere kanıp arkadan vurdular. İçimiz burkularak dinlediğimiz yemen türküsü gökten zembille inmedi.

“Arap” sözünden kasıt bir düşünce modelidir. Fitneci, dedikoducu, komplocu ve daha saymak istemediğim birçok kötü huy bize Arap’dan bulaşmıştır. Hatırlayınız, 1516 Mercidabık, 1517 Rıdaniye savaşları ile bu gün ve o gün Arap’ların yaşadığı topraklar Türklerin eline geçti. O günlerde Osmanlı İmparatorluğu hızla yükseliyordu.

Artık Osmanlı devletinin Vezir-i azamı yani ikinci adamı, o günün Avusturya-Macaristan imparatoru ile anlaşma yapabiliyordu, yani eşdeğerde idi.

Tarihler Osmanlının yükseliş devrinin bitimini 1579 olarak belirtir. Artık duraklama dönemi başlamıştır. 1517 den itibaren devralınan halifelik ve buna bağımlı olarak birçok Arap sistemi o muhteşem yükselişi 52 sene gibi kısa bir sürede durdurmuş, Osmanlı için çile ve gözyaşı dönemini başlatmıştır. ( Konunun din ile ilgisi yoktur. Çünkü Türkler zaten Müslümandır) Dünyanın bilimde, teknolojide en ileri devleti sanki Arap bataklığına kelepçelenmiş, hızla eriyerek yok olmuştur. Ben batıdan çok Arap zihniyetini yıkılışımıza, çektiğimiz acılara sebep olarak görürüm. Şöyle bir Arap dünyasına baktığımızda Allahın onlara en önemli ekonomik kaynak olan petrolü vermiş olmasına rağmen bulundukları durum beni teyit eder niteliktedir. Şimdi sizlere aktaracağım belge bu konuyu bir daha düşünmenize yardımcı olacaktır sanıyorum.

“Akşam üstü gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı Büyükada’ya gidiyordum. Aydınlık, ferah bir Ağustos akşamı... Köpüklü, uyanık ve neşeli bir deniz. Güverte, tıka basa dolu... Türkçe konuşmayanlarda, birbirinin sözünü kapan bir sevinç var. Sadece bu sevinç, bizi yıkmaya yeterdi. “Ne olmuştu?” diye sormaktan korkuyorduk.

Bir fena şey vardı. Kimseye bir şey sormaksızın onu zihnimizde hafifletmeye uğraşıyorduk. İhtimal durmuştuk. Belki de bir iki noktada gerilemiştik. Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir halde değil mi idiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da, elbette Sevres Antlaşması’ndan daha iyi olurdu.

Fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayılıverdi: Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bütün karargahı ile beraber esir olmuş...

Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.

Türkleri Büyükada Yat Kulübü’nden kovmuşlardı. Yalnız bir iki sırnaşık, yolunu bularak içlerine sokulabilmişlerdi. Bunlar, o akşam cezalarını çekmişlerdir. Çünkü kulüpte, Mustafa Kemal’in esir olması şerefine kulübün bütün şampanyaları patlıyor ve Türkler de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyordu. Ada sokakları, çoluk çocuğun çığlıklarıyla geçilmez bir hale geldi.

Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik.

Bütün Türkleri, yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba sokaktakilerin hepsi, şu veya bu muhipler cemiyeti üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?

Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş...

Size, kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söylemeseydim, burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyorum. Hani dün kızdığımız o sürüm gazetesi yok mu, meğer resmi tebliğlerin kilometrelerce gerisinde imiş. Yunan ordusunu yok etmişiz ve İzmir’e iniyormuşuz.

Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.

Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim.

Konuşmak için dilim, yazmak için kalemim tutuldu. İkdam’daki Yakup Kadri’yi aradım, ilk vapurla İzmir’e gitmeyi teklif ettim.

Tuhaf şey: İzmir’in alındığı haberi geldiği vakit, içimizde artık sevinme gücü kalmamıştı. Gönlümüz, uzun ve derin uykuya dalmış gibi idi. Bir hastanın başında günlerce beklemekten sonraki yağılıp kalmaya benzer bir uyku... Hatta daha fazla ağlamalı bir hal... Bir akşam önce şampanya bayramı yapanların yüzlerindeki onulmaz yası gidip görmek düşüncesinden bile sevinmiyorduk.
Nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu batının, vicdanımızı ve kafamızı doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz.

“Akşam”ın ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: ” Elhamdülillah, İzmir’e kavuştuk! “ Kapıları açmanın imkânı mı var? Gazeteyi pencereden akıtıyorduk. Alan, yüzüne gözüne sürüyordu. Galata Rıhtımı üzerinde kamçısı ile selam marşını susturan beyaz atlı Franchet d’Esprey, o korkunç hayal, sanki bir operet sahnesinden kalma hoş bir hatıra idi! Doğrusu, daha fazla Dolmabahçe’ye gidip Vahideddin’i görmek istiyordum. İçimdeki tek zulüm hevesi bu idi.

Vahideddin’i göremedim. Fakat sonradan ilk Meclisten kalma bir dostum, Muhiddin Baha, bana bir Ankara hikâyesi anlattı. Onlar da sevinçten ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Mecliste bir aralık ellerini yıkamaya gitmiş. Asık suratlı bir milletvekili görmüş. Mustafa Kemal’in muhaliflerinden biri:
-Yahu nedir bu halin? diye sormuş. Öteki dudaklarını sıkarak:

-Ne var sanki? Nasıl olsa İzmir’i bize vereceklerdi. Nesini büyültüp duruyorsunuz? diye çıkışmış da!

Sonra da:

-Yunanlılardan kurtulduk. Bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız? demiş. Evet, muhalifleri ve rakipleri sapsarı idiler. Ah! Bir kurşun son Yunan kurşunu Mustafa Kemal’in göğsüne saplanamaz mıydı?

Doğu böyledir, dostlarım, Doğu’da kin, kolayca hiyanete kadar götürür. O gün sapsarı kesilenler veya onların kinini güdenler, şimdi bile o günün hatırasını söndürmeye uğraşmakta değil midirler? Doğu kini, vicdanları saran bu kanser... Kanserlerin en habis soyu!” (1) Ben Arapları hiç sevmem…

Kaynaklar: 1) Falih Rıfkı Atay, Çankaya: İstanbul 1969. s.312

2) Hayri Köklü, yeniçağ)

 
Toplam blog
: 1508
: 1688
Kayıt tarihi
: 16.07.08
 
 

Yetmişiki yaşında iki çocuk ve iki torun sahibi bir erkeğim.. Lise mezunuyum. Uzun yıllar esnaflı..