Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ocak '07

 
Kategori
İlişkiler
 

Mutluluk nerede?

Mutluluk nerede?
 

...Bitmeyen hikayedir mutluluğu aramak.


Aşk ve sevgi de hep bu temanın etrafında döner durur, seker zıplar.


İnsanoglu bin yıllardır hep mutlu olmanın çareleri peşindedir aslında.


Bir sevgili arkadaşım diyor ki "belki de tanrı benim, mutlulugu ben yaratırım."


Tanrı olmak "mükemmel "olmaktır sevgili arkadaşım ve ne yazık ki bizler eksikli zayıf zaaflı yaratıklarız. İşte bunun bilincinde oldugumuz andan itibaren abartısız, mütevazi olma şansını belki yakalar ve doganın bize verdikleri ile insanoglunun bizden aldıkları arasında bir yerde durmayı becerebiliriz.


"İnandıgımız sürece mutluluk vardır "diyor bu imanlı kardeşimiz, ama ben buna katılmıyorum. Eger "inanç"çözüm olsaydı, milyonlarca mümin sahip oldukları inanç geregi mutlu olmayı becerebilirdi.İnanmak sanaldır esas olan sevebilmektir ve her şeyden önce de kendimizi, bizzat kendimizi sevilebilir kılmaktır.


İşte asıl mesele burada ve biz gerçekten öncelikle kendimizi sevebilecek bir erdeme ve cesarete sahip miyiz?


Korkularımız vardır çoğu kurgu birazı gerçek.


Ne yaparsak yapalım içimizde bir boşluk kalıyor hep. Kimimiz başarısızlığımıza kimimiz yoksulluğumuza ya da başkalarının yoksulluguna ve mutsuzluguna yorduk bu boşluğu.


Kimimiz tam tersi her şeyi elde etmiş olmanın tatminsizliği olarak değerlendirdik, belki değerlendiremedik bile sorgulamaya gerek görmediğimiz için…


Ama en güzel havalarda en eğlenceli ortamlarda, en romantik anlarda bile bir parçamız eksikti sanki. Aşkın büyüsü de yetmiyordu sevişmelerin hazzı da…


Sözcükler tanımlayamıyor akıl açıklayamıyordu… Bin yıllardır tamamlanamayan bir “puzzle”ın insanoğlu tarafından bir türlü bulunamayan son parçasıydı bu.


Sanatçılar denizlerden, çiçeklerden, rüzgârdan ve aşktan medet umarak aradılar onu. Bilim adamları DNA’ları araştırdılar. Filozoflar derinlere daldılar, yarattıkları felsefeler içinde sıkışıp kaldılar. Ve insanlar çabaladıkça, aradıklarından uzaklaştılar. Bu çaba “olan”ı görmeyi engelliyordu çünkü.


“Olan” neydi peki?


“Olan” hem olmaya çalıştığımız her şeyin dışındaydı hem de içinde.


Denizlerde, çiçeklerde, rüzgârda ve aşkta da bulabilirdik onu veya DNA’larımızda ve düşüncelerimizde de. Ya da hiçbir yerde bulamazdık.


“Olan” bizdeydi. İçimizdeki boşluk, eksikliğimiz “puzzle”ın bulunamayan parçası bizim "kendimize duyamadığımız" sevgiydi, içsel barışıklıga ait huzurlu bir duruşu yakalayamamaktı..


İşte bu yüzden başarılar da tatmin etmiyordu bizi aşk da… Kendimizi sevemediğimiz için aşkı da bilmiyorduk mutlulugu da, sadece bildiğimizi sanıyorduk.


Hormonlarımızdaki değişimi, kalp atışlarımızdaki hızlanmayı, ellerimizdeki terlemeyi, bedenimizde “Kundalini Enerjisi” olarak adlandırılan enerjideki küçücük bir kıpırdanma sonucu ortaya çıkan etkiyi de aşk zannediyorduk. Aşkı öncelikle bir başkasına karşı hissedebileceğimiz yanılgısı içindeydik ve hep o başkasını arıyorduk. Onu kendi içimizde bulabileceğimizi aklımızın ucundan bile geçirmiyorduk.


Mutlulukta aynen böyle bir şeydir.


Aşk dediğimiz duygu birine tutulmaktan ibaret bir şey değildi oysaki. Ve hele o kişinin sahibi olmak hiç degildi, zira "sahip oldugun anda" aşkın gücü giderek tükeniyordu. Birinin sahibi olmak onu tüketmektir bir türlü anlaşılamıyordu. Şayet arada engeller varsa sevdiğimiz kişiye bir türlü kavuşamıyorsak sözde "aşk" büyüyordu, isteyip de elde edemediğimiz şeylerin değere binmesi gibi ondan ayrı düştükçe aslında ona duyduğumuz arzu ve ihtiyaç artıyordu. Sadece biz onu aşktandır zannediyorduk.


Ego’nun sahip olma isteği acılı bir gerginlik yaratıyor, bu gerginliğin şairane adını önüne gelen aşk koyuyor ve şiirler, romanlar, besteler bu forme edilmiş aşkın etrafında dönüyordu. Üzerine böylesine yorumlar yapılan bir duygunun bazen bir çok yanılsamaya neden olabileceğini de kimse düşünmüyor, kimse gerçeğin "sessizlikte" yattığına ihtimal bile vermiyordu.


Evet, bence gerçek aşk sessizliktedir ve mutlu olmanın derinde yatan en önemli koşuludur.

Unutmamak gerekiyor, biz doganın bir parçasıyız ve her geçen gün ona olan yabancılaşmamızın onunla çatışmamızın fırtınalarıdır bizi mutsuz eden, bizi uykusuz bırakan onunla uyum içinde olmayı beceremeyişimizin kabuslarıdır.

Hiç düşündünüz mü sizi mutsuz edenin içinizdeki o tuhaf, gürültülü susmak bilmeyen, sürekli kavga eden sesler oldugunu, canınızı asıl acıtanın bu uyumsuz sesler korosunun oldugunu?


İçiniz ne kadar sessiz olursa, o kadar da huzurlu olur ve varlığınızın yeni bir ifadesiyle karşılaşırsınız.Eger ona dikkatle bakarsanız o ifadede derin bir aşk oldugunu görebilirsiniz, üstelik sadece tek bir kişiye duyulan bir aşk değil başta kendiniz olmak üzere her şeye duyulan bir aşk... Sizin yaşam biçiminiz haline gelen bir aşk hali… Sahip olma hırsı gütmeyen, yetişmeye çalışmayan, beklentisiz ve koşulsuz… Su gibi akan gerginlik yerine huzur veren, sarıp sarmalayan ışık saçan ve ısıtan…


İşte o zaman sessizliğin de bir sesi olduğunu hissedersiniz. İçinizdeki koro o güne kadar hiç duymadığınız bir şarkıyı söyler. Ağaçların, kuşların, denizin, rüzgârın, gökyüzündeki bulutların ortak şarkısıdır bu evrenin şarkısıdır. Siz evrensel notaların ritmini yakalamışsınızdır artık, hücreleriniz bu ritmle titreşmeye başlamıştır.


“Olan” olmuştur.


Aşk her şeydedir bundan böyle. Küçük bir çocuğun gülüşünde, saksıdaki fesleğende, dalda öten kuşta, babanızın alnındaki kırışıklıklarda, sevgilinizin bir kahkahasında ve aynadaki yüzünüzde…


Gerçek aşkı içinizde bir kez hissedince yıllar yılı bakıp da görmediğiniz ya da göre göre alıştığınız ağaçlara bile başka bir gözle bakmaya başlarsınız.


“Olan”ı en iyi kabul eden onlar olduğu için belki de… Onlar; ne kaygılanır, ne strese kapılır, ne de çabalarlar “olmak” için. Sessizliklerini hiç bozmazlar. Zamanı gelince çiçeklenir, yapraklanır, ardından meyvelerini verir sonra tekrar yapraklarını dökerler.


Direnmezler. Evrensel bir bilgiyle direncin acı getireceğini bilirler. Doğaya kabul verirler. Aynı kabulü siz de verdiğinizde, kocaman dallarını dünyayı kucaklarmışçasına açan ağaçlar gibi kollarınızı uzatır ve içinizdeki koro şarkısını söylerken dudaklarınızdan dökülen sözcüklerle bu şarkıya eşlik edersiniz..


Kimbilir belki de sahici mutluluk içimizdeki zengin sessizliklerde, kendimizle olan barışıklıgımızda, hayata ve onun içindeki "şey"lere aşkla baglı(bagımlı degil) olmakta..


Ama en önemlisi galiba bu zengin sessizligin orta bir yerinde kendimizi ne kadar sevdigimiz ya da sevebildigimiz de yatıyor mutluluk. Dışımızda gerçekleşen para, pul, şan şöhret, kariyer, vb. bir dolu nesneye ait şeyler, eger biz içerde barışık, huzurlu ve aşkla dolu degilsek hiç bir işe ama gerçekten hiç bir işe yaramayacaktır.


Dünya da her gün biraz daha yoksullugun arttıgı, çocukların sokaga düştügü, binlerce insanın öldügü, insanın insan olmaktan çıkıp tuhaf bir yaratıga dönüşmeye başladıgı bu dünya da bizi ayakta tutabilecek tek şey, kendimizin bütün bu olup bitenler karşısında ne kadar erdemli bir duruşa sahip oldugu ve kendimizle olan mutluluk ilişkimizin saglamlıgı, kendi zengin sessizligimizi yakalayabilme becerisi, dışardaki azgın çatışmaya ragmen kendimizle olan barışıklıgımız ve kendimize duydugumuz sevginin "sahici"ligidir.

Bilmeliyiz ki, dogada olan biteni sevebilmenin ilk ve en önemli koşulu kendimizle olan sevgi ilişkisinin nasıl bir yerde durdugundadır.


Belki ancak bu bizi, bizim dışımızda olan mutsuzluk kaynaklarına karşı dirençli kılabilir, dışımızda olan bu çatışmalı sürecle başetmemizi saglayabilir.


Unutmayalım ki Yunus’un tanrısına aşkı da aslında dogaya olan aşktır ve o aşktır ki Yunus’u kendisiyle barışık ve huzurlu kılar, sahici sevebilmedeki derin bilgeligi tam da böyle bir yerde yatar.


Daha iyi bir dünya ve mutlu bir "ben" için, sanırım en çok içimizdeki derin ve zengin sessizligimizle tekrar ve yeni baştan buluşmaya ihtiyaç var.

 
Toplam blog
: 88
: 1115
Kayıt tarihi
: 09.01.07
 
 

Ankara SBF'yi bitirdim. Öğrencilik yıllarında gazetecilik, sonrasında uzun yıllar özel sektörde ü..