Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Aralık '15

 
Kategori
Öykü
 

Müzayede

Müzayede
 

Bir zamanlar cam gibi bir denizin irili ufaklı çakıl taşlarını yalıyarak neredeyse tahta iskemle ve masa ayaklarına sokulduğu, yan yana ulu çınarlar altına sıralanmış çay bahçeleri, şimdi önlerindeki beton rıhtıma ve denize daha uzaktan kırgın bakar gibi yaz sonu tenhalığında sesizdirler. Uçta, sağ tarafta dirseklenerek Zeytini Ada'ya uzanan mendireğin arkasındaki iri kayalar üzerine tünemiş martıların kanatlarına inmiştir sabah beyazlığı. Adalara işleyen motorların ve feribotun yanaştığı iki büyük iskelenin arasında deniz, bir tekne kalabalığı ile renk kırıkları oluşturarak hafiften salınmaktadır. Çoğunu yıllardır bildiği, isimlerine aşina olduğu sandallar, balıkçı motorları, arada bir iki kasıntı fiber yat bozuntusu bildik bir sabahın görüntüsünü tamamlamaktadır. Adalı, Rüzgar, Martı, Kırlangıç, Bengü, Kısmet, Nasip ve diğerleri. İnce belli bardaktaki soğumaya başlamış çaydan son bir yudum alarak kalkar, müzayedeye yetişmek için balıkhanenin yolunu tutar.

Her bir sandalyesi ayrı bir renge boyalı balıkçı kahvesi, balıklarını teslim etmiş her zamanki müdavimleri balıkçılar, ön tarafında balık tablalarını arabalarına yerleştirmiş bir iki balık satıcısı, aralarında dolaşıp duran kediler ve insanlarla çoktan sabahı yarılamışlardır. Müzayede yeri hemen sırtını mendireğin iri kayalarına yaslamış, üç tarafı üç basamaklı oturma yerleri ile çevrili, ortadaki boşlukta sıra sıra kasalar, çavelyalar, balık tablaları içinde son zamanlarda sayıları ve cinsleri giderek azalmakta olan balıkla dolu, kasalarda karidesler, bir teneke içinde tıkırtıları duyulan hala canlı pavuryalar, bir iki iri istakoz ve günün göz alıcı balıkları 3-4 kiloluk iki levrek ve bir kırlangıç ortadaki direğin iki yanında asılı alıcılarını beklemektedir. İnsanlar oturdukları yerde bir birleriyle konuşmakta, gülüşmekte, dışarıdan ayakta içeriyi seyreden çepeçevre insan kalabalığının kuşatmasında bir karmaşık gürültüde ve son anda balıklarını aceleyle yetiştirip ortadaki boşluğa bırakan balıkçılarıyla, uzun zamandır bildiği tanıdık bir eski sabahın tekrarına hazırdırlar.

Ortadaki eğik yüzeyli teşhir yükseltisinin arkasındaki yerine oturarak yıllardır müzayedeyi yöneten Salih'in düdüğünü öttürmesiyle müzayede başlar. Saat tam 8.30 dur. Arada görülen bir iki yeni yüz dışında kalabalık onu, o da kalabalıktaki insanların tamamını ismen tanımaktadır. Yükseltiye konulan bir tabla istavrite yönelir bakışlar.

-İstavritin 15 lirası var mı?

-On altı.

-Onaltı buçuk,

-Yaz, yirmi lira Hançer.

Arttırmaya katılanlar kimi zaman seslenerek, ellerini kaldırarak, başlarını sallayıp yada göz kırparak iki tarafında alışkın olduğu, yıllardır aynısını yineledikleri bir sahneyi yeniden tekrarlamaktadırlar.

-Bako'ların otuz liradan sonrası var mı? 

-Otuz beş lira. Tanıdık olmayan alıcıya dönerek,

-İsminiz?

-Adil.

-Sattım, yok mu arttıran. Otuz beş lira, Adil bey.

Bir zaman sonra müzayede sonlanmış, balıkları alan satıcılar tablalarını arabalarına yerleştirmiş, lokantacılar ve günlük balığını alanlar naylon poşetlere doldurarak kendi yollarını tutmuşlardır. Balıkçılar sandallarına dönmüş ortalığı toparlamaya, ağlarında takılı kalmış bir iki küçük balığı kendilerini kıyıdan dikkatle izleyen kedilere atarak bir sonraki günün hazırlığına başlamışlardır. Biraz sonra kasabanın sesiz ve tenha yalnızlığındaki sokaklarına dağılan bir iki seyyar satıcının sesleri duyulacaktır.

-Balıkçı geldi, derya kuzuları bunlar. Haydi canlı balık geldi.

-Taze mi balıkların?

-Görmüyon mu be ya, oynuyo daha.

Kasaba yaz günlerinin canlı ve gürültücü kalabalığında sıyrılmış, deniz, balık ve zeytin örgülü kaderinin bildik özüne dönmüştür. Elindeki poşeti dolduran uskumrularda denizi taşıyarak neredeyse altmış yılı aşkın bir zamandır aynı yerde olan fırının yolunu tutar. İçeriye girdiğinde yeni çıkmış tazecik ekmeklerin dost, sıcak ve bildik mis gibi kokusu karşılar onu.

-Selam Bigalı.

-Vay aleyküm selam abi, hoş geldin,

 Yaz kış üzerinde atletten başka giysi olmayan, önünde aynı önlük, fırın ateşinden terlemiş, güleç yüzlü, neşeli fırıncısıdır kasabanın Bigalı.

-Ver bakalım bizim ekmeği, sana zahmet kesiver.

-Ne zahmeti abi, senin için deve bile keserim.

-Biliyor musun epey zamandır eski kıvamını tutturamıyorsun ekmeğin.

-Doğrudur, undan. Nerde eski unlar. Bozuluyor her şey giderek.

-Haklısın, bozulmadık ne kaldı ki eskiden. Haydi eyvallah.

-Hayırlı sabahlar, gelsene bir çay iç.

-Sağ ol Mustafa, gitmeliyim, uğrarım sonra yine.

Mustafa bitişikteki Doyum Lokantası'nı işletiyordu. İlkokula beraber başladıkları sınıf arkadaşlarından kasabada hayatta kalan bir tek o vardı. İçinden bir ince sızı gelip geçer gibi oldu. Köşedeki tekel bayisi Dalgıç'tan aldığı 35 lik diğer elinde gazete kağıdına sarılı siyah poşette, gazetesini alarak dönüş yolunu tutar.

-Baba dikkat et, rakı çıkarmış kafayı poşetten, kaçmasın.

Sola dönerek kokularını sabah sokağına döken ıhlamur ağaçlarının gölgeliğinden deniz kıyısına çıkar. Bildik, dost, iyi bir yüz gibidir deniz. Bulutların gölgeliğini delip çıkan güneş ışklarının altında gri mavi parlayarak, çıkan sabah esintisinde ilerlerde ak köpüklenerek Konya Boğazı'na doğru koşturmakta, rüzgara kendini bırakmış martılar bir süre havada asılı gibi durup sonra aniden ters dönüp sert bir kanat hareketiyle hızla dalıp uzaklaşmaktadır. Yürümeye devam eder kıyı boyunca.

Ne kadar çok güzellik kalmıştır arkada eskilerden...

1 Aralık 2015/İzmit

Akın Yazıcı

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..