Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Kasım '16

 
Kategori
Öykü
 

Müzeyyen Çalıyordu Pikapta

Müzeyyen Çalıyordu Pikapta
 

Ortalık iyiden iyiye boz bulanık; pikapta çalan Müzeyyen’in sesindeki duruluğa rağmen. Şişeyi kafama yemeden gitsem mi diyorum ama yok, kalbimdeki sızıyı, acıyı hissetmek için kalıp bu dayağı yemeli bu gece.

Yağmurlu, isli, soğuk akşamlarda, camın arkasından denizi izlemeyi hiç sevmem. İçeri girip çıkanlarla beraber meyhaneye sızan soğuğun iliklerime kadar işlemesi bir yandan, havadaki yanık plastik kokusunun ortamı sarması bir yandan... İşin gerçeği, aslında ben kafayı çekerken, kışı yaşamayı sevmem.

- Pamuğa rakı basalım. diyor kalabalıktan biri. Hayalet gibi bir kadın duruyor tepemde, koşturmaca vesaire ama tam anlaşılmıyor neler döndüğü.

Her neyse, bence en güzeli kışı meyhane çıkışı yaşamaktır. İliklerine kadar mayışmış, gevşemişken; muhabbetin en bayıltıcı anında atarsın kendini dışarı. Ciğerlerine derin derin çektiğin buz gibi soba dumanıyla beraber yürür gidersin ara sokaklara. İşte güzelliği o zaman anlarsın. Yazın ana baba günü olan o sokakların hepsi, belli bir saatten sonra artık senindir.

- Müziği niye kapatıyorsunuz ulan?

Sokakların müziği sessizliktir oğlum, ne kapatması... Rüzgarın kısık uğultusu, yağmurun çatıların kenarlarından akıttığı şıpırtılardır sokakların müziği. Bir de herkesin evine çekildiği o geç saatlerde kulağa gelen, anlaşılmaz konuşma sesleridir asıl melodi. İşte sana ‘’Gece ve Müzik’’.

Kulağımı ıslak sokakta yere dayamış dinlemeye çalışıyorum, sokağın melodisini duyabilmek için ama ne mümkün; gürültü patırtı çok.

- Pamuğa rakı bastınız mı? diyor birisi. Taktılar pamuğa rakıya ya hadi hayırlısı.

‘’Rakı, rakı’’ diye inliyorum. Pamuğa rakı basıp dudaklarımı ıslatacaklar galiba. O derece kötüyüm ölüyorum demek ki son kez bir yudum rakı verecekler.

Islatılmış pamuğu seçiyorum yarı araladığım gözlerimle ve dudaklarımı uzatıyorum; ‘’ Rakıı, rakı...’’

Alnıma bastı adiler, yandım, dehşetle irkildim. - Ayılıyor. diye haykırdı yarı tanıdık bir ses.

- Sizin cemi cümlenizi, acıttınız ulan... diye bağırıp doğrulmaya çalışıyorum ama gücüm yok, yığılıp kaliyorum yeniden.

Islak sokağa yan yatınca anlıyor insan, aslında kışın ne kadar iğrenç bir mevsim olduğunu. O soğukta gözünü aralıyorsun, için titrerken bakıyorsun ki her şey sana inat dimdik ama en gıcık olduğun adam karşında ağzı burnu dağılmış bir halde yatıyor; üstelik Nevzatın iki gözüde kapalı ve ağzının kenarından kan sızıyor.

Zaten en doğrusu kışın evde oturacaksın kardeşim. Sobanın kenarındaki divanda uzatacaksın ayaklarını, çorap kokusu demeyeceksin, pencerenin macunsuz aralıklarından ensene vuran ayaza falan bahane bulmayacaksın, efendi gibi duracaksın evinde.

Ambulans mı polis sireni mi anlayamıyor ki insan. Kafanda böcek gibi dönüp duran sesler, çirkin, şişman, suratsız hemşireler; asık suratlı doktorlar, sana tükürür gibi bakan asayiş şubesi polisleri, asla gülmeyen Necip Başkomiser ve bu nasıl bir rüyaysa artık Nevzat manyağı dahil herkes burada.

- Niye kavga ettiniz lan gene! diye bağırıyor, ama sormuyor Başkomiser Necip. Zaten o kesinlikle soru sormaz. Soru işaretinin sivri yerini adamın kalbine saplar; yüreğin korkuyla kasılır ve asla yanıt veremezsin.

Nevzat’ın kaşını gözünü dikmişler, yüzünün sol tarafı komple batikon olmuş. - Bu salak konuşamaz bu halde. derken o ifadesiz suratın sadece ağzı dile geliyor ve beni polislere şikayet ediyor. Tam anlaşılamıyor ne dediği ama o kıramadığım tek parmağını bana doğru sallayıp bir şeyler söylüyor. Çata çata çata daktilo sesleri geliyor, demek ki anlayan anlıyor ve söylediklerini zapta geçiriyor.

Necip başkomiser, - Niye vurdun ulan adamın kafasına şişeyle! diye bağırınca Nevzat’ı ilk kez anlıyorum. ‘’Hayatımı çaldı bu benim komiserim’’ diyor ve ekliyor;

- Semağaat’i aldı benden; ömrümü yedi benim.

Çata çata çata diye zapta geçiyor Nevzat’ın hayatını çalıp Semahat’i elinden alışım ve devlet arşivlerinde yerini alıyor ‘’Semahat hırsızlığım’’.

Semahat’i düşünüyorum gözlerim kapalı. On iki sene önce başıma aldığım belayı düşündükçe kör olasım geliyor, ellerim kırılaydı diyorum, ota b.ka konan gönlüme isyan ediyorum. O çıtı pıtı kızın sonradan anasına çekeceğini nasıl hesap edemediğimi düşünüyorum. Geri versem olur mu acaba diye önce hayal sonra ümit ediyorum.

Başkomiser bu defa bana dönüp birşeyler soruyor ama karakolun sobası gürül gürül yanıyor. Borunun iki yerine telle bağladıkları küçük tenekeler bile harıl harıl sallanıyor ateşin hararetinden. Ortam çok sıcak olduğu için düşüncelerim ağır ağır eriyor; Şişko Semahat ve batikon suratlı Nevzat, yapış yapış olmuşlar kaynıyorlar beynimde. İkisine de söveyim diyorum, dudaklarım karşı çıkıyor, elim kolum isyan ediyor, ayaklarım beni taşımaktan vaz geçiyor, bayılıyorum.

- Tek mi duble mi? diyor bir ses. ‘’Pamuğa basın’’ diyorum.

- Nasıl abi? diyor toy sesli garson, yanıtlıyorum; - Pamuğa basın ulan rakıyı ama bu defa alnıma sürmeyin hepinizi oyarım.

- Birer tek daha getir yeter, zaten çok içtik abicim. diyor karşımda oturan -iki- Nevzat.

Tek gözümü kapatınca teke düşüyor, parmağımı çekince yine düet yapıyor Nevzat ama ses tek...

- İşte böyle aga. diyor. - O cildiyecinin verdiği ilaç çözüyor çok şükür benim sedef hastalığımı.

Gözlerimi kısıp hayretle bakıyorum yüzüne; - Batikon değil miydi lan o yüzündeki?

Pişkin pişkin gülümseyerek başını iki yana sallıyor ve ‘’ne içiyorsun ulan sen’’, der gibi bakıyor.

Ulan oğlum ben vaktiyle büyük bir halt edip Semahat’i çalmışım senden, şimdi eşşekler gibi pişmanım, hatamdan dönmeye razıyım, nasıl içmeyeyim.

Ortalık iyiden iyiye boz bulanık; pikapta çalan Müzeyyen’in sesindeki duruluğa rağmen. Şişeyi kafama yemeden gitsem mi diyorum ama yok, kalbimdeki sızıyı, acıyı hissetmek için kalıp bu dayağı yemeli bu gece.

Aslında öykünün, aniden içeri giren Semahat’in, rakı şişesini benim, su şişesini de Nevzat’ın kafasında kırmasıyla başladığını belki en başta anlatmalıydım ama bu tip travmalardan sonra kendini hemen toparlayamıyor insan.

- Müziği niye kapatıyorsunuz ulan?

- Semahat yenge pikabı da kırdı abi.

Zaten en doğrusu kışın evde oturacaksın kardeşim. Sobanın kenarındaki divanda uzatacaksın ayaklarını, çorap kokusu demeyeceksin, pencerenin macunsuz aralıklarından ensene vuran ayaza falan bahane bulmayacaksın, efendi gibi duracaksın evinde.

Ambulanstan sedyeye alınıp jet hızıyla girerken acile, hasta bakıcının sesiyle yeniden kapadım gözlerimi.

- Bunların ikisini de hemen görsün doktor bey; kafa travması ve ciddi kanamaları var.

- Ne olmuş, trafik kazası mı?

- Kadın, birinin karısı diğerinin de dostu muymuş neymiş; ikisini aynı masada görünce olmuş olanlar...

Semahat’le Nevzat dost hayatı mı yaşıyormuş; tam da huzur içinde komaya girecekken duyulacak şey miydi bu. Güçlükle toparlanıp elimle önde giden sedyeyi işaret ettim.

- O büyük batikon şişesi var ya. O şişeyi buna... - Tamam süreriz abi ikinize de sen yorma kendini, dinlenmen lazım. dedi hastabakıcı.

- Bana değil ulan o şişeyi buna. dedim yeniden ama gerisi gelmedi. Kim bilir ne diyecektim.

Zaten komanın cazibesine kapılıp yuvarlak ışığa doğru süzülmeye başlarken, bir soru dışında yaşadıklarımın pek de önemi kalmamıştı. On gün sonra komadan çıkarken dudaklarımdan dökülen cümle, beni hayata bağlayan bu soruydu işte. Gerisi vesaire vesaire vesaire.

- Müziği niye kapatıyosunuz ulan. Müzeyyen çalıyordu pikapta.

 

 
Toplam blog
: 17
: 1912
Kayıt tarihi
: 18.02.11
 
 

Okumaktan, yazmaktan keyif alırım ama en çok öyküleri severim. Zevk aldığım için yazar, zevk alıyors..