Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Aralık '12

 
Kategori
Müzik
 

Müziğin Teknolojiyle İmtihanı

Müziğin Teknolojiyle İmtihanı
 

Gelecek nesil bu ikili arasındaki ilişkiyi asla anlamayacak!


 

Tarih boyunca yapılan pek çok icat, insanlığın hayatını değiştirirken, ruhumuzun gıdası olan müzik de bu gelişmelerden payına düşeni aldı.

Teknolojik gelişmelerin müziğe yansımasını incelerken yolu ikiye ayırıp, kayıt ve depolama yöntemleri ile müzik yayınlama yöntemlerinin tarihsel sürecine bakmak gerekir. Yolun ikiye ayrılması karşımıza birbirinden bağımsız iki yol çıkması demek değildir. Müziğin tarihsel gelişimini bir yol olarak düşünürsek, bu yolun sağ tarafında bir kaldırım olan kayıt ve depolama yöntemlerinin, sol tarafında ise diğer kaldırım olan müzik yayınlama yöntemlerinin olduğunu düşünebiliriz. Bir kaldırımdaki aksaklık veya gelişme diğer kaldırımı da etkiler. Birbirleriyle etkileşim içinde olan, yolu devam ettiren kaldırımlardır bunlar. Bu kaldırımları oluşturan öyle taşlar vardır ki, zamanla yerini yenisine bırakmak zorunda kalabilir. Eski taşlara özlem duyarak, kimi zaman nostalji yapıp, arkamıza dönüp o kaldırımdan tekrar yürümek istediğimiz zamanlar olsa da, çoğu zaman yeninin bize getirdiği avantajları tercih ederiz. Müziğin teknolojiyle olan bu imtihanı sonucu yola devam edenlerle, sınıfta kalan taşlar vardır müzik kaldırımlarında.

Müzik kayıt ve depolama yöntemlerinin tarihsel gelişimi: Plaktan CD’ye giden yolda hüküm süren krallar…

Tarihteki ilk ses kaydı 1860 yılında, ses dalgalarının gaz lambasının isiyle karartılmış kâğıda işlenmesiyle oluşturulan bir Fransız halk şarkısıydı.

Müzik kayıt sisteminin en önemli kilometre taşı ise,1877 yılında Thomas Edison'un ses titreşimlerini, silindire sarılmış ince kalay bir levhaya işleyerek kaydedip, sesleri dinlemek için silindiri ters yönde çevirmesiyle beraber “konuşan makine” adını verdiği fonografı icat etmesiydi.

Ses kaydında kullanılan silindir, zamanla değişikliğe uğrayarak plak şeklini almış ve 1887’de gramofonun icadıyla birlikte günümüzde hala koleksiyoncuların ilgisini kaybetmemiş taş plak dönemi başlamış oldu.

Thomas Edison'un fonografı icat etmesinin ardından, 1887’de Alman Emile Berliner tarafından gramofonun patentinin alınıp, üretilmesiyle, plak ve gramofon ticareti de başlamış oldu. Bizim gramofonla tanışmamız ise 1896-1897 yıllarında Abdülhamit döneminde İstanbul’a gelmesiyle başladı. O dönemin yazılı kaynaklarında, ilk gelen gramofonların İstanbul’un belirli yerlerine konulduğu ve belli bir ücret karşılığında plakların dinlendiği belirtilmiştir. İlerleyen yıllarda plak şirketleri kurulmaya başlamış, gramofon ve plak kullanımı yaygınlaşmıştır.

1960’lara gelindiğinde, manyetik ses kayıt cihazlarıyla beraber Fransızca’dan dilimize geçmiş “küçük kutu” anlamına gelen kasetler ortaya çıktı. Böylece 1960’lardan 1990’lara kadar hükmünü sürecek bir kral tahta oturmuş oldu.

Kaset dönemi beraberinde pek çok ritüeli de yanında getirdi. 45’lik, 60’lık, 90’lık kasetler, kasetçalar, walkman, salonumuzun baş köşesinde duran saat kulesi büyüklüğünde müzik setleri, karışık kaset hazırlayıp satan kişiler, radyoda çalan şarkıyı kasede çekmeye çalışan insanlar çıktı ortaya. Bugünlerde, sosyal medyada bir fotoğraf paylaşılmakta; bir kaset ve bir kalem var fotoğrafta. Yeni neslin bu ikili arasındaki ilişkiyi hiçbir zaman anlayamayacağı yazmakta fotoğrafın altında.

Kalemle ileri geri kaset saran bir kuşak olarak, çok da sadık ve vefakâr olamadığımız bir gerçek bu küçük kutulara. Oysaki plak severler, tüm teknolojik ilerlemelere karşı  “plak kültürü”nü yaşattılar ve plaktan çıkan sesin tadını hiçbir dijital sistemden alamadıklarını savundular. Haksız da sayılmazlar. Çünkü plaklar, sesin analog olarak kaydedilmesiyle oluşturulur ve en yüksek ses kalitesine sahiptirler. Ses dalgası plak üzerine kulağımızın duyduğu gibi aktarılır. Dijital sistemler ise sesin kopyasını kaydeder. Bu yüzden hiçbir zaman aslının aynısı olamaz. Dijital sesler için “daha pürüzsüz, daha net” diyebilirsiniz ama asla kulağımızın duyduğu sesle aynı değildir. O halde, neden plak yerine kaseti tercih ettiğimizi sorgularsak, cevabı tamamen “duygusal” sebeplere dayanır. Kaset, plaklara göre hem daha ucuz hem de daha küçüktür. Bu yüzden kaset kullanımı, plağın yerine hızla geçmiş ve uzun bir süre hüküm sürmüştür.

 

 Müzik ruhun gıdasıydı ve teknolojiye ayak uydurmaya çalışan bizler dijital çağın müziğe aç obezleriydik. Madem ilk eşimizi aldatıp, kaset için plaktan boşandık, o zaman kaseti de daha güzeli ve daha iyisi için terk etme ruh haline sahiptik.

İki önemli dönem arasına sıkışan kasetler, plakları tahtından etse de, CD’ler karşısında aynı başarıyı gösteremedi. 1990’lı yılların sonuna kadar hükmünü süren kaset, tahtından inip yerini CD’ye bıraktı.

Compact Disk”in kısaltması olarak dilimize geçmiş CD, sesi sayısal bir formatta saklayıp, kasete göre daha fazla müzik depolayabilmemiz anlamına geliyordu müzik dünyasında.

Plaktan kasete geçişte, analog ses kayıtlarının yerini dijital ses kayıtlarına bırakmasıyla kaliteyi ikinci plana atmıştık zaten. Bu yüzden önemli olan ne kadar az yer kapladığı ya da diğer bir deyişle bir CD içine ne kadar fazla şarkı kaydedebildiğimizdi. Bu ihtiyacımız, sıkıştırılmış dosya formatıyla ses kalitesini bozmadan, müzik dosyasını 20 kat daha küçük dosya boyutuna çekmesini sağlayan MP3 formatının doğmasına neden oldu. Genişbant internetin yaygınlaşması, paylaşım programları ve müzik indirebilen internet sitelerinin çoğalmasıyla beraber en çok kullanılan müzik formatı MP3 oldu.

Türk Dil Kurumu’nun "Yabancı Sözcüklere Türkçe Karşılıklar" bölümünde CD için önerilen “yoğun tekerlek”lerimiz hızla dönmeye devam etti ve bu tekerlek döne döne DVD(Digital Versatile Disc)’ye Türkçe karşılığıyla “Çok Amaçlı Sayısal Disk”e dönüştü. Ardından standart DVD’lerin üç katına kadar veri depolayabilen, 25-50 GB’lık ses dosyalarını depolamayı sağlayan “Blue Ray Disc” ve “High Definition DVD” kayıt ortamları kullanılmaya başlandı.

Plak, kaset, CD, DVD derken, her dönemin hüküm süren kralları tahtlarından bir bir düştü. Analog kayıt dönemleri tamamen kapandı ve nostaljik oldu.

Plaktan kasete geçiş yaklaşık 100 yıl, kasetten CD’ye geçiş yaklaşık 30 yıl sürerken, 2000’li yıllarda CD’den sonraki değişimler çok daha kısa sürede ve daha hızlı yaşandı. Günümüzde ise bir yıl kullanılan teknoloji neredeyse bir sonraki yıl yerini yenisine bırakmakta.

 

Müzik yayınlama yöntemlerinin tarihsel gelişimi: Müziğin kraliçesi radyolar…

Müzik kayıt ve depolama yöntemlerinde dönem dönem değişiklikler yaşanmış, bir kral tahtını diğer krala devrederek sahneyi terk etmiştir. Ancak müzik yayınlama yöntemlerinde tahta öyle bir kraliçe oturdu ki, yıllar yıllar boyu onu koltuğundan kimse indiremedi.

Müziğin yayınlanmasında en etkili aktörlerden biri olan müziğin kraliçesi radyolardır.

Türkiye'deki radyo yayıncılığı 1927 yılında başlamıştır. İlk radyo yayını Telsiz Telefon Türk A.Ş. tarafından İstanbul ve Ankara’da yapılmıştır. 1936 yılında beklenen başarı sağlanamadığı için çıkarılan bir kararname ile şirket dönemi radyo yayıncılığı kapatılarak, yayınlar devlet kanalıyla devam etmiştir. Türkiye’deki radyoları tek çatı altına toplayacak bir yayın kurumunun oluşturulmasına karar verilmiş ve 1 Mayıs 1964’te Türkiye Radyo Televizyon Kurumu kurulmuştur.

1990’lara kadar sadece TRT’nin tekelinde olan radyo yayıncılığı, FM verici sayısının arttırılmasıyla beraber 1992 yılında kurulan iki özel radyo ile yayına başladı. Çok kısa sürede, şehirde, köyde, mahallede, aşağı sokakta, dört bir yanımızda küçük bir vericiyle yayın yapan özel radyo sayılarındaki artış dikkat çekiciydi. Arabayla köprünün altından geçerken kesilen TRT FM yayını yerine, hiç kesintiye uğramayan özel radyolar dinlenmeye başlandı. O güne kadar “TRT Türkçesi” ile konuşan “spiker”leri dinleyerek esen kalan dinleyiciler, ilk defa gündelik konuşma dilliyle program yapan “DJ”lerle tanışınca özel radyoların dinlenme oranı TRT yayınlarının önüne geçti. Ancak Türkiye’de radyo yayını yapma hakkı sadece TRT’ye aitti ve bu sebeple 15 Nisan 1992’de korsan radyo olduğu gerekçesiyle, kalbimizi fetheden tüm özel radyolar bir anda kapatıldı. “Radyomu İstiyorum” sloganıyla, arabaların antenlerine siyah kurdele bağlayarak özel radyoların tekrar açılması için kampanya düzenlendi ve siyasi destek de alınınca özel radyolar 1994’te tekrar yayına başladı. Benim için 90’lı yıllara damgasını vuran en önemli müzik olayı bu halk direnişiydi.

Müzik saklama ve depolama yöntemlerinde kaç kral deviren teknolojik ilerlemelere karşın, müzik yayınlama yöntemi olan radyo bir kraliçenin tırnaklarıyla tutundu tahtına. Plaktan, kasete, kasetten CD’ye olan tüm dönemlerde başucumuzdaydı sihirli kutu radyolar.

İnternetin hayatımızda yaygın bir şekilde bulunmadığı o yıllar en etkin iletişim aracıydı radyolar. Sokaktan eve girdiğimiz an telefonun dışında, başka evlerdeki, başka kişilerle iletişim kurma şansımız yoktu o dönemler. Evimizin duvarları kalın mı kalın, kapılarımız ise çeliktendi ve tüm bunları delip geçebilen tek sesti radyolar. Sabah uyandığımızda, işe giderken yolda, iş yerinde çalışırken, yemek yaparken, kitap okurken, ders çalışırken ve hatta uyurken bile fonda dinlerdik radyoları. İstek şarkı çalması ve yayına telefon bağlantısı ile katılıp, sadece devlet büyüklerinin elinde olan “halka sesleniş” hakkını bize tanıması ise paha biçilemezdi. İnternetin olmadığı, sadece karasal yayının yapıldığı zamanlardı o zamanlar…

2000’li yıllara doğru, internetin yaygınlaşmasıyla radyo kraliçemizin, koltuğu sallanmaya başladı. Çünkü internette istediğimiz şarkıyı anında bulup, dinleyip, istediğimizi bilgisayara kaydetmemizi sağlayan teknolojiler ortaya çıktı. Kablosuz bağlantıların ve mobil aletlerin kullanımı arttıkça insanlar başucumuzda duran radyo yerine, akıllı telefonlarından ya da tablet bilgisayarlarından müziğe erişmeye başladılar. Ama koltuğunu seven kraliçemiz hemen teknolojiye ayak uydurup karasal yayından, internet radyo yayınına geçti. Böylece sihirli kutu radyomuzu, zamanımızın büyük çoğunluğunu karşısında geçirdiğimiz bilgisayarımızın içine çekebildik. Akıllı cep telefonları ve mobil cihazlarla gittiğimiz her yerde radyomuzu dinleme şansımız oldu.

Karasal radyo yayınında sadece bölgesel yayınları dinleyebiliyorken, internet radyoculuğunda, dünyanın diğer ucundan yayın yapan birini bile kesintisiz olarak dinleyebilmekteyiz. Ayrıca radyo yayınlarının kayıtları alınarak oluşturulan podcast’ler ile istediğimiz radyo programını istediğimiz saatte tekrar dinleyebilme şansını da sahibiz.

İnternet radyoculuğu maliyetleri düşük olarak yayın yapmayı kolaylaştırdığı için hem daha az reklamla yayın akışını bölmeden müziğin keyfine varmamızı sağladı, hem de bir bilgisayar ve kullanılması kolay bir programla isteyen herkesin kendi radyo yayını yapabilme özgürlüğünü kazandırdı.

İnternet radyoculuğunun getirdiği bu faydalar, ulusal ölçüde karasal yayın yapan pek çok radyonun da internet radyoculuğuna doğru geçmesine sebep oldu.

Küçücük kutunun içinden gelen sesleri duydukça, içinde birinin olduğunu düşündüğümüz hayalperest çocukluk yıllarımızdan,

saat başı ajans haberleri, radyo tiyatrosu, arkası yarın’ları dinleyerek geçirdiğimiz TRT FM günlerine,

özel radyolarla çeşitliliğin artmasından, tüm sınırları ortadan kaldıran dünyanın öbür ucunda yayın yapan bir ecnebinin müzik seçimlerini diyebildiğimiz,

hatta eğer istersek, radyo yayını yapabileceğimiz internet radyoculuğunun yaşandığı bu günlere kadar hayatımızın her döneminde olan radyolar,

değişen teknolojiyle ölmemiş, bilakis teknolojiye ayak uydurarak hep genç kalmayı başaran bir kraliçe gibidir.

Pop-art akımının mimari Amerikalı sanatçı Andy Warhol, 1968’de “Bir gün herkes 15 dakikalığına meşhur olacak” derken, bugünleri öngörebilmiş miydi acaba?

Youtube, Facebook, Twitter gibi sosyal paylaşım siteleri ve internet yoktu o zamanlar. Ama şimdi isteyen herkesin meşhur olmaya bir tık uzağında olduğumuz günleri yaşıyoruz. Hatta gelişen teknoloji ile internet üzerinden radyo yayını bile yapabiliyoruz.

 

Müziğin teknolojiyle olan imtihanında, sınavdan sorumlu olduğu bölümler; kayıt, depolama ve yayınlama yöntemleriydi.

 

Teknoloji, teknik anlamda müzik için sadece araç olacaktır. Plak, kaset, CD ve bunları dinleyebileceğimiz gramofon, kasetçalar, CD çalar dönemlerini yaşayan kuşaklar olarak, yüzyıllar öncesinde bestelenmiş klasikleri hala büyük bir zevkle ve hayranlıkla dinliyorsak, teknolojinin, yapısal anlamda müziğin içeriğini etkileyip etkilemediği, başlı başına yeni bir konu olarak araştırılmalıdır.

Teknoloji, gıda sektörünü içerik olarak ne kadar etkilediyse, ruhumuzun gıdası olan müziği de ancak o kadar etkileyebilir. Teknolojik alet edevatla, çok daha kısa sürede, çok çeşitli yemekler yapıp, daha çok kişinin bu yemekleri yemesini sağlayabiliriz. Ancak teknolojinin, yemeklerin tadını tuzunu değiştirmediğini de biliyoruz. Müziğin teknolojiyle olan imtihanında ise kazanan hep müzik olacak, teknolojinin ilerlemesi müziğe sadece araç olarak yansıyacaktır.

Ses ve sessizliğin değişik ölçülerde birleşmesi ile oluşan müzik, teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, tadını değiştirmeyecek ve teknolojiyle 8. nota icat edilmeyecektir. 

 

Hezar YOKUŞ

Türkiye Bilişim Derneği, Bilişim Dergisi, Aralık 2012, 149. Sayı

e-dergi: www.bilisimdergisi.org;  pdf: http://www.bilisimdergisi.org/index.php?sayi=149; Ipad: http://itunes.apple.com/ke/app/bilisim-dergisi/id489948777?mt=8 ; Iphone: http://itunes.apple.com/bw/app/bilisim-dergisi/id439832259?mt=8; Bütüneskisayılar: http://www.tbd.org.tr/index.php?sayfa=dergi&mi=1

 
Toplam blog
: 73
: 5913
Kayıt tarihi
: 06.09.06
 
 

Yılın en uzun gecesinde doğmuşum. Bu yüzden midir bilinmez ruhlarımızın özgür kaldığı geceleri se..