Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ağustos '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Müzik...

Müzik...
 

"Konuşabilen herkes şarkı söyleyebilir ve yürüyebilen herkes dans edebilir" (Afrika atasözü) Çok güzel bir söz olmakla birlikte beni biraz üzüyor. Ben o zaman insan değilim.

***

Uzun zaman sonra gitar çaldım geçenlerde. Beste yapar gibi oldum. Ne zaman beste yapar gibi olsam melodi başka sevdiğim şarkılara benziyor. Neden böyle oluyor?

Vakti zamanında Serdar Ortaç "topu topu 7 tane melodi var kaç tane farklı şarkı yapabilirizki" diye buyurmuştu. Bu bir ressamın gökkuşağında topu topu yedi tane renk var kaç tane farklı resim yapabilirimki demesi gibi bir durum sanırım. Ayrıca ortaokulda müzik dersine girmiş her türk vatandaşının bildiği gibi yedi tane değil 12 tane ses vardır armonide. Üstat Serdar bemol ve diyezleri elemiş.

Ben vasat, kendi halinde bir "ev beyi" müzisyen olduğum içiin, yeteneğim ve eğitimim sınırlı olduğundan ötürü istediğim gibi müzik yapamıyorum. Belki benden daha beter olan kişi yıllardır bu işten para kazanıyor.

Dede Efendi ne demiş, "müzik öyle bir denizdirki ben paçalarımı sıvadım ama içine giremedim"

Serdar efendiii....

Kime diyorum?

***

Bir keresinde otobüse arka kapıdan binmiştim. Önden yer olmaz da şöför arka kapıyı açar ya. İşte o şekilde. Arkadan parayı uzattım, para 45 kişinin elinde deyip falan biletçiye gitti. Sonra aşağı yukarı aynı 45 kişinin eline deyip geri geldi. Fakat benim kulaklıklarım vardı, müzik dinliyordum ve paranın geri geldiğini fark etmedim. Birisi omuzuma dokundu,

"Hafız, hafız!" dedi bana. Dudaklarımı kıpardattığım için dua ettiğimi düşünmüş olmalı.

"Allah razı olsun" dedim. Aldım parayı.

***

Askerde çingene bir çocuk vardı. İri yarı, pek efendi bir çocuktu. Neydi adı?...

İşte bu çocuk Edirne'liydi. Kollarında hep jilet izleri vardı. O kadarki, kendisini kesmiş kesmiş, yaralar açılmış ve kapanmış, o yine kesmiş. Bunu defalarca tekrar etmiş. Artık kol derisinde hiç kıl falan yoktu. Jilet izleri yanık izleri gibi duruyordu. Mahfetmiş çocuk kendisini. 20 yaşındaydı ve iki çocuğu vardı. Büyüğü altı yaşında dedi, onun yalancısıyım.

Çok iyi darbuka çalarmış, hatta bölükte de bir darbuka varmış da komutan saklamış falan dediler. Getirelim sana darbukayı da çal diye ısrar ettiler. Çocuk tamam dedi. Ne iyi çocuktu vallaha. Bütün bölük darbukayı aradı, taradı ama bulamadılar. Sonunda çocuğa küçük bir bidon getirdiler "al bunu çal" diye. Ben hakaret olduğunu düşündüm fakat çingene (salih, tamam) hiç yüksenmedi. Aldı bidonu kucağına darbuka gibi yerleştirdi. Kollarını sıyırdı. Jilet izleri çıktı ve başladı çalmaya.

Çok fazla konser izlemişliğim yok fakat bidon çalan darbukacıyı unutacağımı hiç sanmıyorum. Hatta Salih kendisinden geçip çalarken izleyenlerden birisi hislerime tercuman olmuştu "şu boktan bidondan çıkan seslere bak" diyerek. İnanamamıştık. Salih uzun parmaklarını eğerek ve bükürek çaldı, çaldı ve taakk! diye patlatıp bitirdi hiç bitmeyecek gibi duran soloyu. Fırlattı attı bidonu. "çalamıyorum ya!" diye de bağırdı. Meğer darbuka derisi gergin olduğundan, vuran parmağı zıplatırmış. Plastik bidonda parmak zıplamadığından ötürü istediği gibi çalamamış. Yanıyorum o çocuğu darbuka çalarken izleyemediğime hala.

Bu arada "boktan bidondan o sesleri çıkartmanın" müziğin özü olduğunu düşünüyorum. İnsanın içinden gelen, yanan bir müzik aşkı. Tüm müziğin başlangıçı sanıyorum ki ritimdir. Ben o akşam bunu sonuna kadar hisetmiştim.

***

Lisedeyken Bulusuzluk Özlemi konserine gitmiştik. Boğaziçi Üniversitesindeydi konser. Biz o yaşlarda Kadıköy'de takılırdık hep. Boğaza ve sırtlarına falan fazla gitmezdik. Ayrı bir şehir gibidir Kadıköy, çıkmak istemezdik hiç. Fakat konsere gitmiştik işte birkaç arkadaş. Okuldan çıktığımızda dolunay vardı. Karanlık olmasına rağmen ışıl ışıldı deniz. Boğazın güzelliğine de alışık değiliz. Güzel de bir konserden çıkmışız, Akın Eldes'e "bi dahaaaa" diye bağırıp durmuşuz. Çoşmuş duygularımız. Manzaranın karşısında kalakaldık.

İçimizden birisi şuursuzdu. Hala öyle midir bilemiyorum. Muhtemelen öyledir. Bir sessizlik oldu, şuursuz arkadaşım dedi ki, "nereye bakıyorsunuz abi" dedi. Ben de şaşırdım, "denize bakıyoruz" dedim. Nereye baktığımız çok aşikardı neticede. Bir kısa süre daha sessizlik oldu. Şuursuz bir soru daha sordu;

"ne var abi denizde?"

Ne cevap verdiğimi tahmin edersiniz. Yazmıyorum artık.

***

Paul Simon'ın "sound of silence" adlı şarkısını çok severim. Şarkı "the graduete" filminin açılışında da profildeki dustin hoffman'ın dibi karmakarışık üstü sakin gözüken ruh halini anlatmak içinde kullanılmıştır. Youtube'da central park konser görüntülerine rastladım. Dinleyince fena oluyordum, izledim daha da fena oldum. Özellikle şarkı çalarken sahneye değil de yere bakıp tribe giren hippi kadını çok sevdim. İngilizce bilmesem de ben o kadınla çok iyi anlaşırım gibi geldim kendime.

Bu bloğu saat kaçta okuyorsunuz bilmiyorum, ama linki tıklamak için bekleyin saat gece 11 falan olsun. Evde kimse olmasın, varsa da yatmış olsunlar. Aceleniz olmasın, kaygınız olsun biraz. işte bu kıvamda bir ruh haliniz varsa tıklayın. Yoksa boşverin gitsin.

http://www.youtube.com/watch?v=8Kd8xp86reY

***

Biz sivilceli, kendisini bir halt sanan daha doğrusu bir halt olacağını sanan Kadıköy'lü özenti rockçılardandık. O tripleri yaşadığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Her şey zamanında güzel. Bizim davulcumuz ders alıyordu. Bir gün ben de dinlemek için gittim derse. "Bebop" diye bir stüdyo vardı Kadıköy Kadife Sokakta. Stüdyoda iki davul vardı. Benim arkadaş ve hocası karşılıklı geçtiler. Doğaçlama yapacaklarmış.

Benim arkadaş ritmi atıyor, hocası da takılıyor falan. Devamında bir kaç dakika sonra çoştular ve müzik zikre dönüştü. Ben de yere oturdum ve gerçekten ibadet eder gibi hisettim kendimi. Harika bir andı.

Yıllar sonra o stüdyoya kayıt yapmak için gittik. Ben çok az davul çalmayı öğrenmiştim ve o gün bizim davulcu yok diye ben çalayım diye heves etmiştim. Bilekten değil de pazıdan çalınca davulu üç kere baget kırdım. Stüdyonun sahibi davulu patlatacağım diye korkup içeri girdi sonunda. "Boktan müzisyensiniz boktan" dedi. Elimde kırık baget vardı. Tehlikeli bir bakış attım, şakaya vurdu. Pazumu tuttu, oğlum bak, dedi. Burayı kasmayacan çalarken. Bileklerden, bileklerden dedi. Sonra biraz gösterdi. Ne iyi adammış. Allah razı olsun amca, dedim içimden. Sonra o çıkar çıkmaz ben bir tane daha baget kırdım.

İstemeden.

Sonra kovdu bizi. Ya ne yapsaydı?

***

Acil Servis diye bir rock gurubu vardır. İstanbul'da bar gurubudurlar genel olarak ve fakat albümleri de vardır. (Heyy bebek, götür beni o temmuz akşamına) Kendi şarkıları pek o kadar başarılı olamadı ama peroformans olarak gerçekten çok iyilerdi. Ben uzun zamandır izlemedim ama sanırım hala çok iyilerdir.

Benim de işte biraz gitar çalmmışlığım ve gitaristleri canlı canlı dinleyip "ne olacak ki biraz çalışsam ben de bu kadar çalarım" demişliğim ve sonunda bir halt olamamışlığım var tabi. Acil servisin gitaristini (Emre?) görünceye kadar yaptım bunu. Fakat Emre?'yi gördükten sonra "ne oluyoruz" oldum. Yaptığı hiç bir şeyi daha önce kimseden görmemiştim ve "nasıl bir çalışma ile" bu şekilde çalınabileceğini anlayamamıştım ne yalan söyleyeyim.

Utana sıkıla gittim yanına. Ders veriyormusun, dedim. Veriyormuş tabi. İki ay falan ders aldım. Benim için çok iyi oldu onunla çalışmak. Kendi çapımda ilerledim falan. Sonra bir dün derste bitince gitarını kılıfına koyarken kılıftan bir kitap düştü. Kitap ufolar hakkındaydı.

Feci küçümsedim çocuğu. Ufo kitabı okuyan birisinden gitar dersi alamazdım. Bıraktım dersi. İyi halt ettim.

(hala niye böyle bir şey yaptığımı anlayamadım.)

***

Kumsalda gitar çalmışlığım yok. Hiç sevemedim bu olayı nedense. Şunu çal, bunu çal falan der insanlar. Sana juke box muammelesi çekerler. Birinin istediği şarkıyı diğeri istemez. Çalarken biri dinler, beşi kendi aralarında konuşur. Kısacası kumsal gitaristi er ya da geç şakşak oğlanı olmaya mecburdur.

Ben eskiden, çok hevesliylen gitar çalmaya, tatil beldelerinde falan gitarı alıp kendi kendime takılacağım yerlere gidip gitar çalardım. Zaten hiç bir zaman üzerimde ilgiyi canlı tutacak kadar iyi çalamadım. Bir kere sesim yok. Tek gitarı dinlemekten de sıkılabiliyor insanlar. Ben hiç sıkılmazdım ama. Kendi kendime çalar dururdum.

Bir keresinde yurt dışında bir izci kampına katılmıştım. 15 günde insanlarla kaynaşıp yeni arkadaşlıklar kurmak hiç bir zaman bana göre bir şey olmadı. Her ne kadar rengi güzel değilse de, her yerinden su akıyor Hollanda'nın. Bir su kenarı buldum kendimi. Tıngır mıngır çalıyorum. Sonra şarkım bitti, arkamdan bir ses geldi bir tane daha çalsana diye. Çok beğendiğim bir kız vardı adı Alina. Arkama gelmiş çaktırmadan dinlemiş beni. Ne kadar nazik bir hareket. İlk defa müzik yapmak manalı geldi. İlk defa takdir edildiğimi hissettim. Her ne kadar Alina asla yüz hatlarını unutamayacağım kadar güzel bir kız olsa da, bu jestiyle kendini benim için iki kere unutulmaz yapmıştı.

Canım benim.

K.

Alina kimdir? http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=20057
Legolas'la tanışın : http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=56278
Hafta sonu barışarock http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=58452

 
Toplam blog
: 295
: 733
Kayıt tarihi
: 28.09.06
 
 

Bugün ölseniz mesela, ya da hafifletelim biraz hadi, bu giriş çok karamsar oldu. Bugün ortadan kay..