Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Aralık '17

 
Kategori
Efsaneler
 

Naim Süleymanoğlu

Naim Süleymanoğlu
 

 
 
Güneşin doğuşu veya bir yıldızın kayışı gibi doğada meydana gelen herhangi bir olayı, içimizde hissedebilmek için öyle incelikli bir anlatım dili kullanmaya gerek yoktur. 
 
O anı, olduğundan daha güzel göstermek gayretiyle edebi bir lisan seçmek de; öyle olmazsa olmaz bir şey değildir kesinlikle.
 
Çünkü güneş her gün farklı bir şiirselikte doğsa da; bir yıldız her defasında  farklı bir öngörülemezlikle kayıp gitse de; insanı, yaratılışın mükemmelliğiyle ilgili olarak aynı şekilde etkiler.
 
O yüzden bu anları farklı şekillerde anlatmaya çalışmak çoğu zaman beyhude bir çabadır.
 
Lakin mevzu bahis olan şey Naim Süleymanoğlu’yla ilgili bir kaç şey söylemeye geldiğinde; özellikle benim jenerasyonumda yer alan tüm çocukların anlatacakları, çok derinlikli manzumeler şeklinde dile gelir. 
 
Çünkü o, en basit ifadesiyle asker arkadaşı, eski Fenerbahçeli milli futbolcu Metin Diyadin’in dediği gibi ‘’ Biz sporcuyduk, o Naim ’’ diye tanımlanabilecek birisidir.
 
Hani yıllar hızla akıp gider ve otuz beşli-kırklı yaşlara gelindiğinde eski zamanlara dair olaylar, yaşandıkları senelerden ziyade; o olayların içindeki insanlar ve yaşanan şeylerin detaylarıyla hatırlanmaya başlar ya; 
 
Söz konusu hadise, hangi tarihte yaşandı diye sorulduğundaysa hemen öyle kesin bir yanıt verilemez ve  üstün körü bir tarih verilip konu geçiştirilmeye çalışılır ya hani!
 
 İşte çocukluk dönemi 1980’li yılların başlarına tesadüf eden Sapanca’daki pek çok kişi için bu durumun istisnası 1987 ve 1988 yıllarıdır.
 
Çünkü 1987 yılının 11 Aralık tarihinde Adile Naşit ölmüş, 1988 yılının 17 Eylül-2 Ekim tarihleri arasında Naim Süleymanoğlu Seul Olimpiyatları’nda fırtına gibi esmiştir.
 
Berlin duvarının yıkılması veya aya insanın ilk ayak basması insanlık açısından ne kadar büyük olaylar ise; Naim’in al yıldızlı mayo altında yaptıkları, ben ve benim gibi milyonlarca insan için ancak Çin Seddi’nin yıkılması ya da insanoğlunun Mars’a yürüyerek gideceği o ilk anla mukayese edilebilecek derecede büyük olaylardır.
 
Tek kanallı devlet televizyonunun varlığı ile dünyada olup bitenlerden irtibatlanan bir kuşağın mensubu olan ben, aynı kuşaktaki pek çok insan gibi halter diye bir spor dalı olduğunu ve iç içe geçmiş beş adet halkanın dünya tarihindeki en büyük spor organizasyonunu sembolize ettiğini  ilk kez onun sayesinde öğreniyorduk.
 
Onun omuzlarında yükselen onca ağırlık, yerçekimsiz bir ortamın dünyadaki adresini işaret ederken; bizler de 10’lu yaşlardaki çocuklar olarak kocaman bir yüreğe sahip olunduğu vakit, ‘’ Bir avuç yürek mi ağır; yoksa koca bir dünya mı? ‘’ sorusuna onun alnı üstüne düşen saçlarını yukarıya doğru üfleyişini hatırlayarak cevap veriyorduk.
 
Ellerine sürdüğü beyaz pudrayı usulca sirkeledikten sonra küçük adımlarla podyuma doğru yürüdüğünde, ağırlıktan artık yamulmuş olan o demir barın altına sanki onunla birlikte biz de giriveriyorduk.
 
Bir kaç saniyelik sessizlik anı koskoca bir ulusun nefesini tuttuğu anlar olarak kayda geçerken; biz, az sonra onun havaya kaldırıp ardından yere çalacağı demir külçelerin işaretini, nefesiyle havaya kalkan saçlarında buluyorduk.
 
Var olan tüm rekorlar avuçları arasında tuzla buz olurken, biz, bir kişiliğin gerçek bir kimliğe kavuştuğu o unutulmaz ana  ‘’ Ben Naum Şalamanov değil; Naim Süleymanoğlu’yum ‘’ diye haykırışını işitirken tanık oluyorduk.
 
O ana kadar hiçbir sportif olay bu kadar kitlesel bir hal almışmış, böylesine büyük bir milleti tek yürek haline getirmemişti .
 
 Bir sporcudan ziyade Dede Korkut Hikayelerinden çıkıp gelmiş, mucizevi yeteneklere sahip efsanevi bir varlık gibi gözüküyordu çocuk gözlerimize.
 
Dünya gezegeninde kendi kilosunun üç katından on kilo fazlasını kaldırabilen ilk ve tek insan olarak tarihe geçtikten sonra, Uluslararası Halter Federasyonu ( IWF ) 60 kilo kategorisini kaldırdı. Çünkü o kiloda Naim’in yaptığı derecelerin bir kez daha asla yapılamayacağını biliyorlardı ve halter sporu da rekorlar ile var olan bir spor dalıydı.  
 
Hani büyük basketbolcuların anısına formaları emekli edilerek salonun tepesine asılır ya; Naim öyle büyük bir sporcuydu ki; onun anısında bir siklet tedavülden kaldırılıyordu.
 
Dedim ya eğer Dede Korkut Masalları onun zamanında yazılmış olsaydı, onun ismi o masallardaki insanüstü bir varlıkla muhakkakki özdeşleşirdi.
 
Time Dergisi onu kapak yaptığında “ Everybody Wins “ ( Herkes kazanır ) başlığıyla çıkmış ve galiba “ Herkes kazanır ama onun yaptıkları, kazanmanın çok ötesinde birşey olmalı “ gibi bir ironiyi ifade ediyordu herhalde.
 
2001 yılında Uluslararası Olimpiyat Komitesi onu, dünyada “ Olimpik Hareket’e “ önemli katkı sağlayan en büyük sporculara verdiği en değerli ödül olan “ Olympic Order’a “ layık gördü.
 
Bence ona, böyle büyük bir ödül  hiç verilmemiş dahi olsaydı, Olimpiyatlar tarihinde Olimpik ruha en çok hizmet eden sporculardan biri olduğunu, 1996 Atlanta Yaz Olimpiyat Oyunlarında en büyük rakibi olan Yunanlı halterci Valerios Leonidis ile aralarında madalya kürsüsünde geçen konuşmayla çoktan göstermişti.
 
O Leonidis ki; belki Naim karşısına hiç çıkmasa kendi katagorilerinde dünyanın en büyüğü olacaktı.
 
Naim’le karşılaştığında kaldırdığı tüm dereceler ayrı bir rekor olan Leonidis, ikinci olmaktan bir türlü kurtulamıyor; tüm tarihi ünvanların elinden birer birer kayıp gidişine mani olamıyordu.
 
Çünkü kader, onun karşısına tarihin görüp görebileceği en yenilmez adamı çıkarmıştı.
 
Yunan efsanesi, Atalanta’da kürsüye çıktıkları o anda Naim’e “ En iyisi sensin “ deyince Naim’in itirazıyla karşılaştı. 
 
“ Hayır, en iyisi biziz. “ 
 
Evet aynen öyleydi. En iyisi onlardı ve işte bunun adı da Olimpiyat Ruhu’ydu.
 
Leonidis’in Naim’in cenazesinde göz yaşları içinde Al Yıldızlı Türk Bayrağımız’ın sarılı olduğu tabutu öperken verdiği o fotoğraf da ölenin sadece bedenler olduğu, isimler olmadığını gösteren bir fotoğraftı.
 
Kahramanlar her zaman en son yaptıkları şeyle anılır derler ya; o da bu yüzden dördüncü olimpiyat madalyasını boynuna takmadan emekliye ayrılsa olmazdı.
 
Sidney’de aldığı o tek mağlubiyet hayatı boyunca tek rakibi olan kendisinin kendi üzerinde oluşturduğu baskının bir eseri olmuştu.
 
Bir adamın ne kadar büyük bir yüreğe sahip olduğunun onun mağlubiyetten ne anladığıyla çok yakından bir ilişkisi vardır derler ya; gelin isterseniz Naim’deki yüreğin büyüklüğünü, onun mağlup olmaktan ne anladığıyla ilişkilendiren Halil Mutlu’a ait şu sözleri okuyarak bir kez daha öğrenelim: 
 
‘’ Sidney 2000’de yarışma sonrası salondan çıkıp Opera Binası’nın karşısına oturduğumuz gün hiç aklımdan çıkmıyor. Ona ‘’ Ağabey keşke böyle olmasaydı. Keşke dönmeseydin ‘’ demiştim. ‘’ Bak Connes ‘’ diye başlamıştı söze, ‘’ Eğer Sidney’e gelmeseydim, dördüncü altını alma şansını denemediğim için ileride hep bunu düşünecektim. Yapabileceğimden emin olduğum bir şeyi pas geçtiğime kanaat edecektim. Geldim, denedim, olmadı. Anlayacağın derede boğulmadık. Okyanusta boğulduk. Takma kafana. ‘’ O günden sonra Sidney’i bir daha hiç konuşmadık. ‘’
 
Evet okyanuslarda olmanın hazzının, sonu boğulmak da olsa,  orda olmayı göze alanların ve asla keşke demiyenlerin harcı olduğunu gösteren bu dev adamın insanlığa verdiği son dersi de bu oluyordu herhalde.
 
Sonuç olarak, o podyuma çıkarken ellerine sürdüğü beyaz pudralar; 
 
Avuçlarındayken demir külçeler yukarıya doğru üflediği alnı üstüne düşmüş o saçları, 
 
Ve rekordan başka hiçbir şeyi kırmayan o güzel insanlığıyla Hakka yürüyen dev adam,
 
O küçük avuçlarınla yukarıya kaldırdığın her bir ağırlık, koca bir milletin ayağa kalkışı, geleceğe umutla bakışı oldu.
 
Ruhun şad, mekanının Cennet olsun. #NaimSüleymanoğlu
 
 
Toplam blog
: 70
: 289
Kayıt tarihi
: 26.07.14
 
 

Sapancalı, Üniversite mezunu, satış pazarlama sektöründe çalışan Errare Humanum Est ve Dum Spiro ..