Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Mart '14

 
Kategori
Öykü
 

Namus Bekçisi

Namus Bekçisi
 

NAMUS BEKÇİSİ


Emine Hanım ile Mustafa Bey gençlik yıllarında aynı mahallede otururlardı. Mustafa Bey, mahallenin en güzel kızı olan Emine Hanım’a âşık olmuştu. Emine, ortaokuldan sonra biçki-dikiş kursuna yazılmıştı. Orta boylu, bembeyaz tenli, yeşil gözlüydü. İri gözlerini daha da belirginleştiren siyah, uzun ve gür kirpikleriyle herkesin dikkatini çekiyordu. Kalem kaşlı, inci dişli, sarışın bir ahuydu. Elinden gelmeyen iş yoktu. Annesinin tabiriyle elinden uçan kaçan kurtulmazdı.

O zamanlar Mustafa Bey de buğday tenli, ela gözlü, atletik vücutlu, boylu poslu bir gençti. Mahallenin yakışıklılarından biriydi. Liseden mezun olduktan sonra zamanı geldiğinde askere gitti. Askerliğini Erzurum’da piyade olarak yaptı. Doğu’nun soğuğunu yaşayınca Çukurova ona cennet gibi göründü. Mustafa’nın askerliği bitince babası hatırlı bir dostu vasıtasıyla onu devlet dairelerinden birine memur olarak yerleştirdi. Askerlik görevini yapmış, iş sahibi olmuş bir gencin artık evlendirilmesi gerekirdi. Mustafa’nın annesi yavaş yavaş oğluna uygun bir gelin arayışına girdi.

Mustafa, annesinin gelin arayışı içinde olduğunu fark edince “ Anneciğim, boş yere kız görmeye gitme. Benim gönlüm mahallenin en güzel kızı Emine’de…” dedi. Hatice Hanım da Emine’yi ailesinden istemeye gitti. “Kızın yaşı küçük…” dediler. Aslında on altı yaşındaydı Emine… Hatice Hanıma göre tam evlenme çağındaydı. Emine’nin babasına biricik kızını gelin etme fikri çok zor geliyordu.  “O zaman nişan takın, iki yıl nişanlı kalsın. On sekiz yaşına bastığında düğün yaparsınız.” dedi. Çaresiz kabul ettiler.

İki yıl sonra Emine ile Mustafa güzel bir düğünle evlendiler. Düğünde davetlilere yaş pasta ile gazoz dağıtılmıştı. Oysa salonda yapılan düğünlerde genellikle yiyecek içecek dağıtmazlardı. Emine Hanım’a bir düzine bilezik takılmıştı. Bu düğün mahalleliye çok görkemli göründüğü için aylarca konuşuldu.

Emine ile Mustafa’nın birbirlerine olan sevgileri günden güne güçlendi. Ertesi yıl Ağustos ayında nur topu gibi bir kızları oldu. Beyaz tenli, kiraz dudaklı, kırmızı yanaklı, ela gözlü güzel mi güzel bir bebekti. Adını “Fatma” koydular. İlk çocuğun kız olması özellikle Mustafa Bey’in ailesini çok üzdü. Hatta Hatice Hanım gelinine küstü. “Her kadın oğlan doğuramaz. Ben tosun gibi altı oğlan doğurdum. İki de kız doğurdum ama ilk dört çocuğum oğlandı.” dedi. Mustafa Bey de üzüldü ama karısına belli etmek istemedi.

Ertesi yıl yine hamile kaldı Emine Hanım… “İnşallah bu defa erkek olur.” diye bol bol dua ettiler. Ancak ikinci çocuk da kız oldu. Küsen Hatice Hanım ile barışmak için yeni doğan bu dünya güzeli bebeğe “Hatice” adını verdiler. Babaanne Hatice buna çok sevindi. Bebeğe altın taktı. Buna rağmen iki kız torununun olmasından rahatsızdı. Fatma’ya karşı hala çok soğuk davranıyordu ama Hatice’yi çok seviyordu. Sonuçta kendi adını taşıyordu. Üstelik oğlu Mustafa’ya da çok benziyordu bu torunu…

Bir buçuk yıl sonra yine doğum yaptı Emine Hanım… “Ayşe” doğdu. Ayşe önce sarılık ardından da menenjit geçirince çok zor günler yaşadılar. Ayşe, uzun tedaviler sonucunda iyileşti. Babaannesi Hatice Hanım “Çocuğun yiyecek ekmeği, içecek suyu varmış.” dedi. Ayşe’nin kurtulmasına pek sevinmemiş gibi görünüyordu. Bir yıl sonra da ikizler dünyaya geldi. Feyza ile Beyza… Art arda beş kız çocuk… Her seferinde aile büyüklerinden azarlar, laf sokmalar, küsmeler derken Emine Hanım baskılar altında ezildikçe ezildi. 

İş yerindeki arkadaşları da Mustafa Bey’e takılmaya başladılar. “Erkek adamın erkek çocuğu olur.” diyorlardı. Mustafa Bey de arkadaşlarının bu can sıkan şakalarının ağırlığı altında ezilmekten kurtulmak için “ Erkek adamın erkek damadı olur.” diye gülümsüyordu. Mustafa Bey, dıştan belli etmese de içten içe çok üzülüyordu. Baskıların yarattığı mutsuzluk ve huzursuzluk içindeki eşi ile annesi arasındaki gelin- kaynana sürtüşmeleri de onu derinden yaralıyordu. Biri kendini doğurup büyüten anası; diğeri âşık olup evlendiği kadın, beş çocuğunun anası, can yoldaşı Emine’si… Aslında ailelerden, çevreden bu kadar yoğun baskı görmeselerdi karı- koca bu kadar üzülmeyeceklerdi.

Mustafa Bey’in annesi Hatice : “Oğlum, Emine oğlan doğuramıyor. Bunu boşa, sana güzel mi güzel bir kız alalım. Bunun gibi çift çift kız doğuran değil, çift çift erkek doğuran eş lazım sana… Soyumuz devam etmeli evladım, beni dinle… Anacığını üzme.” diyordu. Mustafa ise “Anne, ben karımı seviyorum. Emine’nin üzülmesine asla dayanamam. Üstelik beş çocuğumun da kız olması Emine’nin suçu değil ki!” diye cevap veriyordu.

Emine Hanımın oğlu Mehmet beş kızdan sonra dünyaya geldi. Kendilerine eli ayağı düz, sağlıklı bir oğul verdiği için Allah’a şükrettiler. Bu nedenle çocuk yedi yaşına girene kadar her yıl bir kurban kestiler. Oğulları okula başladığı gün de kurban kestiler, kanını oğlanın alnına sürdüler. Kızlar, onu hiç kıskanmadılar. O, ailenin tek erkek çocuğuydu. Soyadlarını taşıyan çocukları olacaktı. Soylarını devam ettirecekti. Oysa kızlar, başkalarının soyadlarını taşıyacaklardı, doğuracakları çocuklarla da kocalarının soyunu devam ettireceklerdi. Adeta kanun gibi herkes bunu böyle bilmişti. Bunun üzerinde konuşmak bile o zamanlar gereksizdi.

Çocuk olabildiğince rahat büyüdü, çünkü o erkekti. Hem de beş kızdan sonra dünyaya gelmenin üstünlüğüne sahipti. Ayrıcalıklıydı, zaten ayrıcalıklı olması gerekiyordu kendince… Üstelik babasına benziyordu. Çok yakışıklıydı. Kızlar kendi bayramlıklarını bile kısıtlı harçlıklarını gıdım gıdım biriktirerek alırlarken ona her bayram tepeden tırnağa yeni giysiler alınıyordu. Kızlara bir iki parça bayramlık alınsa da öyle tepeden tırnağa yeni giysilerle donatılmıyorlardı. Bu bayram bir ayakkabıyla çorap alındıysa diğer bayram bir etek ve buluz ile idare etmek zorunda kalıyorlardı. Bayram dışında ise çok gerekmedikçe giysi falan alınmıyordu.

Kızlar, derslerinde başarılı olmak için var güçleriyle çalışıyorlardı. Devlet Parasız Yatılı sınavlarına girmişlerdi. Büyük kız Fatma, ortaokulu bitirdiği yıl Kilis Kız İlk Öğretmen Okulunu parasız yatılı olarak kazandı. Yatılı okul onun ufkunu iyice genişletti. Birey olmanın ne demek olduğunu orada özümsedi. Edebiyat öğretmeni bir gün Tevfik Fikret’i anlatırken onun “Hak bellediğin yolda yalnız gideceksin.” Sözünden bahsetti. İşte o günden beri bu söz Fatma’nın hayatı boyunca düsturu oldu. Korkusuzdu. Sokrates’in “Çelik gibi ol; kırıl ama eğilme.” Sözünü de ilke edinmişti.

Fatma birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtiği yıl ortanca kız Hatice de Adana Kız İlk Öğretmen Okulunu birincilikle kazanmıştı. Ona babaannesinin adı verilmişti. Bu yüzden babası ve babasının ailesi kızların içinde en çok onu severlerdi. Çok zekiydi. Öğretmenleri onu hep örnek gösterirlerdi. Kısa zamanda okul birincisi oldu. Açılan bir sınavı kazanarak Yüksek Öğretmen Okulu’nun Matematik Bölümüne yazıldı. Artık Ankara’da okumaya başladı. Zaten Hatice evden çıktıktan sonra yaz tatilleri dışında eve gelmedi. Yatılı okul artık onun yuvası olmuştu. Okulda hiçbir zaman “kız” diye horlanmadı. Herkes onun başarılarını samimiyetle takdir etti. Erkek kardeşini kıskanmamakla beraber yapılan haksızlıklardan rahatsız idi. Bu konuyu anne ve babasıyla ne zaman paylaşmaya kalkışsa azarlanıyordu. Ailenin savunmaları yoktu ama bağıra bağıra konuyu saptıra saptıra Hatice’yi susturuyorlardı. O da bütün sıkıntılarını ablası Fatma ile paylaşmaya başlamıştı.

Fatma biraz asi bir kızdı. Haksızlığa dayanamazdı. Hatice gibi kolay pes etmezdi. Olayların üstüne giderdi. Fatma, diklendikçe büyüklerinden dayak yerdi. Üstelik sonuç hiç değişmezdi. Zaten Hatice bu sonu bildiği ve tahmin ettiği için susması gereken çizgiyi aşmazdı. Korkudan değildi bu davranışı ama evde huzurun kaçması herkesten çok onu mutsuz ediyordu. Çok hassas bir yapıya sahipti. Sessiz, sakin bir yaşamdan keyif alıyordu. Bu nedenle bir an önce hayata atılmak, kimseye muhtaç olmadan huzur içinde yaşamak arzusundaydı.

Ailenin üçüncü kızı Ayşe annesinin en çok sevdiği kızıydı. Bunun nedeni dış görünüş ve huy bakımından kendisine en çok benzeyen kızının Ayşe olmasıydı. Ayrıca Emine Hanım’ın annesinin adını taşıyor olmasının da bu sevgide payı büyüktü. Ayşe çok güzeldi ama zeki bir kız değildi. Ortaokulu bitirene kadar her yıl çift dikiş yapmıştı. Sanat Enstitüsü’ne yollamışlarsa da elinden nakış dikiş gelmediği için başarılı olamamıştı. O da annesine ev işlerinde yardımcı oluyordu. Özellikle ev temizliğini çok güzel beceriyordu. Annesi yemek öğretmeye çalıştıysa da Ayşe öğrenememişti. Çorba, yumurta, makarna gibi basit yemekleri yapabiliyordu. Kısacası mutfak işlerinde pek başarılı değildi. Sadece çok güzel bulaşık yıkıyordu.     

Feyza ile Beyza aynı yumurta ikizleriydi. Ortaokuldan sonra hemşirelik okulunu kazanmışlardı. Aynı okulda iki kız kardeş parasız yatılı olarak okuyorlardı. İkizlerin adeta fotokopi gibi benzerlikleri çoğu zaman eğlence konusu oluyordu. Biri hazırlanıp diğeri hazırlanmadığı zaman birbirlerinin yerine derse kalkıyorlardı. Ya da o gün iki dersten sözlü varsa biri bir derse hazırlanırken diğeri öbür derse hazırlanıyordu. Böylece geçer notlar alıyorlardı. Perihan öğretmen biri oturduktan sonra diğerini kaldırıyordu ama yine az önce dersi anlatan tahtaya yeniden kalkıyordu. Aslında ikisi de çok başarılı ve terbiyeli öğrencilerdi ama arada bir muziplik yapmak hoşlarına gidiyordu.

Kızların dördü parasız yatılı devlet okullarında eğitim- öğrenim görüyorlardı. Ailelerine yük olmuyorlardı. Ayşe de ailenin bütün çabalarına rağmen okuyamamıştı. Çocukken geçirdiği hastalıklar onu biraz nazlandırmalarına sebep olmuştu. Kızlar içinde en rahat büyüyen Ayşe idi.

Ailenin tek erkek evladı Mehmet de haylaz çıkmıştı. Derslerine düzenli olarak çalışmıyordu. Veli toplantılarına katılan annesi ve babası güler yüzle dönmüyorlardı. Çocuk, şiddete meyilliydi. Evdeki küçük ablalarına ikizlere sık sık el kaldırıyordu. Aile o güne kadar taviz verdiği için artık olayların önünü alamaz olmuştu.

Mehmet, gün geçtikçe sinirli biri olmaya başlamıştı. Her isteği yerine getirildiği için kolay yaşamaya alışmıştı.  Sorumsuzdu, üstelik çalışmak da işine gelmiyordu Mehmet’in... Öğlene kadar tasasız tasasız yatıyordu. Uyandığında da annesine dört dörtlük kahvaltı hazırlatıyordu. Her şeye rağmen kusur bulmakta üstüne yoktu. İşte Mehmet’in bahanelerinden bazıları:

- Çay soğuk!

- Ekmek bayat!

- Hani kaşar peynirim?

- Çilek reçeli bitti mi?

- İnsan bir börek yapar anne ya! Ne zamandır börek de sıkma da yapmıyorsun.

Memnuniyetsizliği hiç bitmiyordu. Kızlar tahsillerini tamamlayıp birer birer hayata atılırlarken Mehmet ekmek elden su gölden yaşıyordu. Ablalarına:

“Ben tek erkek çocuğum. Sizin namusunuzun bekçisiyim. Soyumuzu ben sürdüreceğim. Her ay maaşlarınızın bir kısmını banka hesap numarama yatıracaksınız. Mecbursunuz.” diyordu.

Kızlar, içlerinden şunları geçiriyorlardı:

“Öğlene kadar yatıp bizim kazancımızı yiyerek mi namus bekçisi oluyorsun? Bizler sabahın köründe işlerimize giderken sen kim bilir kaçıncı rüyandasın! Soymuş, soyumuzu sürdürecekmiş! Hıh, sanki hanedan soyundanız da! Hem senin gibi asalak, tembel, sorumsuz, şiddete meraklı çocukların olacaksa bu soy kurusun daha iyi!” 

Günler böyle gelip geçerken Mehmet her gün biraz daha gemi azıya alıyordu. Annesi Emine Hanım ve babası Mustafa Bey, birbirlerinin gözlerine bakıyorlar ve kendilerine bile itiraf etmekten kaçındıkları hatalarını fark ederek “Biz nerede yanlış yaptık!” diye mırıldanıyorlardı. Mehmet, liseye başladığı yıl disiplin kurulu tarafından sık sık cezalandırıldı. En sonunda öğretmenlerine, arkadaşlarına karşı olumsuz davranışlarından dolayı okuldan atıldı. Bir zanaat öğrensin diye arayışa giren Mustafa Bey’in çabaları boşa çıktı. Oğlanın geçimsizliğini, saygısızlığını bilenler, duyanlar onu dükkânlarında çalıştırmak istemiyorlardı. Mustafa Bey’i çok sevdikleri ve kırmak istemedikleri için de:

-“Şu an elemana ihtiyacımız yok. Sen canını sıkma. Gerektiğinde seni ararız.” diyorlardı.

Boyu babasının boyunu çoktan geçmişti. Mehmet’in yaşı da 18 olmuştu. Askerlik Şubesi’nden ilk yoklamaya çağırdılar onu. Annesi ve babası askere giderse Mehmet’in düzeleceğini umut ediyorlardı.  “Askere gitmeyeni adam yerine koymazlar.” Dedi babası… Mehmet; davullarla zurnalarla askere gitti. Kızlar ona bol bol para yolladılar. Sevmediği yemekler çıkıyormuş da kantinden yiyormuş. İzin günlerinde de masrafı çok oluyormuş da... Annesinden pastalar, börekler, çörekler, yaprak sarmaları, içli köfteler istiyordu. Zavallı kadıncağız konu komşuyu da toplayarak ona yiyecek kolileri hazırlıyordu. 15 günde bir Mustafa Bey, Tarsus’tan Ankara’ya oğlu Mehmet’i görmeye gidiyordu. Neyse ki Fatma on ay sonra Ankara’ya gelin gitti. Mustafa Bey, oğlunu görmeye gittiğinde büyük kızının evinde kalıyordu. Mehmet de çarşı izinlerinde ablasının evine uğruyordu. Ablası onu harçlıksız bırakmıyordu. Sevdiği yemeklerden pişiyordu. Çalışan ve yeni evli bir kadın olduğu için içli köfte, yaprak sarması gibi zor yemeklerle uğraşamıyordu. Yine de iyi bir aşçı idi. Pişirdiği yenen, diktiği giyilen genç bir öğretmendi. Mehmet, rahat bir askerlik yapmasına rağmen itaatsizliği yüzünden üstleri tarafından sık sık cezalandırılıyordu. Bu yüzden askerliği epeyce uzadı. Hatta Hatice ablasının nişanına bile gelemedi.

Ankara’da sınıf öğretmenliği yapan Fatma’nın bir oğlu oldu. Adını “Hasan” koydular. İnşaat Mühendisi olan kocasının tayini Niğde’ye çıkınca Fatma da eş durumundan Niğde’ye gitti. Hatice Sivas’ta aynı okulda birlikte görev yaptığı Cevdet ile evlendi. Kayseri’ye gelin gitti. Ayşe ise ev işlerinde annesine yardıma devam ediyordu. Bir marangoz istedi ama aile vermek istemedi kızı…

İkizlerin okulu biter bitmez tayinleri Yozgat’ın Sorgun ilçesine çıktı. İki kardeş aynı ilçede görevlerini sürdürdüler. Beyza, Trabzonlu Doktor Rıfat ile sözlendi. Feyza ise Kütahyalı bir Yüzbaşı ile görüşmeye başladı. Haklarında hayırlısı olsun! İkizler kendi aralarında sohbet ederlerken kardeşleri Mehmet’ten “Namus Bekçisi” diye bahsederek alay ederlerdi.

Mehmet, askerliğini yapıp eve döndüğünde yine “Eski tas, eski hamam…” misali yan gelip yatmaya başladı. Baktılar ki olmayacak iki katlı evlerinin giriş katını dükkâna çevirdiler. Bir masa birkaç sandalye ve bir de telefonla emlakçı dükkânı açtılar. Satılık veya kiralık eş dost evlerinin duyurularını cama astılar. Arada bir gelip giden müşteriler olsa da Mehmet’in para falan kazandığı yoktu. “Dostlar alış-verişte görsün.” Türünden bir iş sahibiydi artık…

Son günlerde mahalleye yeni taşınan İsmet Bey ile Nefise Hanım’ın kızları Fahriye, Mehmet’in iş yerinden ayrılmaz oldu. Akşama kadar gelsin çaylar, gitsin kahveler, sohbetler, gülüşmeler kırıla gitti. Fahriyelerin eski mahallelerinde ahretliği oturduğu için onun yanına sık sık giden Muhacir Nazmiye Teyze’nin anlattığı kadarıyla durum şöyleymiş:

“Fahriye, eşinden yeni boşanmış. Günahı mahallelinin boynuna kocası bunu bir adamla basmış ve adamı bir güzel dövmüş, Fahriye’yi de babasına teslim etmiş. Arkadan mahkemeden celp gelmiş, bir celsede boşanmışlar. Neyse ki bu kısa süren evlilikten çocukları olmamış. Fahriye evde oturup temizlik ve yemek yapacak kadınlardan değilmiş. Sürekli arayış içindeymiş. Mahallenin Şen Bakkal’ına gide gele işi pişirmiş. Fahriye’nin Bakkal Hüsamettin ile ilişkisi Leman’ın kulağına kadar gitmiş. Leman, Hüsamettin’in karısı ve onun üç çocuğunun annesi, iri yarı genç bir kadınmış. Fahriye’yi fırının önünde saçlarından yakalayıp yerlerde sürüklemiş. Mahalleli camdan, kapıdan seyretmiş, Hüsamettin ise bakkal dükkânındaki tezgâhın arkasına saklanmış. Hatta söylediklerine göre korkusundan kımıldayamamış bile… Sonuçta Leman çocuklarının annesi ve on yıllık eşiymiş. Hem bu bakkal dükkânını da Hüsamettin’e Leman’ın babası açmış. Fahriye ile gönül eğlendirmek istemiş ama işin ayyuka çıkacağını hiç düşünmemiş.

Bu olaydan sonra Fahriye’nin genç kasapla kırıştırdığı dedikoduları duyulmuş. Ailenin itibarı yerle bir olmuş. Fahriye’nin eski kocası da içip içip bunların kapılarında nara atmaya başlamış. İsmet Bey, bakmış ki işler iyice sarpa saracak bir hafta içinde bu mahalleden ev tutup evini taşımış. Şimdi ise Mehmet ile Fahriye’nin beraberliği dillerde sakız olmuş.”

Fahriye, çok güzel bir kadın değildi. Hatta çirkin bile sayılabilirdi. Orta boylu, normal kiloda, esmer bir kadındı. Kahverengi gözlüydü. Çok neşeli, sıcakkanlı, işveli cilveliydi. Mehmet, bu kadını yavaş yavaş sevmeye başladı. Eski sert tavırlarından eser kalmadı. Genç kadın da işvesiyle cilvesiyle Mehmet’i kendine sırılsıklam âşık etti. Mehmet’in annesiyle babasının bu evliliğe sıcak bakmayacaklarını ikisi de biliyorlardı. Fahriye ile gizlice evlendiler. Birinci katı tertemiz boyatarak kırık dökük yerlerini de tamir ettirdiler. Evi dayayıp döşediler. Mehmet’in ailesi “Bir tek bir oğlumuzun mürüvvetini görelim.” diyerek onlara güzel bir düğün yaptı. Kızlar da birer bilezik taktılar ve ev eşyalarının taksitlerini üstlendiler.

Çok ilginçtir ki askerliğin bile tam değiştiremediği Mehmet’i Fahriye süt dökmüş kediye çevirmişti. Bu evlilik önceleri canımlı cicimli olsa da zamanla kavgalar başladı. Fahriye çok müsrif bir kadındı. İsteklerine yetişmek mümkün değildi. Zaten bu evliliğe sıcak bakmayan aile bireyleri duygularını dile getirmeseler de davranışlarıyla hoşnut olmadıklarını belli ediyorlardı. Tutucu bir mahallede oturmalarına karşı Fahriye’nin açık saçık ve bol makyajlı dolaşması Mustafa Bey’i tedirgin ediyordu. Mahallenin bıçkın delikanlıları Fahriye’yi görünce bıyıklarını burmaya başlamışlardı. Ailenin tedirginliği Mehmet’in olayı fark ederek “Eli bir taş altında kalmasın.” düşüncesinden kaynaklanıyordu.

Fahriye ile ilgili dedikodular ufak ufak Mehmet’in kulağına da gelmeye başladı. Karısının esnafla yüz göz olması onu çok rahatsız etti. Karısını kaç kez tatlı dille uyardı ama söz geçiremedi. Mehmet, Fahriye’yi seviyordu ama dedikoduları da göğüsleyemiyordu. Böyle giderse elinden bir kaza çıkacaktı. Birkaç ay sonra Fahriye hamile kaldı ama kimse buna sevinemedi. Karı- koca arasındaki tartışmalar günden güne büyüdü. Mehmet, eskiden beri sert ve kavgacı bir yapıya sahip olduğu halde karısına hiç kaba kuvvet göstermemişti. Kıskançlık nedeniyle evlilikleri çatırdamaya başlamıştı. Artık bu evliliğin çivisi çıkmıştı. Mehmet, Fahriye’ye kavgasız dövüşsüz boşanmak istediğini ve çocuğu bir an evvel aldırmaları gerektiğini söyledi. Fahriye bu evlilikten elini yıkamıştı zaten… Eski sevgilisi genç kasapla olan aşkı yeniden alevlenmişti. Alelacele valizini hazırlayıp evi terk ederken: “Bu çocuğu size inat doğuracağım, emzirmeden, bir damla süt bile vermeden üstünüze atacağım! O zaman gününüzü göreceksiniz!” dedi.

Anlatılanlara göre Fahriye’yi kasabın ailesi kabul etmedi. Babası İsmet Bey, onu evlatlıktan reddedince Fahriye de Huriye teyzesinin evine yerleşti. Doğum saati yaklaştığında hastane masraflarını ödemesi ve bebeği alıp götürmesi için Mehmet’i çağırdı. Fahriye hastanede doğum yapar yapmaz çocuğu eski bir paçavraya sararak Mehmet’e verdi. Mehmet, karmakarışık duygular içindeydi. Çocuğunu annesi Emine Hanım’ın kucağına verirken gözlerinden iki damla yaş düştü. Baba olmak onu değiştirmişti. Evladının üzerine titriyordu.

- Anne, çocuğumun adını sen koy, dedi.

- Parçalanmış bir ailede gözlerini dünyaya açan bu talihsiz yavru ömür boyunca güler inşallah! Adı Güleç olsun.

Güleç’in doğumundan sonra evde hayat çok değişti. Her şey Güleç merkezliydi artık! Fahriye’nin adını bile duymak istemeyen Mehmet de işine sıkı sıkıya sarılmıştı. Güleç’in halaları da onun doğum haberini alınca koşa koşa Tarsus’a gelmişlerdi. Fatma ile Hatice muhteşem bir bebek odası döşediler. Hiçbir masraftan kaçmadılar. İkizler de bol bol bebek giysisi aldılar. Altın taktılar bebeğe… Kızlar yeğenlerini çok seviyorlardı ama Mehmet’in zamanında kendileri için kullandığı sözü de unutmamışlardı. Kendi aralarında “Ne de olsa babası bizim namus bekçimiz! Soyumuzu sürdürecek. Güleç de namus bekçimizin çocuğu!” diyerek dalga geçiyorlardı. Emine Hanım, kızlarına yeterince gösteremediği sevgiyi, ilgiyi, hoşgörüyü Güleç’ten esirgemiyordu.

Güleç, okula başladığında arkadaşlarının annelerinin genç, kendisinin bazen babaanne bazen de anne dediği Emine Hanım’ın yaşlı olduğunu fark etti. Babaannesine sordu:

- Babaanne, benim annem yok mu?

-  Senin annen yavrum…

-Evet, annem nerede?

- Hadi, acıkmışsındır sana yemek hazırlayalım. Ayşe halası, Güleç kızıma et köftesi ve patates kızart. Yanına da ayran yap.

Ayşe artık yemek yapmayı öğrenmişti. Güleç, Ayşe halasının hazırladığı yiyeceklere bayılıyordu. Üstelik okuldan gelmişti, acıkmıştı. Annesini sorarken konunun değiştirildiğini fark etmemişti. Emine Hanım da Güleç’in yeniden annesini soracağını tahmin edebiliyordu. Güleç, annesini hiç hatırlamıyordu. Doğar doğmaz bir paçavraya sarıp babaannesinin kucağına vermişlerdi. Babaanne Emine Hanım, torununu eve getirmiş, tertemiz yıkamış, pudralamış, aldığı yeni bebek giysilerini ona giydirmişti. Sonuçta torunuydu işte, canının parçasıydı. O günden beri de torundan ziyade evladı gibi büyütmüştü kızı…

Akşamleyin durumu Mustafa Bey’e ve Mehmet’e açtı. Bu durumu Güleç’e nasıl söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Yalana gerek yoktu ama küçücük çocuk bu sarsıntıyı nasıl atlatacaktı? Emine Hanım ile Mustafa Bey,  gece odalarına çekildiklerinde çocuklarını büyütürken hatalı davrandıklarını ilk kez açıkça dile getirdiler. Kız- erkek evlat ayırmanın acısını çok yaşadıklarını samimiyetle itiraf ettiler. “Keşke erkek diye bu kadar şımartmasaydık, herkesin hayatı alt üst oldu. Güleç’e bunları nasıl açıklayacağız?” dedi Mustafa Bey… Sözlerini yutkunarak sürdürdü: “Yine de kız evlatlarımız çok iyi çıktılar. Onları önemsemedik ama küçük yaşta kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrendiler. Bari Güleç’i büyütürken aynı hatalara düşmeyelim. Yarın bir psikoloğa gidelim. Güleç’e bu durumu nasıl açıklayacağımızı öğrenelim.”

Emine Hanım, “Haklısın bey!” derken gözlerinden dökülen yaşlar yastığını ıslatmıştı. “Çok cahilmişiz.” diye mırıldandı. Mustafa Bey otuz yıllık eşine sıkıca sarıldı: “Uyu karıcığım. Allah rahatlık versin. Yarın her şey daha güzel olacak!” Emine Hanım’ın yüzü aydınlandı. “Evet, yarın yepyeni bir gün olacak. Yanlışlarımızı bu gecenin karanlığına gömelim ve bir daha asla ortaya çıkarmayalım.”

 

HARİKA UFUK

ADANA

15.12.2013

SAAT: 16.30

 
Toplam blog
: 389
: 261
Kayıt tarihi
: 01.12.13
 
 

Adana'da doğdu. Öğrenim hayatına İstanbul'da Çengelköy İlkokulu'nda başladı. İstanbul Marmara Ünive..