Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Temmuz '09

 
Kategori
Siyaset
 

Nasıl anlatmalı? - 3

Nasıl anlatmalı? - 3
 

Toplum mühendisliğine soyunan 12 Eylülcüler değişmeyecek bir düzen kurmayı amaçlamışlardı. Bu yolda ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalıştılar. Ancak o düzeni temelinden sarsacak saatli bombaları kendi elleriyle imal edip üstüne oturduklarının farkında değillerdi. Bu bombalar, önceki bölümde kısaca değindiğim, ezilip atomize hale getirilen sol, kışkırtılan Kürt milliyetçiliği, teşvik edilen din eğitimi ve Turgut Özal’dı…

Aslında başarılı oldukları tek iş solun ezilip yok edilmesiydi. Öteki tasarılarının çoğu boşa çıktı. Yönetimi teslim etmek istedikleri Turgut Sunalp seçimleri kazanamadı. Bastırıp yok etmek istedikleri Kürt milliyetçiliği 12 Eylül öncesinden çok daha güçlü biçimde kendini gösterdi. Sola karşı bir politik araç olarak kullanmak istedikleri din kontrolden çıktı. Hükümeti teslim etmek istemedikleri ama “kurarsa kursun, nasılsa bizim sözümüzden çıkmaz” diye baktıkları Turgut Özal Başbakan oldu.

Özal’ın en önemli işi Türkiye’yi dünyaya açmak oldu. Dışarıda ve içeride serbest piyasa kurallarına göre işleyecek bir ekonomik sistemi inşa etmeye koyuldu. Türkiye’de temel sanayi kollarında devlet işletmelerinin (KİT) hâkim olduğu, yerli üreticilerin yüksek gümrük duvarlarıyla korunduğu, köylünün yüksek sübvansiyon ve piyasa fiyatlarının üzerinde destekleme alımlarıyla korunarak hep köylü kalmasının amaçlandığı, köhnemiş, verimsiz, kendini yenilemekten aciz bir karma devlet kapitalizmi düzeni vardı. Özal bu düzeni sarstı. İthalatı serbest bıraktı; ihracatı teşvik etti. Döviz bulundurma yasağını kaldırdı. Rekabetçi bir serbest piyasa oluşturulması için gerekli yasal düzenlemeleri gerçekleştirdi. Köylüye mazot, gübre gibi girdilerde sağlanan sübvansiyonları azalttı ya da tümden kaldırdı. Destekleme alımlarını kaldıramadıysa da nispeten azalttı. Bu politika tarımdaki verimsizliği su yüzüne çıkardı. Köylerde aslında üretici olamayan, atıl bir nüfusun yaşadığı ortaya çıktı. Ürettikleri kendi temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan köylüler hızla şehirlere akıp proleterleşmeye başladı.

Köyden kente göç kentleşmeyi hızlandırdı. Türkiye kısa sayılabilecek bir tarih diliminde köylü toplumdan kentli toplum haline geldi. Liberal politikalar dış rekabeti arttırmış; rekabet yerli sanayiciyi dünya kalite standartlarında üretim yapmaya zorlamış, böylece yerli üreticinin rekabet yeteneği ve vizyonu artmıştı. Bu da Türkiye ekonomisini kısa sürede büyütmüştü. Kapitalist girişimci sayısı ve bunun doğal bir uzantısı olarak işçi sayısı çoğalmıştı. Aslında bu gelişme tam da sosyalist solun işine yarayacak şeydi. Özal, solun doğal tabanı olan kentli, mavi ve beyaz yakalı ücretli çalışan sayısını arttırmıştı. Kapitalistleşen normal bir ülkede ve normal bir dönemde bu kişiler sol/sosyalist/sosyal demokrat partileri destekler, onların tabanını oluşturur.

Ancak tam da o yıllarda sol hem dünyada hem de Türkiye’de en büyük bunalımını yaşıyordu. 12 Eylülün vurduğu darbenin etkisini atlatıp toparlanmaya çalışan sol, bunun üstüne gelen 1989 depremiyle bir kez daha yerle bir oldu. O yıl sosyalist kamp çökmüş ve dünyada milyonlarca insanın umut bağladığı sosyalizmden geriye bir enkaz yığını kalmıştı. Takke düşmüş kel görünmüştü. Ortaya çıkan manzara berbattı. Sosyalistler/komünistler her ne kadar hemen “bu reel sosyalizmin çöküşüdür, gerçek sosyalizm bu değildir” yönünde tezler geliştirdiyse de bu savunma fazla kimseyi ikna edemedi. Hiçbir zaman toplumun geniş kesimlerine nüfuz edememiş; üstelik yakın bir tarihte ağır bir darbe yemiş Türk soluna nihai darbe dışarıdan gelmişti. Solun referans kaynağı yok olmuştu. Şimdi işin yoksa yeniden yüz yıl, yetmiş yıl öncesine dön, Marx’ın, Lenin’in aslında öyle bir sosyalizm kurmak istemediğini anlatmaya çalış! Anlatılamadı tabii ki; anlatılamazdı da… İnsanlar teorilere değil, gördüklerine inanır.

Solun talihsizlikleri bunlarla da sınırlı kalmadı. Sosyalizmin çöküşü din ve mikro milliyetçilik akımlarını güçlendirdi. Bunun Türkiye’ye yansıması Türk ve Kürt milliyetçiliğinin güç kazanması, legal siyasi arenada da dini referanslardan gelen partilerin tabanını genişletmesi şeklinde oldu. Solun sloganlarını kendi söylemine uyduran Erbakan’ın liderliğindeki Refah Partisi solun geleneksel tabanını da ele geçirdi. PKK şiddeti Türk milliyetçiliğini körüklüyor, yükselen Türk milliyetçiliği kitleleri etkisi altına alıyor; insanlar sınıf temelinde değil, etnik ve dini kimlikler temelinde saflara ayrılıyordu. Bu da solun kitleyle bağlarının kopması ve kendi içinde, kendisi için varlığını sürdürmeye çalışan kapalı bir yapı olması anlamına geliyordu. Sol fiziksel, ideolojik, örgütlenme ve moral anlamda çöküp ülke siyasetinde bir siyasi aktör olma özelliğini yitirmişti.

Önceki bölümlerde verdiğim kum fırtınası ve internet örneklerinde olduğu gibi, sol kökenden gelen bazı kişiler (örneğin ben), gruplar, partiler, anlayışlar bu durumu zamanında saptayıp yeni arayışlara yöneldi. Ayağımızın altındaki toprağın kaydığını, koordinatlarımızın değiştiğini, eski bilgilerimizle hareket etmemizin bizi bir yere götürmeyeceğini anlamıştık. Her şeyi yeni baştan düşünmek gerekiyordu. Hedef değişmemişti: Daha adil bir hayat, daha güzel bir dünya, daha mutlu ve özgür insan… Ancak buna eski yollarla erişmek mümkün değildi. Yeni yollar bulmak zorundaydık. Hatta belki de aslolan o yolu aramaktı.

<ı>En fazla iki bölümde bitiririm diye düşünüyordum ama kaptırdım gidiyorum! Daha da ne kadar sürer bilmiyorum :) Bir bölüm daha yazıp bitirmeye çalışacağım. Sabırla takip edenlere şimdiden teşekkür…

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..