Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Nisan '09

 
Kategori
Anılar
 

Nasıl solcu oldum?-3

Nasıl solcu oldum?-3
 

Nihal Atsız: Saç kesimi ve üniforma kimi hatırlatıyor dersiniz?



Türkiye’de sosyalist sol en az devlet kadar ırkçı – Turancı - milliyetçi sağ örgütlerin engeliyle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu sadece 1960-70’li yıllara özgü bir durum da değildir. Daha sol hareketin esamisinin okunmadığı, bütün solun birkaç yazar - şair ve yeraltındaki TKP’nin bir avuç sempatizanından ibaret olduğu 1930’lu, ‘40’lı yıllarda bile Nihal Atsız gibi ırkçı-Türkçü- milliyetçiler sol görüşlü öğretmenleri, akademisyenleri, yazar, şair ve gazetecileri “komünist” diye devlete ihbar ederek, bu kişilerin görevlerinden alınması, tutuklanması, hatta yok edilmesi için propaganda yapıyorlardı.

Atsız, 1944 yılında dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na gönderdiği açık mektupta <ı>"Solculuk, gördüğü müsamaha ve kayıtsızlıktan faydalanarak sinsi sinsi ilerliyor. Öğretim kurumlarında bu fikre saplanmış hastalar görülüyor. Bu hastalık arasına gayri memnunları ve Türk olmayanları da alarak büyüyor. Yalnız düşünce hâlinde kalmayarak hareket hâline geçiyor. Boy boy dergileri çıkıyor. Bu dergilerde aynı teranelerle ahlakâ, vatan ve şeref duygusuna, millet hakikatine saldırıyor. Taassupla mücadele ediliyormuş gibi gözükerek mukaddesatla eğleniliyor. Bu vatan düşmanı fikrin bazen devletçi, bazen vatancı, bazen insancı, bazen ilimci kılıklarda Türk milletini zehirlemesine niçin müsaade ediyorsunuz?" diyor ve yazar Sabahattin Ali, halkbilimci - folklor araştırmacısı Pertev Naili Boratav, pedagoji profesörü Sadrettin Celal Antel ve dilbilimci Ahmet Cevat Eren’i “bozguncu”, “vatan haini”, “mikrop”, “düşman” olarak niteleyip bunların tepelenerek kökünün kurutulmasını talep ediyordu.

Nihal Atsız, ırkçılığını gizlemeyen, hatta bununla övünen, evine gelen misafirlerin kafatasını ölçüp katıksız Türk olup olmadıklarını tespite çalışan bir radikal milliyetçiydi. Irkçılıkta Nazileri bile yetersiz görüyordu. Bu yönünü şu sözlerle ifade etmişti: “<ı>Alman ırkçılığı yalnız Yahudilere karşıdır. Anası veya babası Çek, Lehli gibi Alman düşmanı milletlerden olan fertleri Almanlar yabancı saymıyorlar. Bizim ırkçılığımız ise bütün milletlere karşıdır.”

Sosyal Darwinizme inanan Atsız, tabiatta güçlülerin hayatta kalıp zayıfların yok olduğunu uluslar arasında da bu yasanın geçerli olduğunu söylüyordu. “<ı>Millet, âdeta gayri şuurî olarak dünyaya yayılıp hâkim olmak ister. Fakat yayılırken başka milletlerin mukavemetine çarpar. Böylelikle aralarında savaş başlar. Sonunda güçlüler kazanır” diyen Atsız, milliyetçiliğin aksiyoner ve saldırgan olması gerektiğini söylüyordu. Bu bağlamda Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesine de karşı çıkıyor Atatürk’ün bu politikasını<ı>"(Yurtta barış, cihanda barış) yahut (kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok) <ı>gibi sefilane bir siyasî umde ile bu milletin manevî enerjisini bilerek veya bilmeyerek söndürenler…” diye eleştirip bu politikaları sürdürenlerin “<ı>Türkçülüğü açıkça yok etmek istiyen devşirmeler” olduğunu öne sürüyordu.

Atsız Cumhuriyet dönemi milliyetçiliğinin en önemli ve en radikal ideologudur. Fikirleri özellikle 1940’lı ‘50’li yıllarda çok sayıda genci etkilemiştir. Mesela sonraki yıllarda adı çok duyulacak olan Alparslan Türkeş onun öğrencilerinden ve yol arkadaşlarından biridir. Türkiye’de milliyetçi akımların şiddete yatkın olmasında onun yukarıda örneğini verdiğim görüşlerinin çok büyük etkisi vardır.

Bütün siyasi yazıları yukarıdaki mektuptakine benzer kışkırtıcı ifadeler içerir. Nitekim onun ve benzerlerinin kışkırtmalarının sonucunda üniversite öğrencileri solcu gazeteleri, yayınevlerini, matbaaları basıp tahrip etmiş (aralarında Süleyman Demirel, ilhan Selçuk gibi isimler de vardır), sol görüşlü üniversite öğretim üyeleri görevlerinden uzaklaştırılmış, dönemin simge isimlerinden Sabahattin Ali bir komployla öldürülmüştür. Buna karşılık o dönemde solun ne bir şiddet eylemi ne de böyle bir diskuru vardır. Zaten bütün “sol” bir avuç entelektüelin dergilerde sansürün ağır baskısı altında dile getirmeye çalıştıkları düşüncelerden ibarettir.

Irkçı, sosyal Darwinist bir kökenden gelen saldırgan Türk milliyetçiliğinin bu özelliği sonraki yıllardaki şiddet ortamının oluşmasına yol açan en önemli etkenlerden biridir. Atatürk’e mal edilen ancak gerçekte onun söyleyip söylemediği bilinmeyen “bu yurdun en büyük düşmanı komünizmdir, görüldüğü yerde ezilmelidir” sözünü düstur belleyen milliyetçiler bu “ezme” işini kendilerine en önemli görev saymışlardı. Tabii neyin komünizm sayılacağına da yine kendileri karar veriyordu. Mesela CHP’nin halkçılık ilkesine vurgu yapıp o yönde politikalar izlemesi gerektiğini söyleyen biri hemen komünist damgası yiyebiliyordu. Ta Nihal Atsız döneminde temeli atılan “komünizmle mücadele” anlayışı 1980 öncesi sağ-sol çatışmasının taraflarından biri olan MHP’nin temel amacı ve programının en önemli unsuruydu. Türkiye’de muhalefet hareketlerinin sağ-sol çatışmasına ve küçük boyutlu bir iç savaşa dönüşmesinde Türk milliyetçiliğinin kökenindeki yoğun anti-sol niteliğin, saldırganlığın büyük payı vardır.

Kabaca söylemek gerekirse, Atsız gibilerin çerçevesini çizdiği milliyetçi zihniyet bir hastalık olarak gördüğü sola karşı kendine durumdan vazife çıkarmış ve onu her anlamda yok etmeyi temel misyon olarak belirlemişti. Devlet ise elinin altında gönüllü olarak hazır bulduğu bu gücü gerektiğinde kullanmış gerektiğinde bir kenara fırlatıp atmıştı. Mesela İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında ses çıkarmadığı ırkçı - Turancıları Almanya’nın savaşı kaybedeceği belli olunca bir bahaneyle toplayıp hapse atmıştı. 12 Eylül öncesinde MHP’nin gençlik örgütlenmesi olan ülkücülerin eylemlerini bildiği halde üzerine gitmemiş, aksine onları koruyup kollayıp yönlendirmiş, darbeden sonra ise yakalayıp içeri atmıştı.

Bu blog dizisine başlarken amacım bir anıdan yola çıkarak niçin solcu olduğumu anlatmaktı. Ancak konu üzerinde düşününce o dönemdeki olayların arka planına çok özetle de olsa değinmeden kendi anılarımı anlatmanın eksik kalacağını gördüm. Yazmaya başlayınca da kafamda şu soru oluştu: “Bir muhalefet hareketi olarak devleti eleştiren, iktidarı ele geçirmek isteyen solun devleti karşısında bulması anormal bir durum değildi; peki görünüşte bir siyasi parti olan, amacı da seçmenden yeterli oyu alıp devleti yönetmeye talip olması gereken MHP’nin bu çatışmada ne işi vardı?”

Bu sorunun cevabını aramaya başlayınca da önceki iki blogda bu yazının başında değindiğim konulara girmek zorunda kaldım. Cevapları yeni bulmuş değilim; bunlar bizim kendi aramızda hep konuştuğumuz şeyler, ancak bunları ilk defa yazılı biçimde ifade ediyorum. Türkiye’de 1980 öncesindeki şiddet ortamı ve günümüzdeki yansımaları konusunda bir fikir edinmek isteyenlerin olayların arka planını dikkatle incelemeleri gerekir. Bunları dikkate almadan o dönemi tartışmaya kalkmanın hiçbir anlamı yoktur. İncelendiğinde benim bu dizide özetlemeye çalıştığım faktörleri göreceklerdir. Saydığım etkenlere 1971 darbesi sonrası yeni ve daha radikal bir kimliğe bürünen sol hareket içindeki maceracı akımların “silahlı propaganda” amaçlı şiddet eylemlerini de eklemek gerekir. Özellikle anaakım durumundaki grupların bölünüp çok sayıda fraksiyona bölünmesi ve bunların çoğunun silahlı mücadeleyi tek yöntem olarak benimseyip eylemlere girişmesinin şiddet sarmalının artmasında payı olmuştur.

1970’li yıllardaki kısmi iç savaş ortamını yaratan başlıca faktörleri sıralarsak;

    ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş. Soğuk Savaş’ta ABD ve NATO’nun bir çatışma yöntemi olarak benimsediği gayri nizami savaş konsepti (Stay Behind, kontrgerilla, Gladio) Devletin genelde muhalefet özelde de sola karşı tahammülsüzlüğü Devletin “iti ite kırdırma” diye ifade edilen geleneksel komplo politikası Türkiye’de milliyetçi düşüncenin şiddet potansiyeli, anti-sol niteliği ve “kutsal devlet” anlayışı doğrultusunda sola karşı mücadeleyi temel görev olarak benimsemesi 1970’in ortalarından itibaren sayıları artan maceracı, radikal sol grupların “silahlı propaganda” eylemleri Toplumsal kargaşa ile ekonomik ve siyasi krizin yarattığı otorite boşluğu…

Bir yerde bu kadar olumsuz etken aynı anda bir araya geldiğinde bundan iyi bir şey çıkması mümkün değildir. Zaten öyle de oldu. Benim gibi o yıllarda çocukluktan gençlik çağına henüz geçen birinin yolda yürürken bir arbedenin ortasında kalıp dayak yemesi ondan sonra da tüm hayatının değişmesi sıradan bir hikâye olur.

Kısa (!) background çalışmasını burada bitiriyorum. Sonraki bölümde de bu sıradan hikâyeyi anlatıp bitireceğim; söz! :)
....

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..