Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ağustos '15

 
Kategori
Öykü
 

Naz..

Naz..
 

Tıka basa 2. el eşya  dolu dükkânında, yerde sıralanmış ayakkabıların üzerinden atlayarak köşede, masanın üzerinde duran ocaktaki yeni demlenmiş çaydan bir fincan doldurdu kendine Naz. Az önce gelenler, iki parça giysi almak için adeta küçük dükkânının altını üstüne getirmişti.

"Aldıkları da bir şey olsa" diye söylendi içinden. Aslında yapılacak iş değildi bu. El âlemin daha önce nasıl kullandığını bilmediği eşyalarının tozu bazen genzini yakıyor; kendini soluksuz kalacakmış  gibi tıkanmış hissediyordu. Ama geçimi  bundandı. O yüzden de şikayet etmesi haksızlıktı.

Elindeki fincanla, geldiği yolu izleyip "makam masasına" -kendi öyle diyordu- oturdu. Çayından henüz küçük bir yudum almıştı ki, gireni çıkanı takip etmek için kapının üzerine taktığı küçük çan minik dokunuşlarla şıngırdadı. Ufak tefek, sarışın, genç bir kadın girdi içeri. 39 numara kırmızı renk bir ayakkabıydı aradığı. Naz, eliyle 39 numaralı ayakkabıların bulunduğu yeri işaret etti kadına. Konuşmaya gerek duymamıştı nedense, keyifsiz hissediyordu bugün kendini. Müşteri, işaret edilen yere doğru yöneldi. Naz, bir taraftan çayını yudumlarken, küçük kadının, büyük ayakları için istediği  "kırmızı renk ayakkabı"  bulma gayretini yorgun gözlerle izlemeye koyuldu. Handan ablasından "alıcı"nın kim olduğunu öğreneli çok olmuştu. Bu ufak tefek kadın, alıcı değil mikser gibi "karıştırıcıydı" besbelli. Sözüm ona istediğinin kırmızı bir ayakkabı olduğunu söylemişti . Oysa, her renk ayakkabıyı, numarasına bakmadan inatla, bir bir deniyordu.

"Ayakları da deniz paleti gibi maşallah" dedi içinden. Yaptığı espriden hoşnut gülümsedi. Sonra başını pencereden yana çevirerek dışarıyı seyretmeye başladı büyük bir kayıtsızlıkla. Karşıdaki çocuk parkı ıssızdı. Kaydırakta kayarken kendi kendine arkadaşlık eden oğlan çocuğundan başka kimse yoktu. Havanın kapalı oluşu da  içini daraltıyordu besbelli. Sıcak çayından dalgınlıkla aldığı büyük bir yudum, dilini haşlayıp canını acıtınca gözlerinden gelen yaşlarla baktı karşısında dikilen kadına. Yanına geldiğini fark etmemişti.

"Bulamadım aradığımı kusura bakmayın biraz dağıttım galiba ortalığı" dedi kadın çıkarken, "Kazancınız bol olsun."

Çan, yine şıngırdadı. Müşterinin arkasından sevgisiz gözlerle baktı Naz, sonra gergin sinirlerini sunturlu bir küfürle özgürleştirdi.

"İnsanın senin gibi müşterisi olursa bok bol kazancı olur. Bugün her şey üstüme üstüme geliyor hayırdır bakalım." Tekrar çevirdi başını pencereye. Çocuk parkındaki tek oğlan da gitmişti. Ilgın ağacının altındaki bankta oturan sarı gömlekli adam yeni mi gelmişti ne! Hareketsiz oturuşuna baktı boş gözlerle. Bu havada parkta oturmaktan keyif alan adamın aklına şaştı. Görüş alanındaki  adamı meraksız gözlerle incelemeye koyuldu. Uzaktan, adamın yüzü belirgin değildi. Dizlerinde birleştirdiği ellerinin duruşu ne kadar da tanıdıktı.

"Yok artık" dedi birden düşüncesiyle inatlaşır gibi. İçini kaplayan şüphe ile şeytanı kovalamak istercesine başını iki yana salladı. Müthiş bir merak, dallarını savurdu yüreğine doğru. Şimdi görüş alanının içinde sadece sarı gömlekli adam vardı.Veysel'di bu; tanımıştı onu. Tam 8 yıl önce tüm ailesini yok sayarak peşinden gittiği; bir ömür onun kanatları altında korunacağına inandığı ama az bir zaman sonra kendisini koca Ankara'nın göbeğinde savunmasız, dımdızlak bırakıp kayıplara karışan koşulsuz sevdiği adam..

Veysel, ilk gençlik yıllarının büyük aşkıydı Naz'ın. Çok sevmişti onu. O da sevmişti kendisini ya da  öyle zannetmişti.. Güzel adamdı Veysel vesselam. Kumral saçları, doru atlarının yelelerine benzerdi.  Boyu uzun sayılmazdı. Açık tenliydi. Hele hele gülünce yanaklarında açan gamzeleri yok mu, Naz işte en çok onları severdi. "Süt doldurup içeceğim" derdi gamzelerin üzerine dudaklarını kondururken..

Ankara'ya ilk geldiklerinde, "Kız çok mutlu edeceğim seni" demişti de, ne çok mutlu olmuştu Naz. Veysel, dayısının kuruyemiş dükkânında çalışmaya başladıktan ve hele imamın kıydığı nikâhtan sonra gerçekten de mutlu etti Naz'ı. Günler telaş içerisinde geçerken Naz, şikayetsiz, beraber oldukları her günü ibadet eder gibi yürekten kutsayarak yaşadı. Bir gün, hiç nedensiz kavga ettiler. Çok içerledi Naz, haksız yere diliyle kendini hırpalayan Veysel'e. Tam iki gün hiç konuşmadılar. Sonra eve geldi Veysel, dokunsalar alev alacak. Naz, içkiyle çirkinleşen Veysel'in ruhunu iyi tanıdı o zaman. Diliyle birlikte eli de acıtmaya başlamıştı bedenini. Korktu Naz; sindi. Büyü bozulmuş muydu ne?

Ay geçmemişti ki bir gece Veysel eve hiç gelmedi. Sonraki ve daha sonraki günlerde de gelmedi. Naz çok bekledi Ankara’nın koyu silueti içerisinde, ne dayısına ne de kendine haber vermeden kaybolup giden Veysel'i. Yolda rastlaştığı tanıdık her adamı Veysel'in dönüş habercisi sandı yürek çarpıntıları içerisinde. Ama o gittiği yerden memnundu ki bir daha hiç dönmedi. Naz bu gidişle çok acı çekti. Yalnızdı artık. Yalnız, yenik, çaresiz..

Naz'ın nazlanacak kimsesi kalmamıştı hayatta. Ama inat etti dönmedi köyüne. İlk başlarda dayı destek oldu geçimine, sonra Handan Hanım'ı tanıdı bu dükkândan ucuz yollu bir çanta almak istediği bir vakitte. Yanında çalışmaya başladı. İkisi de yalnızdı. Anlaşıp güvendiler birbirlerine. "Artık o rutubetli bodrum katında kalma, bu dükkân senin evin olsun" dedi Handan Hanım Naz'a. Naz ağladı, öptü Handan Hanım'ın ellerini. Sevgi ile minnet ile. Ondan öğrenmişti bu işin kurallarını da.

6 yıl saygı ile sürdü bu güzel dostlukla beslenmiş iş ilişkileri. Sonra bir İtalyan'la evli kızı, yaşlanmaya başlayan annesini yanına almak için direnince, kıramadı Handan Hanım onu.  Bir evlat gibi benimseyip sevdiği Naz ortada kalmasın diye de, "hiç" para karşılığında dükkânı ona devredip çekip gitti yeni hayatına. Zaten sermaye dediği de neydi ki? İki kıçı kırık kullanılmış eşya. Önce Veysel, sonra Handan Hanım bir bir ayrıldılar Naz'ın hayatından. Ruhu bir kez daha "adem kıyafeti" ile kalakalmıştı. Bir başına oluşu onu daha da güçlendirdi. Çok çalıştı, çok didindi bugünlere gelebilmek için.

Adam bir süre daha oturdu parkta. Sonra elleriyle, tozdan kirlenen üstünü çırptı. Biraz daha ayakta dikildikten sonra yönünü Naz'ın dükkânına doğru çevirip yürümeye başladı. Yaklaştıkça Veysel'in tanıdık yüzü iyice ortaya çıkıyordu. Yaşadıklarından hatırladıkları, koca bir yumruk olmuş Naz'ın boğazına oturmuştu. Ne yapacağını bilemez bir halde koltuğunda kıvrandı. Yüreği boynunda atıyordu adeta. Ayağa kalktı, karşı duvardaki aynaya baktı; rengi bembeyazdı. Saçlarını düzeltti. Sonra telaşına şaştı. Alelacele tekrar oturdu koltuğuna.

Kapıdaki çan şıngırdadı Veysel içeri girdiğinde.

"Buyurun" derken Veysel'i tanımamış gibi davrandı Naz. Göz göze geldiler.

"Beni tanımadın mı Nazmiye?" dedi Veysel çocuksu bir mahcubiyetle.

Naz , adamı tanımaya çalışıyormuş gibi gözlerini kıstı.

 "Haklısın tanımamakta" dedi Veysel, "Mahcubum sana."

Fazla uzatmanın bir kazanç olmayacağını düşündü Naz. "Veysel" dedi, "Tanıdım seni."

Veysel mutlandı. Ela gözlerinde bir umut ışığı parladı.

"Geç otur" dedi Naz, eliyle masanın yanı başındaki sandalyeyi göstererek.

"Çok değişmiş, tam Ankaralı olmuşsun" dedi Veysel, sonra geleceğini bildiği sorunun önünü kesmek ister gibi. "Dayımdan öğrendim yerini, bir ziyaret edeyim istedim. Sağ ol sen de terslemedin beni."

"Hiç değişmemiş" diye düşündü Naz. Kendi  sosyal gelişiminin yanında Veysel'in ezikliğini daha bir yoğun fark etti sadece. Hiçbir şey sormadı Veysel'e, yargılamadı. O da hiç açmadı nedenleri, niçinleri. Havadan sudan, köydekilerden konuştular bir süre. Veysel üç , Naz iki bardak çay daha içti. Bu sürede hiç müşteri girmedi kapıdan, konuşmaları bölünmedi.

"Güzel işin var" dedi Veysel.

"Sağ ol" dedi Naz.

"Hep kadın giysisi mi satıyorsun, erkekler için olanı yok mu?"

"Var" dedi Naz, parmağıyla erkek bölümünü gösterirken.

"Beğendiğin bir şey varsa çekinme al."

Veysel ayağa kalktı, siyah bir ayakkabı ile biri yeşille karışık siyah, diğeri baklava desenli iki mevsimlik kazak seçti kendine. Suni deri kahve bir yeleği elledi; almakla almamak arasında gitti geldi, sonra vazgeçti.

"Beğendinse onu da al" dedi Naz. Veysel, bu cömertlik karşısında mahcup olur gibi yere doğru eğdi başını. Naz, çıkarttığı askıdan yeleği de verdi kucağına. Sonra hepsini büyükçe bir torbanın içine yerleştirip eline tutuşturdu. İkisi de ayaktaydı.

"Borcum?" dedi Veysel sıkılarak.

"Borcun yok, hediyem olsun  Veysel" dedi Naz. Adının ikinci kez söylenmesi mutlu etti Veysel'i; ardından elini uzattı. Naz da uzattı, tokalaştılar.

"Helal et hakkını Nazmiye" dedi Veysel. Helallik dilenirken gözlerindeki hüznü gördü Naz, gülümsedi .

"Olsun, helâl olsun" dedi. Kapıdaki çan şıngırdadı. Veysel, kapıyı arkadan kapattı.Naz, elindeki torbayla adeta bayram sevinci yaşayan çocuksu Veysel'in arkasından baktı uzunca. Hissettiği artık acımaydı yalnızca.

 
Toplam blog
: 16
: 336
Kayıt tarihi
: 20.04.15
 
 

Sanatsever, seyahatsever... ..