Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Şubat '15

 
Kategori
Öykü
 

Nazarlı kabak

Nazarlı kabak
 

14 Şubat.. Dünya öykü günü.. Edebiyatta özellikle romanın büyük baskısına rağmen hep varolmuş ve varolmaya devam edecek olan  öykünün bu anlamlı gününü, kendimce kutlamak adına bir hikayemi daha paylaşmak istiyorum:

 ....................................................................................................

             Yaklaşık üç haftadır memleket özlemi gideren Saniye Hanım’ın dönme vakti gelmişti. Kocası son günlerde telefon üstüne telefon ediyordu : ‘’ Hanım, yumurtaya talim ede ede bir hal olduk. Artık dön gel de, ev yemeği yiyelim. ‘’  Adamcağıza hak vermekle beraber beş yıl üzerine geldiği doğduğu topraklara kana kana doymak istiyordu. Bir daha gelmek kısmet olur mu bilinmez ki …

            Dönmeden önce sevdiklerine tek tek uğrarken, en sona halasını bırakmıştı. Yaşlı kadıncağızla bol bol vedalaşacak, pamuk gibi ellerinden öpecek, duasını aldıktan sonra da geleliberi gözünün kaldığı o güzelim bal kabağını isteyecekti. Konuyu halasına açınca kadıncağızdan hiç ummadığı bir cevap aldı:

            - Kadanı alsın. Sana bir değil on kabak feda olsun. Ama o kabak  sana yaramaz .

            Saniye Hanım biraz şaşırmakla beraber gülerek:

            - Neden hala? Başkasına mı söz verdin?

            diye sordu. Halası:

            - Hayır kızım. Kime söz vereceğim?  Lakin o kabak nazarlıdur da…

            Saniye Hanım şimdi iyice şaşırmıştı. İnsanın, evin ya da arabanın nazara uğradığını işitmişti ama kabağa nazar değdiğini hiç duymamıştı.

            - Amaan hala, kabağa nazar değdiğini de ilk defa duyuyorum. Mübarek ne değerli kabakmış bu.

            Halası geri adım atmadan devam etti:

            - Öyle deme kızım. Nazara gelmeyen şey var mı? Kitaplarda bile yeri var. Nazar deveyi bile tencereye koyarmış.

            Saniye Hanım az inatçı değildi hani. Başkası olsa ‘’ Belki vermek istemiyor ‘’ diye düşünerek daha fazla üstelemez, başka bir kabağa razı olurdu. Ancak o inadına üzerine gitti:

            - Amenna, nazara ben de inanırım ama basit bir kabağa değil. Peki kim nazar etti bu kabağı?

            Hala biraz durdu. Galiba söylemekle söylememek arasında gidip geliyordu. Neden sonra:

            - Aşağıdaki büyük hanım… Sağolsun iyi kadındır, hoş kadındır da gözü biraz keskindir. Ne yapsın elinde değil. Geçen bize uğradığında  ‘ aman kardeş, ne güzel kabak yetiştirmişsin’ deyiverdi. İnsan önce bir maşallah der. İşte o günden beri ben bu kabaktan ümidi kestim.

            Saniye Hanım şen bir kahkaha attı:

            - İlahi hala ! Bütün mesele bu muydu? Ben razıyım bu nazarlıya. Amma sen ille de vermek istemiyorsan…

            Hala Saniye’deki ısrarı görünce daha fazla diretmedi:

            - Ben senin için söyledim yavrum. Yoksa hatırını kırar mıyım hiç. Al, hayrını gör.

            Eh, sonunda kabağı da aldığına göre Saniye Hanım artık yola çıkabilirdi. Halasının buruşuk ellerinden öptü ve duygulu bir kucaklaşma faslından sonra kabağı gelen taksinin bagajına yerleştirerek şehir otogarına doğru yola çıktı.

            Otogarda kardeşi kabağı otobüsün bagajına yerleştirmeden önce üzerine keçeli kalemle sahibinin adını yazdı. Böylece bagajdaki diğer kabaklarla karışması önlenmiş oluyordu.

            Rize’den İstanbul’a uzanan bin küsür kilometrelik karayolunun ilk metreleri aşılırken camlara sallanan eller, memleketteki güzel anların son perdesi oldu. Otobüs Karadeniz otoyoluna çıkarken mendiliyle gözyaşlarını siliyordu. Ağladığını geride kalanlar görsün istememişti.

            Gelirken uçakla geldiği için yol kenarındaki güzellikleri doyasıya yaşamamıştı. Sağ tarafta oturduğu için ak ak köpüklerle sahili döven Karadeniz’i seyrediyor, başını sola çevirdiğinde de, yolcuların başları arasından çay bahçeleriyle kaplı zümrüt yeşili tepelikleri ve şırıl şırıl akan dereleriyle güzelim vadileri görüyordu. Otobüsün teybinde Kazım Koyuncu’nun o duygulu Karadeniz türküsü çalınıyordu:

 

Oy dumanlar dumanlar, hep dağları sardunuz / Yüreğimin derdini bilsenuz ağlardunuz…

 

            Ordu yakınlarında akşam çöktü ve birbirine yakın yıldız kümeleri gibi ard arda gelen sahil ilçelerini birbir geride bırakıp Samsun’a vardılar. Işıktan oluşmuş bir okyanus gibi geceyi aydınlatan büyük şehir Samsun’u da arkada bırakırken, ta İstanbul’a kadar sürecek uykusuz bir gece yolculuğu başlamıştı. Yanındaki bayan her şeye boş vermiş, mışıl mışıl uyurken Saniye Hanım sabaha kadar gözünü kırpmayacaktı. Sarsıntı ve uykusuzluk başına vurmuş, gözleri kan çanağına dönmüştü. Bazen ‘’ Keşke uçakla gitseydim ‘’ diye geçiriyordu içinden. Her şeye rağmen otobüs yolculuğunun da güzel yanları vardı. Ta çocukluğundan beri zihninde iz kalmış o mola yeri anonslarını çok özlemişti: ‘’ Otobüsümüz  hareket etmek üzeredir. Lütfen yerlerinizi alınız.’’

            Sabahın ilk ışıklarıyla İstanbul’a vardılar. TEM yolundan gelen otobüs Kozyatağı bağlantısından E-5 Karayoluna geçmiş, Harem Otogarına yönelmişti. Otobüsün camından tarihi yarımadanın ilk siluetini gördüğünde yüreğine bir sıcaklık yayıldı. Aklı memlekette kalmasına rağmen ‘’ şehirler padişahı ‘’ denen bu büyülü şehre geri döndüğüne sevinmişti.

            Bayrampaşa otogarına vardıklarında eşini terminalde bekliyor buldu. Yaklaşık bir aylık bir özlemle kucaklaşan karı koca ardından bagajların derdine düştüler.

            - Araba arkada, dedi kocası

            - Bir an önce yükleyelim de gidelim.

            Önce bavullar, koliler verildi. Arkasındanda bizim meşhur nazarlı kabak… Fakat o da ne?! Bu kabak Saniye Hanım’ın getirdiği kabak değildi. Hem çok daha küçüktü, hem de üzerinde ne bir yazı, ne de bir şey vardı. Saniye Hanım sinirli bir sesle:

            - Ama bu benim kabağım değil ki, dedi muavine.

            - Kabaklar karışmış galiba?

            Muavin zihnini yoklarmış gibi yapıp:

            - Harem’de inen bir yolcuya da  kabak verdik. Hiç itiraz etmeden aldı adam, diye cevap verdi. Saniye Hanım iyice sinirlenmişti:

            - Üzerindeki kocaman yazıyı görmediniz mi? Bu kadar da olmaz ki canım.

            Derken kaptanlardan biri de tartışmaya katılıp, dikkat etmediği için muavini azarladıktan sonra:

            - Merak etmeyin efendim, diye yatıştırmaya çalıştı Saniye Hanım’ı.

            - Yanlışlıkla kabağınızı alan yolcu, kendisine ait olmadığını anlayınca muhakkak bizi arayacaktır. Siz bu kabağı almayın. Bizi  aradıklarında derhal sizle irtibata geçeriz.

            - Tamam o zaman, dedi eşi de.

            - Yapacak bir şey yok. İşte ev  telefonum. Aradıklarında hemen bize haber verirsiniz.

            Saniye Hanım elinde çantalar sinirli bir şekilde arabalarına giderken halasının dediklerini düşünüyordu: ‘’ O kabak sana yaramaz  ‘’

            Eve dönülünce günlük hayatın karmaşası içinde kabak ikinci planda kaldı. Ancak Saniye Hanım’la kocası otobüs yazıhanesinden gelecek telefonu bekliyorlardı. Bir- iki gün geçti arayan olmadı. Üçüncü gün akşama doğru çalan ev telefonu;  kabağın akşamüstü Harem terminaline getirileceğini müjdeledi. Durumu hemen kocasına bildiren Saniye Hanım, iş çıkışı gidip kabağı almasını rica etti. Zavallı adam onca hengamede yol bulup, Sirkeci’ye gitti ve araba vapuruyla karşıya geçti. Zor bela otomobilini park edip yazıhaneye gittiğinde nahoş bir sürprizle karşılaştı. Kabağı Harem’e getirmek için ta Ümraniye’den yola çıkan adam gelirken kaza yapmış, arabasını çekiciyle servise götürürken yazıhaneyi aramak nezaketinde bulunmuştu. Bizimki aynen geldiği yoldan eli boş eve dönmüş, bir haylide yorulmuş ve sinirlenmişti. Basit bir kabak için boşuna yere  o kadar benzin yakmış, vapur parası ödemişti. ‘’ Bir daha o kabağı anma bana Saniye…’’ diye kestirip attı bitkin bir şekilde koltuğa çökerken. ‘’ Söyle,  pazardan alasını gidip getireyim. Ne olursun, bir daha karşılara gönderme beni.’’ Saniye Hanım hala pes etmemişti ama şimdilik kocasına bir şey demedi. İşi zamana bıraktı.

            Bu arada yanlışlıkla kabağı alan adam arabasını tamir ettirmiş,  kendisine çok pahalıya mal olmasına rağmen bagajındaki nazarlı kabağı Harem’e götürmüş ve yazıhaneye bırakmıştı.  Yazıhane de derhal evi arayınca bir hayli sevinen Saniye Hanım, hemen eşine haber vermek istediyse de birden kendini tuttu. Kabağı almaya kendi gidemeyeceğine göre kocasını oraya götürecek bir formül bulmalıydı.

            O hafta sonu karşıda oturan eltisine  gitmek istediğini söyledi.

            - Hayrola Saniye?

            dedi kocası.

            - Onlara gitmemek için bin dereden su getirirdin. Hangi dağda kurt öldü?

            - Aman bey, duyan da kanlı bıçaklı sanacak bizi. Neden istemiyeyim ki? O senin  kardeşin. Hoş sen gitmek istemezsen…

            - Niye istemiyeyim canım ? Haydi hazırlan çıkalım.

            Saniye Hanım içinden derin bir oh çekti. Kocasını karşıya çekmeyi başarmıştı ya. Bundan sonrası kolaydı artık.

            Dönüşte eşi Boğaziçi köprüsüne yöneldiğinde hemen müdahale etti:

            - Bu defa Harem’den gidelim mi? Yeni vapurlar koymuşlar. Hem onları görür, hem de deniz havası alırız.

            - Köprü yolu açık Saniye. Şimdi vapurla mapurla uğraşmayalım.

            Saniye Hanım hiç vazgeçer mi? Hem de hedefine bu kadar yaklaşmışken:

            - Canım ne olacak? Hem benzinden de tasarruf ederiz.

            - Peki peki, dedi kocası. Arabayı E-5’ e sokup Harem’e yöneldi. Sonunda yine hanımın dediği olmuştu. Otogara yaklaştıklarında yeni hatırlamış gibi:

            - Ah, az daha unutuyordum, diye konuştu, Adam kabağı getirmiş. Yazıhaneden aramışlardı. İstersen bir uğrayıp alalım.

            Kocası gözünü yoldan ayırmadan sinirli sinirli güldü. Hanımının vapur ısrarını şimdi daha iyi anlıyordu.

            Kabağı sonunda eve getirip mutfağa attıklarında ikisi de derin bir oh çekti. ‘’ Aman, ne kabakmış’’ diye mırıldandı kocası ‘’ Birisinin gözü mü kaldı ne? Şunun yüzünden başımıza gelmeyen kalmadı.’’ Saniye Hanım ‘’ nazar hikayesini ‘‘ anlatmak istediyse de hemen vazgeçti bundan. Belli olmaz, adam götürüp çöpe atardı kabağı.

            Ertesi sabah bir an önce kabağı kesip tatlı yapmak istedi ama araya başka işler girdi. ‘’ Öğleden sonra yaparım ‘’ dedi ancak aniden gelen bir telefon bütün planlarını alt üst etti. Neşeli bir sesle konuşan kocası ‘’ Saniye, hemen hazırlan. Akşama Antalya’ya uçuyoruz. Bayiler toplantısına katılacağız. ‘’ Saniye Hanım çocukları bahane edip ayak dirediyse de kocası ısrarlıydı, ‘’ Herkes eşiyle gidiyor. Ben yalnız gidemem. Çocukları düşünme. Kazık kadar oldular. Bakarlar başlarının çaresine. ‘’

            Çaresiz razı olup yağmurlu bir İstanbul akşamı Antalya’ya uçtular. Kısa bir süre önce Karadeniz’in bütün güzelliklerini doyasıya yaşamış birine Antalya; bütün o cafcafına rağmen fazla çekici gelmedi. Yine de eşinin neşesini bozmamak için memnun göründüyse de, en çok sevindiği an İstanbul uçağının kalkış anıydı.

            Havaalanından eve dönerken Saniye Hanım yine kabağı düşünüyordu. Şimdiye dek olanları aklına getirdikçe pek fazla emin değildi artık. Belki de bu defa da onu pişirmeyi başaramıyacaktı.

            Eve girince korktuğu şey başına gelmişti. Şimdiye kadar uğrunda nelere katlandığı o güzelim kabak şimdi tanınmaz bir haldeydi. İçi oyularak iki göz, burun ve ağız yapılmış, gözlerine de mum yerleştirilmişti. Dışı kırmızıya boyanmış, güya insana benzetilmişti.

            Kocası belki de sinirinden kahkahalarla gülerken Saniye Hanım hiçbirşey yapmadı. Herhalde seyrettiği Amerikan filimlerine özenerek kabağı soytarıya çeviren oğluna ağzını açıp da bir tek kelime etmedi. Yorgunluk çayı yapmak için mutfağa giderken :

            - Alt tarafı bir kabak, diyordu kendi kendine.

            - Üzülmeye değmez. Pazardan yenisini alırız olup biter.

             

             

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..