Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Aralık '08

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Nazi kamplarından geldim- Varşova -Kravov gezi notları

Nazi kamplarından geldim- Varşova -Kravov gezi notları
 

Turistik Ziyareti Bile Ürpertici


Seyahate Coşku Yerine Hüzünle Başlamak

Polonya’ya gitmeden önce, diğer seyahatlerimden farklı deneyler yaşayacağımı biliyordum, ama gördüklerimin bu kadar etkisinde kalacağımı, rüyalarıma gireceğini asla tahmin edemezdim. İkinci Dünya Savaşı’nı ve Nazi zulmünü anlatan onlarca film seyretmiş, kitaplar okumuştum. Fakat, yaşanan zulmün geçtiği toprakları ve toplama kamplarını gördükten sonra, okuduklarımın ve seyrettiklerimin hiçbir şey olmadığına kanaat getirdim.

Çok okumanın, çok gezmekten daha fazla öğrettiğine inananlardanım, ama gezmenin belki de ilk defa; öğrenmeye, hissetmeye, empatiye katkısını bu kadar fazla hissettim...

Birazdan detayına geleceğim, ama yumuşak bir giriş yapalım istiyorum...

Milli Havayolundan Laz Usulü Hesap

Yazımıza basit bir soru ile başlayalım: Bir bilet 10 Lira ise, üç bilet kaç Lira eder?...

Bravo!... Bir defada bildiniz, 30 Lira eder. Besbelli siz, matematikte her defasında yıldızlı pekiyi ile geçiyordunuz sınıfı. Ben de aynı sonucu bulmuştum. Üstelik matematikten yıldızlı pekiyi almazdım hiç. Hatta çoğunlukla öğretmen, “pek”i de düşürerek verirdi notunu. Yine de, sizin gibi, üç biletin 30 Lira edeceğini bir defada bildim...

Ne alaka, diye soracaksınız şimdi. Anlatayım. Türk Hava Yolları’ndan elektronik bilet almak üzere web sayfasını açtım. Önce bilet fiyatlarını öğrenmek için bir kişi İstanbul-Varşova kaç lira diye sordum. 894 Lira diye cevap verdi thy.com.tr... Polonya Hava Yollarından biraz pahalıydı, ama serde illa milli havayolunu kullanmak gibi doğuştan gelen genetik bir hıyarlık olunca, bileti THY’den almaya karar verdim. Normalde üç kişi 2, 682 Liradan daha az olmalıydı, zira üçüncü yolcu çocuk.

Ancak tahminim tutmadı ve üç kişi için en fazla 2, 682 YTL beklerken, THY 4.071 Lira istedi. Hesapta yanlışlık mı var diye tekrar bir yolcu ve üç yolcu fiyatlarını ayrı ayrı hesaplattım. Yok, bir kişi 894, üç kişi 4.071 YTL. Hatta üçüncü kişi yetişkin olsa 4.835 YTL. Yani anlayacağınız 10 liralık biletten üç tane alınca, 30 Lira değil, 55 Lira ödüyorsunuz.

Aklınıza gelen çözümü şu anda okuyor gibiyim. Diyorsunuz ki, be adam, sen de biletleri birer birer al. Denedim. Ama bu defa çocuk biletinin illa yetişkin birininkiyle birlikte satılacağı şartı getiriliyor. Yani ya 4.071 Lirayı ödeyeceksiniz, ya da başka hava yolunu seçeceksiniz...

Serde hıyarlık var dediysek, o kadar de değil. Gittim biletimi LOT, yani Polonya Hava Yolları’ndan aldım. Elin hava yoluna para kaptırdım ama, ilk hesapladığımdan bile yüzde 30 daha ucuza uçtum...

Varşova’ya Ayak Basıyoruz

Varşova’ya indiğimizde yerel saatle 18.30 olmuştu. İstanbul ile iki saatlik mesafede. Terminal son derece modern. Böylesini hiç beklemiyordum. Eski sosyalist cumhuriyetlere benzer bir terminal ile karşılaşacağımı sanıyordum. Oysa Atatürk Havalimanının az daha küçük kopyası ve son derece modern. En büyük farkı yolcu sayısı. İlk defa bu kadar tenha bir başkent hava meydanı görüyordum.

Havaalanlarına, ünlü müzisyenleri Chopin’in ismini vermişler. Sanata ve sanatçıya gösterilen itibara bakar mısınız. Bizde niye yok aynısı? Birileri çıkıp, hazır ismi yokken, mesela Trabzon havaalanının ismini İsmail Türüt Havaalanı olarak değiştiremez mi? Hatta bir meydan da Rize’ye yapılsın, Trabzon’dakinin ismi İsmail, Rize’dekinin ismi Türüt olsun. Ya da Bodrum’a Serdar Ortaç havalimanı ismi ne gider ama! Edirne’ye de Ciguli Havaalanı ismi pek de yakışır. Ya da daha havalı kaçacaksa George W. Ciguli desek...

İşlemlerimiz hızla halledildi, bavulumuzu beklediğimden çok daha çabuk aldık. Otelimize taksiyle gidecektik. Döviz büfesine, taksinin kente yaklaşık kaç para tutacağını sordum, 70 Zloty dedi. Polonya henüz Euro’ya geçmemiş AB ülkelerinden.

Dışarı çıktık, göğsündeki kartta kocaman puntolarla TAXI yazılı bir adamın bize doğru gelmekte olduğunu gördüm. O da alnımdaki KAZ yazısını okumuş olmalı ki, taksi isteyip istemediğimi sordu. Kartında bu kadar büyük punto kullandığına göre aradığım buydu. Peşine takıldık. Az gittik uz gittik, en az 20 yaşında bir Mercedes’in başına geldik, benim de aklım o anda aklım başıma geldi ve otele kaç paraya getireceğini sordum.

Hiç düşünmeden 150 Zloty, diye cevaplayınca, “Çüş!” dedim içimden...

“Az önce 70 Zloty’ye gidileceğini öğrendim...”

Adam acayip ağzı kalabalık biri.

“Hiç öyle şey olur mu? Bir otobüs bileti 50 Zloty...”

Alttan girdi, üstten çıktı, kıyakçılık yaparak fiyatı 120 Zloty’ye indirdi. Bu kadar indirim sonrasında pazarlığı uzatamaz ya da ben başka taksiye gidiyorum diyemezdim, ayıp kaçardı...

Şehir en fazla 15 dakika. O para mümkün değil, ama anlaşmışız bir kere. Ödedik haliyle ama içim içimi yedi. Otelde sordum, önceden aldığım bilgi doğruymuş, taş çatlasa 70 Zloty...

İki gün sonra araba kiralamak için havaalanına taksiyle gittiğimde ise ödediğim ücret 30 Zloty olacaktı. Yani taksici tam dört kat fazlasını almış benden.

Olsun! Bir kazık da Polonyalı kardeşlerimizden yesek, ne olur! Böylece dakika bir, gol bir...

Ancak... O gol, tek gol oldu kalemde. Sonrasında bir kez olsun hoşa gitmeyecek davranışla karşılaşmadım. Tersine o kadar cana yakın ve yardımseverler ki, bir şey sormaya görün, yardım için çırpınıyorlar adeta. Adres sorduğum insanların tamamı, bizdeki gibi, “Ben de zaten o tarafa gidiyordum, ” diye otomobilinize binip gidilecek yere götürmeye kalkışmadıysa da, adresi sorunsuz bulmam için, harita temininden, yola çıkıp tarife kadar ellerinden gelen yardımı esirgemediler. Her yerde öyle canı yakın ve yardımseverler ki, Polonyalıları, “Soğuk ülkenin sıcak insanları” olarak tanımlamak mümkün.

Varşova'da Akşam Üstü

Hava kararmıştı. Otele yerleşir yerleşmez sokağa attık kendimizi. Kent ışıl ışıl. Geniş ve düzenli caddeler tertemiz. Pazar olduğundan mı, tam anlayamadım, trafik yok denecek kadar az. Belki de bu yüzden olacak, yayalara ayrılan yol, araçlara tahsis edilenin en az iki katı...

Sonradan bu ilk izlenimin yanlış olduğunu görecektim. Trafiğin aşırı yoğun olduğu söylenemez ama o kadar trafik ışığı var ki, insanı bitiriyor.

Hava çok soğuktu. Tedbirsizlik edip şapka getirmemişim. Eşimin verdiği bandana ile kulaklarımı korumaya aldım ama tepem açıkta kaldı. Soğuğa rağmen hava tertemiz. En ufak bir yanık kokusu yok. Türkiye'deki kömür dağıtımı buraya ulaşmamış...

Gözümüze kestirdiğimiz bir restorana girdik. Menüdeki yemekler tanıdık. Düğün çorbası, Türk mezesi, kebap...

“Türk yemekleri Polonya’da çok mu seviliyor, ” diye soracak oldum.

“Yok, ” dedi garson, “Sadece burada bulabilirsiniz.”

Varşova'da Bayram Sabahı

Bayram sabahı, bayramlaşmak isteyenlerin aramasıyla erkenden uyandık. Nereden bilsinler saat farkını. Memlekette bayram namazını kılan, doğrudan benim telefonumu çeviriyordu.

Seyahate çıkmadan önceki cumartesi günü, yani arifenin arifesinde ailenin büyüklerini ziyaret ederek bayramlaşmıştım. Daha az büyükleri ise arife günü telefonla aramıştım. Yurtdışından arayıp, bayramın mübarek olsun, diyene kadar en az 1000 kontör yiyiveriyor bu lanet olası cep telefonları...

"Abi, bayramın mübarek olsun."

"Senin de oğlum, senin de... Yahu bayram yarın değil miydi?"

"Ben Japonya'dayım abi. Burada bayram çoktan başladı. Bak, gözleri çekik koyunlar Tokyo sokaklarında kurban ediliyor..."

Bayram sabahı beni arayanlarla bayramlaşma dışında da sohbetimiz oluyordu.

"Abi, bayramınız mübarek olsun."

"Senin de..."

"Nerdesin abi? Sesin boğuk geliyor..."

"Memlekete geldim."

"Trabzon'da mısınız? Polonya'ya gideceğinizi söylemiştin."

"Ana tarafından Polonyalıyım ya!!! O bakımdan memleket dedim."

Gündüz Gözüyle Varşova

Kahvaltımızı bir kafede yaptık. Otelde fiyatlar gecelik konaklamaya eşit neredeyse. Gündüz gözüyle kent hakkındaki ilk izlenimlerimi de sabah edindim.

Geceki izlenimimde yanılmamışım, gerçekten tertemiz, pırıl pırıl ve son derece düzenli ve modern bir kent Varşova. Caddeler yalnızca eli ayağı tutanlara göre değil, özürlüler de düşünerek düzenlenmiş.

Sürücüler ve yayalar trafik kurallarına harfiyen uyuyor. Çizgilerle belirlenmiş yaya geçitleri dışında caddeyi geçmeye çalışan tek bir yaya çarpmadı gözüme. Sürücüler aceleci değil, yeşil ışık yansa bile son yaya geçene kadar bekliyor, bir kez olsun kornaya basmıyor, yayaların üzerine sürmüyor.

Sokaklar güvenli, insanlar tedirgin değil...

Kahvaltıdan sonra bir tur alıyoruz. Rehber, gezdiğimiz yerler kadar ülkenin tarihini anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda Varşova’nın yüzde 90’ı yıkılmış. Buna rağmen tüm binalar, orijinaline sadık kalarak yeniden inşa edilmiş.

Uzaktan görüldüğü kadar kolay bir iş değil bu. Sıfırdan bir gökdeleni aylara sığacak sürede inşa etmek mümkün ama diğeri imkânsız. Aslına uygun malzeme bulacaksınız, eski planları harfiyen uygulayacaksınız... Bir restorasyonun 20 yeni bina inşasından daha fazla zaman aldığını anlatıyor rehber...

Kentte yıkılmayan binalar yalnızca Nazilerin kullandıkları. Bu bölgede şu anda elçilikler kurulu. Aralarında en ihtişamlısı Rus elçiliği. Sosyalist dönemden kalma elçilik, kentin en görkemli binalarından.

Avrupa’nın en büyük parklarından Lazienkowski Parkının ismi yanıltmasın, içeride Lazlarla alakalı hiçbir yok. Kraliyet döneminden kalma mütevazı saraylar, av köşkleri, göletler, asırlık ağaçlar...

Hemen girişe Chopin’in heykeli dikilmiş. Sağ eli piyanonun üzerinde, kulağı doğaya çevrili. İlhamı ağaçların sesinden alıp beste yapıyormuş. Ya bir de Karadeniz’de doğmuş olsaydı, kim bilir başka neler yapardı.

Chopin 38 yaşında Paris’te ölmüş. Bedeni orada gömülü, kalbi ise Varşova’da yapılan anıt mezarda...

Parktaki sincaplar insana o kadar alışmışlar ki, yanınızda bitiveriyorlar. Biz de, başbakanımızın New York’ta onlardan esirgemediği ilginin aynısını göstermekten geri kalmıyor, “Gel pisi pisi!” diye yanımıza çağırıyoruz. Sincap çağırmanın doğru yolunu öğrenene kadar, dilimizin döndüğü, onların da anlayabileceği bu yakın lisanın kullanılmasında hiçbir sakınca yok. “Geh bili bili!” diyecek değiliz herhalde.

Parkın bir yerinde, Osmanlı’yı Viyana önlerinden çeviren Haçlı Orduları başkomutanı III. Jan Sobienski’nin, atı üstünde şaha kalkmış heykeli var. Yerde, Tecavüzcü Coşkun’a benzeyen, tipsiz, sefil bir adam var. Osmanlı’yı simgeliyormuş.

Biz adamlara bin bir iltifat ederken, bize reva görülene bakar mısınız?

Polonya ile İlişkilerimiz

Biraz tarih kitaplarını karıştıralım. Gezilen yerin tarihini bilmezseniz, ancak güvercin gözüyle bakarsınız gittiğiniz yere. Her şey buğday tanesi görünür gözünüze...

Lehistan bir anlamda şu andaki Polonya. Bir anlamda diyorum zira içinde Litvanya da vardı. Lehistan 1795’te zamanın güçlü devletleri olan Rusya, Prusya (Şimdiki Almanya) ve Avusturya tarafından paylaşılıp yutulmasına rağmen Osmanlı bunu asla kabul etmemiş.

Padişah, yabancı elçilerle bir araya geldiğinde, Lehistan elçisinin koltuğunu boş bırakır ve hep sorarmış: “Nerede kaldı ulan bu Lehistan elçisi? Her defasında böyle gecikiyor.”

Bunu üzerine vezir, padişahın kulağına eğilir, odadaki herkesin duyacağı şekilde fısıltıyla(!) bağırırmış: “Lehistan elçisi yoldadır. Yollardaki müşkülat yüzünden gecikmiştir...”

Polonya ile ilişkilerimiz bununla sınırlı değil. 1842’de Polonya devlet adamı Adam Czartoryski (Hepsini soyadı böyle zor. Üç-dört harfli soyadı olana rastlamadım.) tarafından Polonezköy olarak bildiğimiz yerde Adampol (Adamköy) adıyla bir köy kurulmuş. Burası Polonya’da muhtelif tarihlerdeki karışıklıklarda gözünü kurtarmaya çalışanların sığındığı bir liman olmuş hep. 1950’lerden sonra da turizm merkezi haline gelmiş. Herhalde ta o tarihte piknik, dinlence ve Muzaffer Kuşhan zayıflama merkezi olarak düzenlendiğini düşünmüyordunuz, değil mi?

Biz adamları el üstünde saklayalım, onlar bize Tecavüzcü Coşkun muamelesi yapsın!

Kentin Diğer Önemli Alanları

Parkı bitirdikten sonra kenti dolaşıyoruz. Kent dümdüz bir alana inşa edilmiş. Tek bir yokuş yok desem yeridir. Önünden geçtiğimiz ilk bina Komünist Parti eski merkezi. Şimdilerde telekom merkezi haline getirilmiş. Bunun sebebi ilginç: Binadaki altyapı telekomünikasyon için biçilmiş kaftan. Bir de eski sistemin sembolüne, kapitalizme dönüldüğünde yeni sistemin sembolü uygun bulunmuş.

Tren istasyonundan geçtiğimizde rehberimiz biraz buruk:

“Varşova’da metro sistemi olmadığını söylesem, şaşarsınız, değil mi, ” diyor.

Gerçekten şaşırıyoruz. Sosyalist sistemde en iyi yapılan şeylerden birinin metro sistemi olduğunu biliyoruz. Belki de eski alışkanlık, yer altında örgütlenme anlayışından olsa gerek...

Sadece tek yöne metro varmış Varşova’da. O da iki yıl önce açılmış. 24 istasyonunun inşası tam 24 yıl sürmüş. Temeli 1984’te atıldığı halde, sosyalist dönemde tek bir çivi bile çakılmamış...

Sonra Nazilerin katlettiği Museviler anısına yapılan anıtın önünde park ediyor aracımız. İkinci Dünya Savaşı’na en büyük kayıpları veren ülkelerin başında Polonya geliyor. 6, 5 milyon insanını yitirmişler; kaba bir hesapla Ankara ve İzmir’in bugünkü toplam nüfusu kadar. Bunların 3, 5 milyonu Polonya asıllı, 3 milyonu Yahudi.

Polonya’da yerleşik Yahudi nüfusun yüzde 90’ı Almanlar tarafından yok edilmiş; toplama kamplarında, gaz odalarında, sokak ortasında... Konuyu ele alan Piyanist filmini seyredenler, bu katliamları anımsayacaktır...

Polonya’nın çektikleri sadece Nazilerin vahşetiyle sınırlı kalmamış. 1939’da ülkeyi Almanlarla paylaşma anlaşması imzalayan Ruslar, ülkenin ileri gelenlerinden, aydınlarından, sanatçılarından oluşan 50 bin kişilik bir topluluğu katletmiş. Sovyet diktatörü Stalin bunun Naziler tarafından yapıldığını iddia etmiş ve 1990’lı yıllara kadar hep böyle bilinmiş. O tarihte Rus Devlet Başkanı Yeltsin, katliamın Ruslar tarafından yapıldığını itiraf etmiş.

Rusların Polonya’ya yaptıkları bununla sınırlı değil. Savaşın sonlarına doğru Polonya’yı işgal altında tutan Nazilere karşı bir direniş başlamış. Silahı, parası, insan gücü az olsa da Nazileri bir hayli sarsmışlar. Tam o dönemde radyodan Rusların bildirisi okunmuş: “Dayanın yoldaşlar, bir ay içinde oradayız...”

Polonyalılar dayanmışlar, direnmişler gerçekten. Aç kalmışlar, kayıplar vermişler, acılar çekmişler... Ama Ruslar bir türlü gelmek nedir bilmiyormuş. Naziler, direnişi o kadar kanlı bastırmış ki, 200 binden fazla Polonyalı katledilmiş. Ve direniş bastırıldıktan sonra Rus Ordusu Varşova’ya girmiş, kenti Nazilerden kurtarmış!!! Oysa, iki haftadan beri Varşova eteklerinde, ayaklanmanın bastırılması için bekliyorlarmış. Bastırılsın ki, daha sonra onların başına dert olmasınlar...

İşte bundan dolayı, uzun süre aynı sistem ve askeri pakt altında yer almalarına rağmen, Polonyalılar Rusları hiç sevmiyor. Sürekli olarak sinsice arkalarından vurdukları için. Bazen onlardan yanaymış görünerek hem de...

Varşova Kültür Sarayı

NATO’nun sosyalist sistemdeki eşleniği olan Varşova Paktının kurulmasından sonra Stalin, kentin ortasında 231 metre yüksekliğinde görkemli bir bina yaptırmış ve bunu Sovyet halkının hediyesi olarak sunmuş. Bina gerçekten görülmeye değer, muhteşem. Şu anda Kültür ve Bilim Sarayı olarak kullanılıyor.

Şimdilerde, Kültür Sarayının etrafındaki eski mimariye uygun yapıların aralarına, arkalarına ya da önlerine hiçbir estetiği olmayan gökdelenler dikilmiş. Amaç sanki sosyalist mimariyi temsil eden Kültür Sarayını ve daha eski diğer binaları gölgede bırakmak; kapitalizmin üstünlüğünü mimariyle de perçinlemek. Bu, yeni binaların yüksekliği anlamında bir ölçüde başarılmış, ancak o kadar çirkin inşaatlar yapılmış ki, eski yapılar kaktüs tarlasındaki gülleri andırıyor.

Sosyalist mimaride yapılar, yüksekliğinden ziyade enlemesine ve derinlemesine inşa edilmiş. Yan yana iki futbol sahası ebatlarında ve on kat yükseklikte bir binayı tasavvur edersek, Varşova'da bu ölçülerde çok sayıda bina bulunuyor. Benzerleri tüm eski sosyalist ülkelerde mevcut. Önlerindeki havaalanı genişliğindeki meydanlar ve bu meydanda birleşen geniş mi geniş caddeler...

Krakov

Polonya’ya ayak bastığımız ikinci gün Krakov’a geçmeyi planlamıştık. Havaalanından araba kiraladık. Mesafe üç yüz kilometre, yani yaklaşık İstanbul-Bolu arası kadar. Türkiye’de olsa iki buçuk saatte ulaşmak mümkün. 120 ile ağır ağır giderek üstelik. Ancak Polonya’da bu mümkün olmadı. İlk 50 kilometrenin her 500 metresinde ışıklar var. Bendeki şans, bu 100 ışığın 80’inde kırmızıya yakalanmayı gerektiriyordu. Öyle olmadı, 98’inde kırmızıya rastgeldim...

Yol boyu izlediğim evlerde Polonezköy'dekilerin görkemini bekliyordum. Nerde! Bizim köy ve kasaba evleri gibi sıradan. Artısı sıva ya da boyalarının tamamlanmış olması. Ama eksisi de var: Hiçbirinin tepesinde demir filizi göremiyorsunuz; ilk seçimde bir punduna getirilip üst kat çıkılsın.


İki kent arasında otoban olacağını da umuyordum doğrusu. Birisi ülkenin yeni başkenti, diğeri 600 yıl başkentliğini yapmış tarihi ve sanayi kenti. Bizdeki iki küçük Anadolu kenti arasındaki gidiş gelişli yolların daha iyi olduğunu söylesem, abartı olmaz.


Zaman zaman otobanımsı bir bölümde sürdüğümüz de oldu, ama bunlar her yirmi kilometrede bir 500’er metrelik bölümlerden ibaret. Hiç olmasaydı daha iyi, zira otobana girdim diye gaza basıyorsunuz, birden daralan yol işaretleri çıkıyor önünüze. Bereket çabuk alıştık, yoksa Türk sürücülerin bu yolda kaza yapmamaları imkânsız...


Kömür Yardımlarımız Polonya'ya da Ulaşmış!!!


Varşova’ya ulaşmayan Türk işi kömür yardımlarının Polonya’nın diğer kent, kasaba ve köylerinde eritildiğini tahmin ediyorum. Yol boyu kömür kokusundan genzimiz yandı. Hele Krakov korkunçtu. Şehrin üzerine inen kapkara duman, solumayı neredeyse imkânsız hale getiriyordu. Sorduğumuzda, bunun sebebinin etraftaki çelik üretim tesisleri olduğunu söylediler. Bu hava kirliliğinde insanlar nasıl yaşıyor, fazla şaştığımı söyleyemeyeceğim. İstanbul’un o halini henüz unutmuş değiliz ve kömür kullanımı teşvik edildikçe geleceğimizin farklı olmayacağı endişesini taşıyorum...


Polonya'da mezarlıklar fevkalade bakımlı. Yol boyunca bir haylisi çıktı karşımıza. Üzerlerindeki taze çiçekler sıklıkla ziyaret edildiklerinin göstergesi. Ölülerine bizden daha çok saygı gösterdikleri kesin...


Krakov’a ulaştığımızda akşam olmuştu. Zaten üç buçuk olmadan hava kararıyor. Otelimizi bulduk, yerleştik, bir taksiye atlayıp merkeze yollandık.


Noel dolayısıyla Polonya’nın tüm kentlerinin o devasa meydanlarında, bizdeki Ramazan Sultanahmet’ine benzer panayırlar kurulmuş, Krakov’da da aynısını gördük. Çoğunluğu yiyecek ve hediyelik eşya satıcılarının bir hayli müşterisi var. Ancak sahuru bekleyemeyip(!) sekiz olmadan hepsi kapatıp evlerine çekiliyor ve etraf ölü sessizliğine bürünüyor. Kışın diğer aylarında çok daha derin sessizliğin hüküm sürdüğünü tahmin etmek zor olmasa gerek.


Ünlü Tuz Madeni


Sabah erkenden kalkıp Wielicka’daki Tuz Madenine gidiyoruz. Burası ve toplama kampları turistlerin Krakov’u ziyaret etmesinin en önemli sebebi. Türkiye’den tur yapan az sayıdaki şirketin programlarında da bu ikisi var.


Sadece tuz madenine yılda bir milyon turist gidiyormuş. Auschwitz- Biskenau kampını ziyaret edenler ise 14 milyon. Türkiye’nin yıllık turist sayısının 23 milyon, İstanbul’un 7 milyon olduğu göz önüne alınırsa, rakamın ciddiyeti daha iyi anlaşılacaktır.


Tuz Madeni gerçekten görülmeye değer... Yerin 135 metre altına girdiğimde her ne kadar yusuf yusuf ettiysem de, değdi doğrusu. Ömrümde ilk defa bir madene iniyordum. İçeride tuz kayalarından yapılan oldukça güzel heykeller, dehlizler, galeriler, tuz gölleri var. Hepsi de birbirinden ilginç.


Enteresan bir şey öğrendim. O tuzlu suya atlanıldığında, suyun kaldırma gücünden dolayı insan suya batmıyormuş. Buna rağmen 1900’lü yılların başında, madeni ziyarete gelen Avusturya askerleri, tuz nehrinde kayıklarıyla yüzerken, fazla yükten dolayı alabora olmuş ve yedi asker boğularak ölmüş. Sebebi suda batmak değil, devrilen kayığın altında havasız kalmakmış... Laz fıkrası gibi, değil mi!!!


Tuz madeninde lokanta ve kafeler de mevcut. Hatta bir de kilisesi var. İlginç bir evlilik yapmak isteyenler sıklıkla burayı tercih ediyormuş, zira tuz sadakatin simgesiymiş. Bizdeki kadınlar bunu bilse, yemeğe tuzu basar, bütün erkekler hipertansiyon olurdu...


Auschwitz-Birkenau Nazi Toplama Kampı


Tuz Madeninden sonra toplama kamplarının bulunduğu Oswiecim’e doğru sürüyoruz arabamızı. Doğrusu Polonyalılar, turistik önemi bu kadar büyük bir bölgeye yeterli yatırımı yapmamışlar. Yollar berbat! Her tarafta tamirat, delik deşik asfalt. Doğru dürüst levhalar hak getire.


Buna rağmen düşe kalka buluyoruz yolumuzu...


Auschwitch-Birkenau kampı, I ve II. Kamp diye iki bölümden oluşuyor. Aralarındaki mesafe üç kilometre kadar. Birinci kamp aynı zamanda müze. İkisinde de giriş ücreti alınmıyor, sadece otopark bedeli isteniyor.


Almanya, Polonya’yı işgal ettiğinde, esir aldığı askerleri I. Kampta toplamış. Sonra, onlara II. Kampı inşa ettirerek, diğer esirleri, Sovyet, Çek, Macar ve Fransız askerleri ve Yahudi halkını yerleştirmiş.


Ziyarete II. Kamptan başlıyoruz. Kışın o soğuğuna rağmen yüzlerce turist var içeride. İlk dikkat çeken binlerce dönüm araziyi çevreleyen dikenli teller, nöbetçi kulübeleri ve barakalar. Her barakada üç katlı ranzalarda en az 400 tutuklu barındırılıyormuş.


Gezdikçe, esir askerlerin; genç yaşlı, erkek kadın tüm Yahudilerin ve insanlığın imha edildiği gaz odaları, çocuklar üzerinde sözümona tıbbi deneylerin yapıldığı bölümler, ölülerin yakıldığı alanlar, idam sehpaları geliyor önümüze. Bu nasıl bir vahşettir, insan olan bunları nasıl yapar, şaşırıyoruz.


Her tarafta “Lütfen Sessiz Olun!” uyarıları... Orada hayatını kaybedenlerin ruhlarının huzurunu bozmamak için... Atmosfer müthiş kasvetli, hüzün verici... İnsanlığa karşı işlenen bu büyük suçu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Ne kadar engellemeye kalksanız da, göz yaşlarınıza engel olamıyorsunuz...


Başınız önde... Dudaklarınız titriyor... Bildiğiniz tüm duaları gönderiyorsunuz o insanların ruhlarına... O dönemdeki zulme neden bu kadar tepkisiz kaldığı, yakarışları neden duymazdan geldiği için sitem ederken, insanlığın bu dramı bir daha asla yaşamaması için Tanrıya yalvarıyorsunuz sessizce...


Ömrümde ilk defa bir yerde konuşmadan, etraftakilerle şakalaşmadan durabiliyorum. Ayrılırken içim buruk... Bu dramı ancak başka acılara engel olarak unutturabilirdi insanoğlu. Nerde! O tarihte orada zulme uğrayanların evlâtları, şimdi Filistin'de başkalarına eziyet etmekten geri kalmıyor. Veya Avrupa’nın tam ortasında, Auschwitzt’den birkaç yüz kilometre ötede, Bosna’daki katliama, o acıları yaşayan Avrupalı uzun süre tepkisiz kalıyor.


Naziler, çoğu kere kurşun ya da gaz harcamamak için esirleri yan yana yere yatırıp üzerinden kamyonla geçerek öldürmüşler...


Hans Frank isimli bir Alman askerin sözleri hiçbir yorum gerektirmeyecek netlikte her şeyi ortaya koyuyor: Öldürülen her yedi Polonyalı için bir poster yapmak isteseydim, bu ilanlar için gereken kağıdı üretmeye Polonya ormanları yetmezdi...


Zavallı insanların imdat çığlıklarını bir tek Tanrı duyabilirdi; ama onun bile sağır, kör ve dilsiz; belki de biçare kaldığı, güç yetiremediği yerdi burası. Kiliselerde ve Ağlama Duvarı önünde yapılan bütün dualar boşa gitmiş; insanlar adeta duvara konuşmuşlar.


Koşulların dayanılmazlığını aradan geçen 60 yıla rağmen hissetmek mümkün. Çaresiz insanlar, kaçamayacaklarını bildikleri halde, sırf daha acı fazla çekmemek için dikenli tellere hücum etmişler. Orada, nöbetçilerin kurşunlarıyla, çektikleri ve çekebilecekleri tüm acılar sona ersin diye...


Kampın ve müzenin kapanış saati olan 15.00’te mecburen ayrılıyoruz. Bilseydik, en az bir tam gün ayırırdık. Birkaç saatte bitirilebilecek gibi değil...


Diğer Polonya Kentleri


Hiç duraklamadan kuzeye doğru Wroclav’a hareket ediyoruz. Oradan Poznan’a, sonra Lodz’a ve tekrar Varşova’ya geçerek, Polonya’yı dairesel bir turla boydan boya gezmiş olacağız. Bazı kentleri mecburen atlıyoruz. Ama gezdikçe edindiğim kanaat şu: Varşova ve Krakov dışındaki tüm kentlerde, bu iki şehre benzer özelliklerden farklısını bulmak söz konusu değil. Belki de bundan dolayı Türkiye’den giden tur şirketleri, programlarına yalnızca bu iki kenti dahil ediyorlar.


Ülke boydan boya... Kuzeyden güneye, doğudan batıya dümdüz... Tüm Polonya devasa bir ova sanki... O kadar ki, nehirler bile akacakları yönü bazen şaşırıp oldukları yerde öylece, “Yahu biz hangi tarafa akıyorduk?” diyerek kalakalıyorlar.


Polonya kentlerinin en temel özelliği girişinin bir dert; çıkışınınsa daha da büyük bir dert olması. Otomobille şehirlerarası seyahat çok zor. Kısacık mesafeler saatler sürüyor. Ülkenin sadece batısında, Katowice ile Wroclav ve Poznan’la Lods arasında otoban var. Diğer her tarafta gidiş gelişli yolu kullanmak zorundasınız. Yollar o kadar yoğun ki, öndekini sollamak imkânsız. Bir TIRın peşine takılıp tıngır mıngır sürmekten başka çare yok. Bir de Avrupa’nın tüm TIRları sanki bu ülkede. Kelimenin gerçek anlamıyla adım başı bir TIR çıkıyor önünüze. Otoyollar, ara yollar, kavşaklar her taraf TIR dolu.


Kentlerin giriş ve çıkışlarında her yüz metrede bir önünüze çıkan trafik ışıkları, bıktırıcı olmaktan ötede isyan ettirecek seviyede. Kente girişle merkeze ulaşmak arasında geçen süre nerden baksanız 45 dakika. Aynı durumla çıkışta da karşılaşıyorsunuz...


Bu arada futbolun ne kadar önemli bir olay olduğuna bir kez daha tanık oldum. Polonya’nın tüm kentlerini futbol takımlarının isimlerinden anımsıyorum. Katowice, Poznan, Lodz, Wroclav, Krakov...


Tüm kentlerin bir başka özelliği devasa meydanları. Büyük küçük fark etmiyor, hepsinde en az Taksim Meydanı genişliğinde büyük alanlar bulunuyor. Etrafta kafeler, restoranlar, dükkânlar...


Uluslararası markalar her köşeyi işgal etmiş durumda. Bizde de farklı olduğu söylenemez ama hiç olmasa arada yerel markalarımıza da rastlıyoruz. Polonya’da yerel olan sadece birkaç restoran...


Fiyatların makul olduğunu duymuştum. Hiç değil. Hatta giyim Türkiye’nin yüzde 30-40 üstü, yiyecek ve elektronik başa baş...


Polonya Kilisesi


Polonya’da kiliseyi beklediğim kadar ihtişamlı bulmadım. Önceki Papa, yani Papa II. Jean Paul’ün Polonyalı olması; sosyalizmin yıkılmasında işçi sınıfı, özellikle de tersane işçileri kadar rol oynaması; 1979’daki ziyaretinde bir milyon Polonyalının sokaklara düşüp onu karşılaması bende bu beklentiye sebep olmuştu. Oysa ne sokaklarda bir din görevlisi gördüm ne de kiliselerin önlerinde. Ülkede; İtalya, İsviçre, Almanya, Fransa’daki ve nerdeyse tüm diğer Avrupa kentlerindeki şatafatlı ve devasa kiliseleri de bulunmuyor. Diğer Avrupa kentlerinde her yarım saatte insanın beynini delercesine çalan çan seslerinden de eser yok. Çan sesi bir kez Poznan’da geldi kulağıma, o da yarım yamalak çaldı, çalmadı. Besbelli zangoç kıçıyla yanlışlıkla değmiş olmalı...


Muzip Resepsiyonist


Wroslaw’daki otelde internete bağlanmada sorunla karşılaşınca resepsiyonu arayıp yardım istedim.

"Bir dakika, " dedi telefona bakan kız, "Şimdi concierg'i gönderiyorum."

Concierge kapı görevlisi demek. Bu işi o nasıl halledecek? diye sormak aklımdan geçmedi, zira insandan tasarruf etmek için bir kişiye birden fazla görev yüklenmesine Avrupa'nın her ülkesinde ve her iş kolunda rastlanıyor.

Birkaç dakika sonra kravatlı, takım elbiseli concierge çıkageldi, bilgisayarımda birkaç programa girdi, sorunu çözdü. Çıkarken de, başka bir problemle karşılaşmam halinde doğrudan kendisini arayabileceğimi söyledi.

“Ben otel müdürüyüm de...”

Nostaljik Komünizm Turları

Polonyalılar şimdilerde komünizmden turistik ve ticari kazanç yollarını da bulmuşlar. Adına “Komünizm Turları” dedikleri turlar düzenliyorlar. Dileyenlerin www.CrazyGuides.com adresinden kayıt yaptırabileceği turlarda, turistlere komünist nostalji yaşatıyorlar. Eski bir bina ve eski bir otomobilin resminin basıldığı kızıl yıldızlı simsiyah broşürlerin üzerinde “Çılgın rehberler eşliğinde tur, ” diye duyuru yapılıyor.

“Stalin’in Krakov’a hediyesi olan Doğu Bloku Trabant Otomobili Nowa Huta Bölgesi ve Çelik Tesisleri”ne yapılacak seyahatte deneyin. İdeal komünist kente tek özel tur” cümlesiyle duyurulan tur programı şu şekilde:

“1970’lerin komünist işçisi tarafından havaalanında karşılanacak; tuzlu ekmek, turşu ve votka ikram edileceksiniz. Şoförünüz geleneksel Polonya selamını verdikten sonra Trabant otomobilinizle otelinize götürecek sizi

Bir demirci gibi ellerinizi hazırlayın ve at arabasıyla köyünüzü veya komünizm apartmanınız ziyaret edin... Komünizm çağı restoranında yemeğinizi yiyin...

Rehberinizin hikâyeleri sizi eski mutlu günlere geri götürecektir yoldaş!”

Diğer detayları, İngilizce olarak hazırladıkları ilginç web sayfasında bulmak mümkün (

www.crazyguides.com

) E, biraz paraya kıyacaksınız haliyle, ama o kadar cep yakan türden değil, 120 ile 200 Zloty arası, yani bizim paramızla 70-110 YTL kadar bir şey. Ama illa da bando mızıka da isterim, derseniz, o zaman ilaveten bir 500 Zloty bayılacaksınız.
Polonya ile Türkiye’nin Mukayesesi


Ülkemizle kıyaslama yaptığımızda bizden bir hayli geriler. AB’ne bu kadar erken kabul edilmeleri herhalde Almanya’nın diyet borcundan dolayı olsa gerek. İnsanların üzerinde, sosyalist dönemden kalma o miskinlik silinmiş değil. Aşırı derecede yavaş ve temkinliler. Örneğin otelden çıkış yapmamız her defasında en az yirmi dakika sürdü. Bilgisayarları var ama her tuşa düşünerek basıyorlar, sonra doğru bastım mı diye önce tuşu kontrol ediyorlar, sonra ekrana göz atıyorlar. Bizdeki pratikliğin zerresine sahip değiller...

Binalarını, yollarını, kentlerini yukarıda anlatmıştım. Eski Yugoslav Cumhuriyetlerinden ve Bulgaristan’dan bir adım önde, bizden birkaç adım gerideler...

Bu haliyle bünyesine Polonya’yı kabul ettikten sonra, Türkiye’yi hâlâ bekletmesinin sebebini, ekonomik gerilik veya yasalardaki uyumsuzluk dışında aramak gerek.

Polonya Sokaklarında Türkler

Avrupa’da Türklerin ve Türkçe’nin en az rastlandığı ülkelerden biri Polonya. Buna rağmen birkaç turistle karşılaştık. Hele biri çok ilginçti. Bir self-servis restoranda sıramı beklerken, arkamda, kız arkadaşıyla elli ve sözlü şakalaşan bir genç dikkatimi çekti. İngilizce konuşuyorlardı ve tipi bölge insanını andırıyordu. Sarışın, ince, uzun boylu...

Yanımdaki sıra açılınca oraya geçtiler. Çocuk, kasiyerin göğsündeki karttan ismini okudu ve...

“David! Bana salata ver, ” dedi.

Bir kasiyer ya da garsonla, güzel ülkemin insanı dışında hiç kimse böyle samimi konuşmaz. Dayanamadım.

“Nerelisiniz?” diye sordum İngilizce...

Yanılmamışım...

“İstanbulluyum, ” dedi.

Ayak üstü sohbet ettik. Ticaretle uğraşıyormuş, bir yıldan beri Varşova’da yaşıyormuş...

Bütün kentlerde “KEBAB” levhalarına rastlamak mümkün, ancak bu tür restoranları Türkler değil, Tunuslular işletiyor. Bir tek Lodz’da Fatih Servet isimli bir dönerciye rast geldim. Sahibi bir Türk, çalışanlar Polonyalı. Ve ömrümün en güzel dönerini Polonyalı ustanın hünerli elleriyle kestiği bu lokantada yedim..

Sonuç

Sonuçta, seyahati sevenler için Tuz Madeni ve Toplama Kampları mutlaka görülmesi gereken yerler. Ayrıca Varşova da oldukça güzel bir kent, ama bir Prag, bir Paris, Brugge, Luzern, Utrecht... hele hele bir İstanbul asla değil. Zaten diğer Polonya kentlerinden Poznan dışındakileri ziyarete değecek cazibede bulamadım. Poznan’da konaklamayı planlamıştık ama BM, sanki bizim gideceğimizi bilmezmiş gibi, Çevre konferansı için bu kenti seçtiğinden hiçbir otelde yer kalmamıştı...

 
Toplam blog
: 173
: 2173
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..