Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Aralık '08

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Ne biber ne hançer: Aşk acısı!...

Ne biber ne hançer: Aşk acısı!...
 

Ağlarken uyuya kalırsın çoğu zaman, karmaşık rüyalar uykunda seni yorar, uyandığın ilk anda uykuya daldığın an gibi, yine o vardır aklında!

Gördüğün rüyalar ile umutlanabilirsin, ille de umutlanmak ister çünkü insan! Ağlamaya devam da edebilirsin, çok özlemişsindir!

Rüyanda güzel bir kadın ile de birlikte olduğunu görmüş olabilirsin sevdiğin adamın, için uykuda bile kanırmış, onmayan yaraların azmıştır…

Ya da, silkinme zamanıdır dersin, yeni bir gün, sana inat güçlüyüm!

Hep onu düşünerek giyinirsin, ya ona inat dekolte bir bluz mesela, ya en sevdiği elbise…

Kendinden çok emin çıkabilirsin yola, “Tamam artık bittin sen, geldim üstesinden!” de dersin, bir araba, bir söz… Önünden geçilen bir ev… Un ufak etmeye yeterlidir! Ne iş yerinde oluşun, ne sokaklar ne de dolmuşlar sana engel olamazlar, bir demir yumruk gelip oturmuştur yüreğine, boğazın yangın yeri, yutkunmak kafi değil, ille de boşalacaktır gözyaşları…

Yaşama tutunmaya çalıştığın her anı içinden onunla paylaşırsın, “Şu halimi görse gurur duyardı benimle!” dersin, o güç ile cesareti arttırırsın, “Aslında o da seviyor eşek gibi ama gel gör ki gururu engelliyor bana bunu söylemeyi!”

Allah’ım, bu nasıl bir inançtır, hiçbir konuda gösteremediğimiz oranda ne büyük dirençtir, yerle bir olsak da, ille de aşkımızın karşılıklı olduğuna dair bir delil aramakta ısrar ederiz, ille bahaneler üretir, ille dışarıdan gelen etkilere yükleniriz!

“Aramak istiyor ama gururu engelliyor, tabii haklı, çok kırdım onu!”

Aranılmaya alışılan saatler bir ayrı cehennemdir: Göz ve akıl hep telefondadır, bir tarafı çalmasını bekler insanın, diğer tarafı beklersem çalmaz endişesi ile istemiyormuş gibi davranır…

Çalmamakta inat edince, “Arasa da buluşmazdım zaten!” diye kendine yalan söyleyerek hayal kırıklığı ve acı soğutulmaya çalışılır!

Soğutmaya çalıştıkça yalandan bir güce bürünür, aşk değil artık benimkisi, hesap sorma vaktidir diyerek parmaklarınız telefonun tuşlarında birer pençe misali dolanır!

Ahh… Her bir arama yeni bir spazm oluşturur!

Karşıdaki kişinin “Alo” sundan, etraftaki seslerden, tepkilerinden yeni senaryolar doğar, her bir senaryo acı ile yoğrulmuştur tabii ki!

Yumuşak bir konuşma yapsa karşı taraf, yüzünde güller açmıştır kadının, ama bu güller birkaç saat sonra aniden solacaktır!

İlk andaki sevinç yerini kızgınlıklara, endişelere bırakacaktır!

Adam yüzüne kapamamıştır telefonu, sinirlenmemiştir de, ama “Aşkım!” da dememiştir! Sesler vardı, yanında kimler vardı? Onlara hissettirmemek için mi benimle böyle ılıman konuştu?

Offf… Off… Tavşan dağa küsmüştür, dağın haberi yok durumları!

Biz kadınlar şunu bilemiyoruz, genlerimizde olmadığından belki de: Bir erkek gidiyorsa gidiyor, özlüyorsa arıyor, sevildiğini bilen bir erkek bir nedenden ötürü gurur yapsa bile enikonu o kadını istiyorsa bir yolunu bulup yamacına yerleşiyor!

Ahhh… O kadınsı haller, aşk acısını bir broş gibi yakalarında onurla taşırlar!

Ne parmaklarına sahip olabilirler, en ufak bir arama nedeni söz konusu olduğunda, ki sanırlar adamlarında akıllarında, kendilerinde olduğunca, hep varlar, ve gözyaşlarında!

Hayaller aşık olunan adama çalışır, rast gele karşılaşmalar düşünülür, o karşılaşmalarda kadın pek şıktır, pek özgüvenli, bu hayallerde hep ağırdan satar kendini kadın, adam hayran hayran kendisine bakarken…

Sonra…

Aşk acısı, adı üstünde! Bir çıyan gibi zehirini boşaltmak isterken, bir kuğu gibi süzülerek etkilemek ister!

Bir yanı başını göğsüne dayamak ister, bir yanı parçalamak!

En çok da kendine kızar!

Gün içinde beş yüz kez “Tamam artık, bitti! Ne hali varsa görsün!” der, akşam saatleri hafiften ürpertir içini, gece en onmaz yaraların doruk noktasıdır! Duruma göre nefretmişçesine, ya da aşk ateşi ile boğuşulur!

Anılar tekrar gözden geçirilir, kaç bininci kez, her seferinde inanılması güç bir optimistlik ile hep en romantik anlar anımsanır!

Ortak dinlenen bir müzik eşliğinde, yine aslında onun da aşık olduğuna karar verilir!

Ahh… Hep kafasını karıştıranlar vardır, aslında onun kalbi de sizi aramaktadır! Kim bilir şu an aşk acısından ne haldedir? Ağlıyor da olabilir, yüzü yok, arayamaz da beni… Ahh sevgilim, bensiz kim bilir ne acılar içindesin?

Yine parmaklar duramaz, en tanıdık tuşlara basar...

Çok değil, iki saniye sonra “Şeytan görsün yüzünü!” moduna da kolaylıkla geçilebilecektir!

Offf içim sıkıldı vallaha, o bitmez med-cezirler, o kendini kandırmalar, acı çektiren bir insanı ilah gibi görmeler…

Geçiyor şekerler, vallaha da billaha da geçiyor!

Ama, yaşamadan geçmiyor, yok onu yap, yok bunu demenin anlamı yok, acıyacağı kadar acıyor, fena acıyor, yaşarken katlanılması pek bir güç oluyor, candan can kopar gibi… Et tırnaktan ayrılır gibi oluyor…

Bizi bizden alıyor!

Ne kişiliğimiz, ne değerlerimiz, hepsi varlığını yitiriyor da, bir adamın gözünden açılan pencereden kendimize bakıyoruz!

Ne pencereler var demeyeceğim, varlar ama aşk acısı çekerken bunlar ilaç değil, hatta bu laflar sinir bozar!

Gerçekleri gösteren dostlarımıza gönül koymamız nedendir sanıyoruz, istiyoruz ki “O da sana deliler gibi aşık!” denilsin, oysa dost gerçeği söyler, kırmadan, usul usul…

Mesela der ki: Tatlım, sandığın gibi olsaydı, yanında olmaz mıydı?

Ama iç sesinle ama dış, hep bir bahanelerin vardır! Bu özel ilişkiyi nasıl anlasın!

“Bildiğin gibi değil ama bizim durumumuz şekerim!”

İçten içe kızarsın, savunmak istediğin ilişkinin tutulur bir yanını görmüyorken mantığın, duygularının esareti belki de en çok seni tedirgin edendir ama canın öyle acıyordur ki, görmek, bilmek istemezsin!

“Bunu hak etmedim!” sendromları baş gösterir, bir süre sonra, hah, kabuk tutma aşamasına gelinmiştir derken… Bile bile kabuklar koparılır, yaralar iltihaplanır, al baştan yine!

Yine kabuğu olgunlaştır, yine kanırt!

Kanat ve sızan kandan ya utan ya da keyif al!

…….

Sonra komik geliyor bu anlar, deliymişim diyorsun, gözlerini bağladığın bant açılıyor bir vakit gelip, pudra şekeri serpmeye çalıştığın tüm sakil anları görüyorsun zamanla! Kendine fazla kızma!

Yaşanılması gereken şeyler vardır yaşamda, bir basamağı atlarsak olmaz, Ahmet Haşim’in dediği gibi: Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden!

Acıya, yanıla… Yaşaya yaşaya…

Aşk acısı çekenlere hiçbir önerim olamaz, yaşamadan geçmediğinden gayrı!

Sünnet çocukları nasıl ki olgunlaşmak adına katlanıyorlarsa acılarına, aşk acısı da öyle bir şey işte, olgunlaşmak adına içimiz acıyarak yaşayacağımız bir dönem!

Bedensel acılara oranla daha uzun sürüyor, demirden eller yüreği amansız sıkıyor, kargaşalarımız, kaygılarımız, umutlarımız ve dahi kişilik oluşumlarımız helmeleniyor, acılar geçiyor ve biz büyüyoruz ama sonuçta!

Sonra bir güneş doğuyor, puslu günlerden, karanlık gecelerden deneyimliyiz, güneş doğru yerden doğuyor ve doğru yansıyor!

Gerinerek uyanıyorsun bir sabaha, yemin ederim öyle, bir sabah gerinerek uyanacaksın!

Dertop olmuş bedeninde ruhunun yansımasına inat!

Bir bacağını bir tarafa atacak, bir kolunu diğer tarafa ve farkına vardığın yaşamsal aktivitelerinin keyfine varacaksın!

Sen, seni düşünmeye başlayacaksın nihayetinde, ondan ziyade!

Aşk acısının sönmeye başladığı anlardır, itiraf ediyorum, bir süre sonra önce salaklığına üzülüyor insan, sonra acımaya başlıyor karşı tarafa, işin ilginci, göreyim diye neredeyse adaklar adadığımız adam aklımızdan da çıkıyor, hani hayalini kurduğumuz rast gelişler vardı ya, hani tam da on ikiden vuracaktık, yüreğine oturtacaktık! Umurunda bile olmuyor insanın!

İnanılmaz gibi gelse de, vallahi aklınıza bile gelmiyor!

Gelse de aklınıza, “Ahhh… Diyorsunuz, ne salaklık yapmışım!”

……..

Yaşayıp, deneyimlemek gerek, ağlayın, sızlayın! Bir o tarafa gidin, bir bu tarafa, çalkalanmadıkça kıvamı bulamıyoruz!

Aşk acısını tam anlamıyla yaşayalım ki, daha güzel, daha keyifli aşklara kucak açalım!

Her iki cinsin her bir deneyimi öyle bir noktada buluşur ki bir anda, tüm acılar birer armağan olurlar!

Eee… Bu da yaşamın cilveleri…

Duygularımızı olduğunca yaşamak bir başka basmağa hazırlıyor gibi geliyor bana, hiçbir şey demeyeceğim, üzülüyorsan üzül şekerim, ağlıyorsan ağla, omuzum bak burada, ısrar etmem gel de omzumda ağla!

Yaşayarak öğreneceğiz eninde sonunda!


Gülgün Karaoğlu
Aralık,04/08

 
Toplam blog
: 1269
: 1343
Kayıt tarihi
: 18.09.07
 
 

İzmir, 1963 doğumluyum. Dokuz Eylül Üniversitesi İngilizce bölümü mezunuyum ve özel bir şirkette ..