Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Haziran '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Ne mutlu ki perdesi ölene dek inmeyenlere

İş hayatında birçok insandan duyduğum bir söz var: “Ekmeğimin yalakasıyım ağabey”. Yani ona buna yağdanlık olmanın, kişiliğini, şerefini ve onurunu satmanın sözde gerekçesi ya da kılıfı. Yaratan bana hiçbir zaman ekmeğimin ya da herhangi bir şeyin yalakası olmayı nasip etmedi, inşallah da etmez ömrüm boyunca.

Sosyal hayatımızda ilişkiler, doğru olarak kabul edilen değer yargıları, önem atfedilen olaylar ve olgular inanılmaz basitleşti. Paranın tüm kapıları açtığına dair olan inanç inanılmaz şekilde -bir gerçekmiş gibi- yüzlerimize çarpmakta.

Dostluğun yerini menfaat ilişkileri, aşkın yerini seviyeli birliktelikler(?), birlikte yaşamalar, Zeki Müren'lerin yerini kötü taklitleri, Erol Evginlerin yerini şıkıdımcılar, Sadri Alışık'ların yerini ona buna küfrederek ve aşağılayarak komiklik yaptığını zannedenler, imam bayıldıların yerini suşiler, suzinakların yerini rap müzikler, onur ve şerefin yerini ise menfaat ve para aldı maalesef. Üç tane yetmişin üzeri ihtiyar yan yana gelince hep bu muhabbetler yapılır değil mi? Ama ben de aynı şeyleri söylüyorum işte inadına, otuz üç yaşındaki ben de...

Çok sık düşünmüşlüğüm vardır, keşke bir kırk sene önce gelseydim şu dünyaya diyerek. Ve adım kadar eminim ki bizden sonraki gelecek kuşaklar da bizim yerimizde olmak isteyecekler. Hayat şartlarının onca gelişmesine, ortalama yaşam süresinin artmasına ve genel hayat refahı düzeyinin yükselmesine rağmen önceki kuşaklarımıza göre çok önemli hasletlerimizi kaybettiğimize inanıyorum.

Bir şeye daha inanıyorum ki insan asosyaliteye kaymamak ön şartıyla isterse yine en yüce duyguları yaşayabilir. Hani lise yıllarında özellikle kızların tuttuğu hatıra ve anket defterleri vardır, öğretmenlerine ve arkadaşlarına yazdırırlar o defterleri. Kaç hatıra defterine yazdığımı, kaç anketi doldurduğumu hatırlamıyorum bile. İşte o anket soruları içinde tipik bir soru vardır: “Hayat felsefeniz nedir?” şeklinde. Başından sonuna ezberci bir eğitim sisteminin kurbanı olmuş ve hepsi birer “homocopiens” halini almış Türk gençliği bu soruya cevap verir: “Hızlı yaşa genç öl, cesedin güzel olsun”. Kardeşim, yedi yaşından on yedi yaşına kadar –aslında üniversiteyi de dahil edip yirmi bir yaşına dek- savaş tarihlerini, çarpım tablolarını, periyot cetvelini, hasan iki salak osman dördün sülfirik asit olduğunu, ağrı dağının kaç metre yüksekte olup lut çukurunun ise kaç metre yerin dibine geçmiş olduğunu ezberlemekten başka bir şey yapmamış, hiçbir olayın öncesini sonrasını rahatça tartış(a)mamış, kimse kendisinden bir proje hazırlamasını, bunun için araştırma yapmasını, bunu sunmasını istememiş Türk gençliği ne felsefesinden bahsedecek allahaşkına?

Felsefe demek düşünmek demektir. Beyniyle düşünüp, yüreğiyle hissederek felsefi dünyasını yaşar insan denen mükemmel varlık. Felsefe kelimesi eski Yunanca akıl ve sevgi kelimelerinin birleşmesinden türemiş bir kelimedir.

O anketlerin bir diğer sorusu da aşk üzerinedir: “Sizce aşk nedir?”. Benim zavallı “homocopiens” gençliğim cevabı yapıştırır hemen: “Aşk bir sudur iç iç kudur” ya da “Aşk bir otobüstür ama son durakta inmesini bilmek gerekir”. Ah zavallı “Televole aşkları” yaşayan ve gerçek aşkın efsunuyla efsunlanmamış kardeşlerim, insanlarım ah! Size desem ki: “Aşk, akrepsiz ve yelkovansız saatlerin kadranında yaşanır. Zamanı yoktur, kural tanımaz, zemini ayaklarınızın altından kaydırır ve sizi alır yerden yere çarpar, sonra da bir köşeye fırlatır atar”, eminim ki: “hıı!!!” diyeceksiniz.

Hayatım boyunca aşk kelimesinin yerini doldurmaya çalışan ya da niyet eden kelimelere savaş açtım içten içe, ağzıma almak istemedim hiç onları, bana kimse “flört, çıkmak, erkek ya da kız arkadaş vs” kelimelerini kullandırtamadı. Kullandıysam da aynen şimdi olduğu gibi hep böyle tırnak içinde kullandım. Aşk için en beğendiğim tanımlardan birini de yüce insan Hz.Mevlana yapmış: “Aşk, geçmektir”. İşte Mevlana bu yüzden Mevlanadır. Bakar mısınız, hadi kim kendine güveniyor ise iki kelimeyle böyle derya kadar geniş şeyler anlatsın. Aşk geçmektir kardeşim daha ötesi yok, aşk geçmektir, nokta.

Aşık olduğun kadın için, adam için, vatan için, bayrak için, din için, Allah için, mürşid için, yoldaş için, değerler ve idealler için ya da her ne ise her şeyinden geçebiliyorsan aşk var demektir. Düşün, muhakeme et, tart kendini ve en ufak bir yerde “ama, fakat” bile diyor isen lütfen boş konuşma. Aşkı gerçek aşıklara bırak ve dön “homocopiens”lerin yanına.

İki genç kız sigara dumanından gözgözü görmediği bir “cafe-bar” da dertleşiyordur: “Ah canım birden anladım ki, ben Tankut'u sevmiyormuşum O'na aşık olmadığımı anladım”. Diğeri manikürlü tırnaklarının en ucunda tuttuğu ince uzun sigarasından aldığı nefesi ağzında tutup, içine çekemeden tekrar tavana doğru savurtturduktan sonra çok bilmiş bir edayla: “Ama Ayça'cığım sizin çok seviyeli bir birlikteliğiniz vardı, sizin flört ilişkiniz herkesin dilindeydi canımcım, bence bir kez daha denemelisiniz”. Söyler misiniz bu diyaloglar sizce günde kaç defa yaşanıyordur bugün? Bak Ayça'cığım sen Tankut'a aşık olmadığını anlamışsın ama bence senin asıl anlamadığın konu aşkın anlamı. Aşk, öyle bugün anlayıp yarın anlayamayacağın, bir kere daha deneyebileceğin –gömlek dener gibi-, üzerinde uzun uzun düşünüp kararlar alabileceğin falan bir şey değildir a canım, şekerciğim(!). Aşk insana tokat gibi çarpar, düşünmesine, zamanlamasına, yeniden denemesine falan izin vermez. Başlaması gerektiğinde başlar ve bitmesi gerektiğinde de biter. Senaryosunu kendi yazar, dekorunu kendi oluşturur, kostümlerini kendi hazırlar, ışığını kendi ayarlar, seyircisi bugün ve gelecek zamanlarıyla tüm insanlıktır...Biz sadece elimize verilen senaryoyu oynarız. Oyun tek perdeden oluşur. Perde kalkar başlarız, perde iner biteriz.

Ne mutlu ki perdesi ölene dek inmeyenlere...

 
Toplam blog
: 898
: 3759
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

İzmir'de yaşıyorum.    Çok uzun yıllar öncesinden başlayıp, hiç ara vermeden bugünlere kada..