Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ekim '19

 
Kategori
Kültürler
 

Ne Umdum, Ne Buldum


“Özgür değilsin. Senin bağlı bulundun ip,
öbür insanlarınkinden biraz daha uzun…
Hepsi bu kadar!..”

Nikos Kazancakis
(Zorba)

                Çok iyi bildiğiniz gibi, 1923’ten 1930’a kadar “Harf Devrimi” başta olmak üzere, çok önemli devrimler gerçekleştirir Atatürk.

                1930’dan sonra da boş durmaz. Yüzyıllardır ihmal edilmiş, dahası horlanmış olan Türkçe’ye ve “Türk tarihi”ne de el atar.

                1932’de “Türk Dil Kurumu”, sonra da “Türk Tarih Kurumu”nu kurar.

                “Tamam, ben görevimi yaptım. Resmî olarak bu cemiyetleri (dernekleri) kurdum. Başkanlarını, üyelerini seçtim. Ödeneklerini verdim. Bundan sonrası onların işi” deyip köşesine çekilmez.

                1927’de TBMM’de okuduğu “Büyük Nutku”nda da görüldüğü gibi, Osmanlıca’yı çok iyi bilir; çok iyi kullanır. Ama O’nun çok iyi bildiği bir şey daha vardır:  Arapça ve Farsça’nın egemenliği altındaki bu dilin, Türk halkı ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Öyleyse?..

                Öyleyse, hiç vakit kaybetmeden, dilimizi yabancı dillerin egemenliğinden kurtarmak gerekirdi. Ülkemizi, yabancı ordulardan kurtarıp bağımsızlığımızı nasıl kazanmışsak, yabancı sözcükleri atıp yerine Türkçelerini koyarak dilimizi de özgürlüğüne kavuşturmalıydık.

                Bunun için, yabancı Türkologların da katıldığı “Türk Dili” ve “Türk Tarihi Kurultayları”nı toplar; dilimizi olduğu gibi tarihimizi de enine boyuna tartıştırır. Bu kurultayları baştan sona dikkatle izler.

                Bununla yetinmez. Akşamları sofrasına yazarları, şairleri dil ve tarih bilginlerini davet edip geç vakitlere kadar yeniden tartıştırır bu konuları.

                Atatürk’e yaranmak isteyen bazıları, O’nun bu ilgisinden yararlanmak ister. Bunun için, “Güneş-Dil Teorisi” diye bir şey uydururlar. O teoriye göre, “Dünyadaki tüm diller Türkçe’den türemiştir.” Dahası, “Dünyadaki tüm uluslar da Ortaasya’dan göç eden Türkler”dir!

                Atatürk’e yaranmak isteyenlerden biri de İstanbul Valiliği’nin, o zamanlar “İstanbul Mektupçusu” denen Yazı İşleri Müdürü Osman Bey’dir.

                Bu açıkgöz de, “Herkes bir şey uydurup göze girmeyi biliyor. Benim başım kel mi?” deyip, “Arapça’daki ‘ekere’ mastarının bizim ‘ekmek’ fiilinden alındığını”  keşfediverir! Tutar, bu konuda bir makale döşenir. Bununla da yetinmeyip bu keşfini İstanbul Valisi olan öğrencisi Muhittin Üstündağ’a anlatır.

                Osman Bey, onca yıllık devlet memuru olduğu halde henüz bir ev sahibi bile olamamış; Beykoz’da ucuz bir evde kiracıdır.

                Bir gece yarısı, kapı çalınır. Eşi cumbadan bakıp Osman Bey’i uyandırır. Gelen davetsiz konuk, Atatürk’ün bir yaveridir. Kendisini “Acar” adlı deniz motoru ile Florya Köşküne götürecektir. Yanına “ekere” makalesini alarak hemen hazırlanmasını ister.

                İyi de, Osman Bey’in Cumhurbaşkanı’nın karşısına çıkacak kalitede bir elbisesi yoktur. “Ne yapalım?” diye düşünürlerken çeyiz sandığındaki eski redingot gelir akıllarına. Onu giyip güzelce de bir tıraş olduktan sonra, makaleyi de cebine koyup çıkarlar yola.

                Biraz endişelidir Osman Bey ama Florya’daki oturumda Vali Muhittin Üstündağ’ın da olduğunu öğrenince rahatlar.

                Acar motoruyla yapılan uzun deniz yolculuğunda birçok hayaller kurar: “Ey Osman!” der, kendi kendine, “Yıldızın parladı artık. Ünün duyulacak; bunca yıl kavuşamadığın bir eve bile sahip olacaksın belki. Hatta hanımın, çok eskimiş mantosunu da değiştirebilecek.”

                Köşkte ilgi ile karşılanır. Atatürk iltifat eder kendisine. Sofra kalabalıktır. Vali’nin yanında açılan bir koltuğa oturur. Hem içilir, hem sohbet edilir.

                Öğrencisi olan Vali, O’nun içmediğini bildiği için kadehine su koyar. Böylece, sanki susuz rakı içiyormuş gibi gösterip kendilerine katılmasını sağlar. Ve Atatürk’ün bir işareti ile sohbet kesilir. Sıra “ekere makalesi”ne gelmiştir.

                Osman Bey ayağa kalkar. Uzak gözlüğünü çıkarıp yakın gözlüğünü takar. Cebinden makaleyi çıkarıp okumaya başlar.

                Aradan bir iki dakika geçmiş ya da geçmemiştir ki, Atatürk ayağa fırlayıp, “Bu ne rezalet, bu ne küstahlık!” diye bağırarak dolaşmaya başlamasın mı?

                Ne olduğunu anlamaya çalışan herkes çok şaşkındır. Ve en başta Osman Bey tabii…

                Vali Üstündağ, O’nu usulca masadan uzaklaştırıp kapıya doğru götürür.

                Neden kızmıştır Atatürk, bilir misiniz?

                Osman Bey’in elinde tutup okuduğu makale, “eski yazı” dediğimiz Arap alfabesiyle yazılmış meğer.

                1928’e kadar 47 yıllık ömründe hep Arap alfabesiyle okuyup yazan Atatürk, harf devrimi yapıldıktan sonra, bir daha o alfabeyi hiç kullanmamış, kimsenin de kullanmasına göz yummamıştır.

                Uzaktan dikkatle bakınca görür ki, Osman Bey’in okuduğu makale Arap alfabesiyle yazılmıştır. “İstanbul ilinin yazı işleri müdürü böyle bir saygısızlığı nasıl yapabilirdi; seçkin konukların bulunduğu böyle bir sofrada?”

                Devrimlerden geri dönüşü önlemek için çırpınan bir lider, nasıl olur da hoş görürdü bu özensizliği!

                Ne olduğunu hâlâ anlayamadan süklüm püklüm köşkten çıkarken, Atatürk’ün şöyle kükrediğini duyar Osman Bey:

                “Bu yaşlı Osmanlıların hepsi bize ihanet ediyor. Bütün mektupçular da böyledir herhalde. Bunlardan kurtulmalıyız!”

                Florya Köşkü’nden ayrılırken kimse ilgilenmez O’nunla. Para çantası da, buraya gelirken değiştirdiği eski giysilerinde kalmıştır. Gecenin ortasında yapayalnız ve beş parasızdır Florya’da. Nasıl gidecektir, şimdi Beykoz’a?

                Bir ev hayaliyle gelmişti buralara. Bırakın evi, memuriyeti de gidecek gibi görünüyordu elden. Yaya olarak Bakırköy’e kadar yürür. Toz, toprak ve tam bir moral çöküntüsü içinde, tanıdığı kaymakamın evine gider.

                Şaşırır kaymakam ama iyi karşılar O’nu. Kahvaltı yapar. Ne olup bittiğini anlatmaz, anlatamaz. Biraz borç alıp kaymakamdan Beykoz’a yollanır. Eşi, yılgın ve yıkık görünce kocasını, ne olduğunu sorar telaşla.

                “Sonra anlatırım.” deyip yatmak ister. Uzun süre uyuyamaz ama. Öğleye doğru uyandırır eşi. “Karakoldan çağırıyorlarmış seni!” deyince, “Eyvah! Tutuklanacağım galiba…” deyip iyice endişelenir.

                Oysa,  Vali Muhittin Üstündağ merak edip aratmıştır. “Kendisi yüzünden çok sevip saydığı öğretmeninin başına gelenlerden duyduğu üzüntüyü bildirip” özür diler. Osman Bey:

                “Boş ver, olan oldu. Sen bana bizim memuriyetin de gidip gitmediğini söyle!” der.     Gitmediğini öğrenince rahatlar.

                Hürrem Arman, “Piramidin Tabanı – Köy Enstitüleri ve Tonguç” adlı eserinde anlattığı bu öyküyü, İstanbul’da İlköğretim Müfettişi olarak görev yaptığı yıllarda (1934 – 1938), Osman Bey’in kendi ağzından dinlemiştir.

                “Ne ummuştum, ne buldum” diyen Osman Bey, öyküsünü anlattıktan sonra, şöyle bitirir sözlerini:

                “Atatürk haklıydı. Sersemlik bende. Biraz da beni uyarmadığı, bana hatırlatmadığı için bizim Vali Bey’de.”

                Bu öyküde olduğu gibi, evdeki hiçbir hesap çarşıya uymuyor; değil mi?

Hüseyin Erkan

huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

              

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..