Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Şubat '08

 
Kategori
Felsefe
 

Ne yazarsak...

Ne yazarsak...
 

Kucağımda kırmızı kapaklı bir defter öylece boşluğa bakıp kalemin arkasını dişleyip duruyorum. Tadı berbat. Aklımdaki öykü ise karmakarışık. Adamın ve kadının mutlu bir sonu mu olsun yoksa ikisi de acının (belki de dünyanın gerçeğinin demeli) içinde kaybolup sönüp gitsinler mi karar veremiyorum.

Adama ve kadına tuhaf tuhaf işler yaptırıyorum. Zaman zaman ikisi de deliriyor. Zaman zaman dünyanın tam da istediği gibi uslu çocuklar oluyorlar. (belki de sürünün parçası demeli) Onları istediğim saatte uyandırıyor istediğim saatte zaman ve mekan farketmeden uyumalarına neden oluyorum. Bazen çok zekice sözler edip etraftakileri şaşırtıyorlar bazen de öyle aptal oluyorlar ki kendi aptallıklarına bile şaşıp kalıyorlar.

Kalemin arkasını dişleyip dururken bana kızıp kızmadıklarını düşünüyorum. İşin tuhafı acıyorum onlara. Çünkü ipleri elimde olan kuklalar gibiler. Kendi başlarına atacak adımları kendi kalplerinden süzülüp havaya karışacak kelimeleri yok. Hatta ben istemeden aşık bile olamıyorlar. Ben bir zalim miyim?

Tüm bu aslında var olmayan sadece aklımın içinde yaşayan insanları (var olmadıklarından nasıl emin olabilirim ki? Belki dünyanın adını bile bilmediğim kentinde tıpatıp aklımdaki gibi iki insan şu an nefes alıyordur.) düşünüp dururken aklımda korkunç bir fikir canlanıyor. Boşluğa takılmış gözlerim faltaşı gibi açılmışken, kocaman olmuş gözlerimin içinden yavaşça aklıma süzülüyorum.

Beyin... Ya beyin bize kendi hayatlarımızın öyküsünü yazmamız için verilmişse? Ya biz ne yazarsak onu yaşıyorsak? O zaman yazabilme, yaratabilme gücümüz ölçüsünde iyi bir hayata mı sahip oluyoruz demektir? Hiç olmadı mı "tam da istediğim gibi..." dediğimiz şeyler? Kendi isteklerimize inandığımız ölçüde mi istediklerimize sahip oluyoruz? Peki yaşadığımız acılar? Hangi insan evladı acıyı yaşamak ister ki? Ama şu da var insan meraklıdır. Herşeyi her duyguyu bilinçli ya da bilinçsiz yaşamak ister. Belki acı da bunlardan biridir.

Tamam. Herkesin mutlu bir hayat istediğini ve düşüncelerini o yönde biçimlendirdiğini varsayalım. Mutlu ve huzurlu, sakin bir hayattan sıkılıp mutsuz olan insanlar yok mu? O insanlar içlerindeki keşif ve macera duygusuna yenilip tüm mutluluklarını bozmuyorlar mı? Ve bizler dışarıdan bakanlar onlar için "rahat battı" demiyor muyuz?

Ya böyleyse? Ya hayatımızın her günü kendi yazdıklarımızın ürünü ise? Ya İbn Arabi'nin dediği gibi "dünya bir yanılsama" ise? Yanılsamayı bizler yaratmıyor muyuz? Olanı değil yazdığımızı aklımızın içinden geçeni algıladığımız anlamına gelmez mi bu?

Düşün... Düşün... Düşün... Her gün bir sayfa yazıyorsak, bir yılda 365 sayfa eder. Bir defter yani yaşanmış olan 365 sayfa. Elimde 35 defter var demektir. Bu defterleri açıp tek tek bakmak mı gerekir şimdi? Peki önümde duran boş sayfalar? Aklımın içindeki bu görünmez deftere bugün ve gelecekte olmasını istediklerimi yazarsam eğer onlar benim gerçeğime mi dönüşecek? Omuzumdaki ipler beynime bağlıysa. Bu korkunç bir fikir...

Bu doğruysa eğer sevinmeli mi üzülmeli mi? Kaybedilen 35 defterde yazanlara kahrolmalı mıyım? Yoksa önümde duran sayısını bilmediğim defterlerin boş sayfalarına bakıp mutlu mu olmalıyım? "Geçmiş yok geçmiş yok gelecek var." Hep böyle demez miyim?

Emin değilim. Hiç bir zaman da olamayacağım. Ama ya doğruysa. O zaman bu boş sayfalara ne yazmalı?

Fotoğraf: http://oxygenbreather.deviantart.com/art/Hand-Writing-29860821


 
Toplam blog
: 408
: 1090
Kayıt tarihi
: 17.06.06
 
 

Gazetecilik okudum... Ama gazeteciliği sırf yazabilme serüvenine bir adım daha yaklaşabilmek için ok..