Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ağustos '15

 
Kategori
Felsefe
 

Neden güleriz? Neden kızarız?

Neden güleriz? Neden kızarız?
 

*Gülsek mi, kızsak mı?

İnsan davranışları açısından "gülmek" ve "kızmak" birbirinin zıddı iki davranış şekli midir yoksa bunlar kardeş midir?

Dışarıya yansıtma şeklimiz farklı olsa da bu iki davranış şeklimizin beynimizdeki oluşma süreçleri birbirine benzer.

İyi de o zaman neden bazen güleriz de bazen kızarız?

Önce gülmeden başlayalım. Neden güldüğümüzü hiç düşündünüz mü?

*İnsan neden güler?

Denir ki bütün insan davranışları gibi gülme de beyinden gelen bir "gül" komutuyla gerçekleşir.

Beyin ne zaman ve neden gülmemizi emreder?

Bir örnekle açıklamaya çalışalım.

Birisi bize bir fıkra anlatmakta olsun. Biz de ilgiyle dinliyor olalım.

Fıkra anlatılırken, beynimiz, fıkranın gidişine göre bir noktada fıkraya kendince bir son, bir bitiş öngörür ve öyle sonlanacağını varsayarak ilgisinin bir kısmını başka alanlara yöneltir. Bir taraftan da anlatılanı dinlemeyi sürdürür.

Fıkrayı anlatan son sözünü söylediğinde beyin bir karar verir. Ya kahkahalarla güldürür bizi ya da ya da nezaketen tebessüm ettirir.

Neden?

Örneğin daha iyi anlaşılabilmesi için önce beynimizin yaradılış özelliklerinden kısaca söz etmeliyiz.

Beynimiz hiç durmayan ve durdurulamayan bir makinedir biliyorsunuz. Açma-kapama düğmesi yoktur. Hep açıktır. Üstelik çoğu zaman bizim kontrolümüz altında da değildir. Bağımsızdır. Kendi amaçlarımıza hizmet etmesi için, örneğin bize ders anlatılırken, onu bir süreliğine zapt edip, anlatılanları öğrenmesi için dinlemeye yönlendirebiliriz. Bu süre 15-20 dakikayı geçemez. Süreyi uzatmaya çalışırsak kaçar gider. Biz sınıfta oturuyor olsak da o orada değil, çok uzaklardadır artık.

Herhangi bir zaman ve mekan sınırlamasına tabi değildir. Bildiğimiz ölçü birimleriyle ölçülemeyecek kadar da hızlıdır.

Birisine anlaması gereken bir şey anlatıyorsanız sözü uzatmayın bir, hala orada olduğundan emin olun iki.

Fıkraya geri dönersek; beyin bir öngörüde bulunmuştu. Eğer anlatım beynin öngördüğü şekilde biterse tepkisi hafif bir gülümseme şeklinde olur. Dudak bükerek, gururla, "bunda gülünecek ne var, ben zaten böyle biteceğini bilmiştim" der geçer.

Anlatım beynin öngördüğü şekilde bitmezse beyin gülme kumandası verir. Gülmenin şiddeti beynin öngörüsüyle anlatımın sonu arasındaki farklılıkla doğru orantılıdır.

Sonuç öngörülenden ne kadar farklıysa gülme o kadar şiddetli olur.

Beyin aslında kendine güler. "Nasıl oldu da bunu tahmin edemedim" der. Gülerek öngörüsündeki kendi başarısızlığını kendine unutturmayı amaçlar. Diğer bir deyişle gülerek kendi kendini teselli eder. Avutur.

Aynı olgu komedi filmi veya tiyatrosu izlediğimiz zaman da geçerlidir. Ne kadar sürpriz o kadar kahkaha.

Sonuç olarak gülmenin dış etkenlerle değil kendi içimizdeki yapılanmayla bağlantılı olduğu sonucuna varabiliriz.

Dış etkenlere bağlı olsaydı herkes aynı şeylere aynı şiddette gülerdi.

Buradan gülmenin insanın kendi beyin gücüyle orantılı olduğu sonucu ortaya çıkar. Beyinlerimizin düşünme hızları farklı olduğundan güldüğümüz şeyler, gülme eşiklerimiz, farklıdır. Birimize komik gelen bir şey diğerine gelmeyebilir. "Bunda gülünecek ne var" ya da "çok komik neden gülmüyorsun" sözlerini duymuşluğumuz hep vardır.

Beraber gülebilen insanların beyin güçleri benzerdir. Beraber gülemeyen insanlar uzun süre birlikte olamazlar. Eski Türk filmi repliklerindeki gibi, dünyaları farklıdır.

Beyin kapasitesi daha sınırlı olan insanlar olur olmaz şeylere gülerler. Hızlı düşünen beyinler daha seçicidir.

Bunu bilen şov programı yapımcıları kendilerine bir hedef kitle belirler. Programlarını bu kitlenin güleceği esprilerle, yani onların seviyesine göre, hazırlarlar.

Bir toplumun ortalama beyin gücünü anlamak için kullanılabilecek en iyi ölçü o toplumda yaygın olarak seyredilen şov programlarındaki esprilerin niteliğidir.

Bu tür programlarda genellikle söyleneni anlamayan veya yanlış anlayan "aptal" insan figürü kullanılır. İnsanlar onun yeteneksizliğine gülerler. Oysa güldükleri aslında kendileridir. "Bak ben anladım ama o hala anlayamadı o halde gülmek hakkım, ben ondan daha iyiyim." der beyin.

Neye gülüp gülmediği insanın sosyal dokusuyla da ilgilidir.

Dünyanın her yerinde cinsellikle ilgili espriler güldürmenin temel araçlarındandır.

Cinselliğin tabu olmadığı toplumlarda cinsellik güldürme amacıyla daha az kullanılır çünkü bu tür espriler insanların fazla ilgisini çekmez.

Kapalı toplumlarda ise cinsellik bu alanda daha yaygın kullanım alanı bulur. Cinselliği çağrıştıran ama sosyal baskılar nedeniyle açıkça söylenemeyen şeyler çift anlamlı sözler vasıtasıyla ima yoluyla tüketime sunulur. Söyleyen de izleyen de o sözün cinsel çağrışım amaçlı kullanıldığını bilir ama bilmezden gelir.

Söyleyenle dinleyen arasında bu konuda karşılıklı menfaate dayanan dillendirilmemiş bir anlaşma vardır. Bu bir danışıklı dövüştür.

Dinleyenlerin menfaati, bastırılmış olan, cinselliği konuşma güdülerinin, kendilerini  "edepsizliğe" bulaştırmadan tatmin edilmesidir. Bunun şekilsel bir kaçınma olduğunu herkes bilir ama umursamaz. Kapalı toplumlarda şekil şartı çok önemlidir ve her şeyden önce gelir. Şekil şartı sağlanmışsa gerisi önemsizdir.

İşin edepsizlik yükünü şovcu üstlenir.  Kapalı toplumun uyanık şovcusu, imalı söz ve  yaklaşımlarla cinselliği izleyenlere hayal ettirmesi karşılığında servetine servet katmaya devam eder.

Anlaşma budur.

Görünüşte herkes bu tür şov programı yapanları ayıplar ve onları "edepsiz" olarak niteler ama gerçekte onlar çok sevilir ve seyredilirler. "Edepsiz" sözcüğü, söylenme şekline bağlı olarak, dilimizde hoş görülen boyutta "ahlaksızlığı" tanımlar ve bu niteliğiyle içinde bir sevecenlik unsuru da barındırır.

Dinleyenlerin davranışını insanın kendi içine yönelik bir "iki yüzlülük" olarak tanımlayabiliriz. Kendisine karşı tutarlı olmak ; dürüst, vicdanlı, kendi kendisiyle barışık, olgun insanın işidir. Tutarlı davranabilmesi için insanın içi ile dışı diğer bir deyişle özü ile sözü bir olmalıdır.

Unutmayalım, cinsellik YARADANIN içimize yerleştirdiği ve çıkarıp atmamız mümkün olmayan bir içgüdüdür. İnsanlar değerleriyle içgüdüleri çeliştiğinde her zaman içgüdülerine uymak zorundadırlar çünkü öyle yaratılmışlardır ancak kapalı toplumlarda bunu itiraf edemezler.

Aksini savunmak YARADANIN insanı yaratış özelliklerini inkar etmektir.

 Araç olarak ne kullanılırsa kullanılsın, gülmenin temel kuralı değişmez.

Gülme, beynin öngördüğü ile karşılaştığı olgu arasındaki farktan kaynaklanır.

*Gülmek mutlulukla ilintili midir?

Duruma dayalı gülmelerin kişini mutlu olup olmamasıyla ilgisi yoktur.

Mutlu insanın beyni de mutsuz insanın beyni de, duruma dayalı olarak gülebilir.

Bu gülme gelip geçici bir durumdur.

Mutluluk ise kalıcı ve sürekli bir ruh halidir.

Mutlu insan "güler yüzlü" olarak tanımlanabilir. İç huzuru simasına yansır.

O kendisi mutlu olduğu için herkesin mutlu olmasını ister. YARADAN bizi dünyaya gönderirken her birimize ayrı ayrı; "en ideal kulum sensin, seni diğerlerine örnek olarak yarattım, git herkesi kendine benzet" demiştir.

"Akıllar pazara çıkmış, herkes koşa koşa gidip kendi aklını satın almış" derler bizim köyde.

Mutlu insan da, YARADANDAN aldığı buyruk doğrultusunda herkesi kendisine benzetmeye çalışır.

Herkesin kendisi gibi mutlu ve güler yüzlü olmasını ister. Bu nedenle, diğer insanların da kendisine karşı öyle davranacaklarını varsayarak, herkese karşı güler yüzle davranır.

Herkes O'na karşı güler yüzlü olmaz elbette. Her çeşit insan var. Mutlusu var mutsuzu var.

Davranış şeklimiz içimizin huzurlu olup olmamasıyla ilgilidir.

İç huzurumuzun mutlak olduğu yegane dönem çocukluk dönemidir.

Hiç bir yetişkin iki yaşın altındaki bir çocuk kadar saf ve güzel gülümseyemez.

İki yaşından itibaren çocuğun beynine format atmaya başlarız. Formatlama ailede başlar, okulda ve çevrede devam eder.

O'na iyi-kötü, doğru-yanlış, ayıp gibi kavramları öğretmeye başlarız. Bir taraftan da istemeden; yalan söylemeyi, hile yapmayı öğretiriz.

Yaradılıştan gelen saflık azalmaya başlar.

Sonuçta mutlu veya mutsuz bir insan ortaya çıkar.

İyi de "bu temel kavramları öğretmeyecek miyiz" diye sorabilirsiniz. Öğreteceğiz elbette ama öğretirken dikkat edeceğimiz öyle çok konu var ki.

Çocuk söylenilenlerden daha çok gördüklerinden öğrenir. Doğru davranış şekilleri görürse doğru şeyler öğrenir.

En önemlisi korkuya dayalı öğretmeden kesinlikle kaçınmamız gerekir. Korku çocuğun, diğer bir bakışla, geleceğin yetişkinin mutsuzluğunun başlangıcıdır.

Çocuk davranışlarını zorla değiştirmeye çalışmak önemli bir yanlışımızdır. İkna esas olmalıdır. Zorlamalar çocuğun içine kin ve nefret tohumları atar. Bu tohumlar bir gün mutlaka yeşererek nefrete ve şiddete dönüşür.

Şiddet ve nefret kime karşı gösterilirse gösterilsin, hangi yaşta ortaya çıkarsa çıksın, sorumlusu, çocuğa zamanında zorla bir şeyler yaptırmaya çalışan ailesi, öğretmeni ve çevresidir.

Gülme ve gülümseme konusunu burada bırakalım. Konudan fazla uzaklaşmayalım. Kimseyi kızdırmayalım!

*Neden kızarız?

Kızmanın da gülme gibi değişik versiyonları vardır. Anadolu'da "canım burnumun ucunda" diye bir söylem vardır. Severim bu deyimi. Günlük bezginlikleri, hayat yorgunluğunu anlatır.

Gelip geçici hoş bir kızgınlığı tanımlar.

ALLAH selamet versin annem bu sözü kullanırdı. Yedi çocuk başında, elde yok avuçta yok. Bahçe işi var, inekler var, koyunlar var. Bir de biz gidip o kadar işinin arasında mahalle maçı için bizim takıma forma dikmesini istediğimizde bize söylerdi.

Söylerdi de sonra dayanamaz bir araya sıkıştırıp dikerdi yine.

Duruma dayalı kızgınlık ise bir pişmanlık ifadesidir. Gülme eyleminde öngörüsü gerçekleşmeyince kendisini gülerek avutan beyin öngördüğü kötü bir olgu gerçekleştiğinde kızarak kendini cezalandırır. Neden önlem almadım der? Ben bunu engelleyebilirdim der. Dövünür.

Kızma da gülme gibi içimizdeki yapılanmadan kaynaklanır. Dışsal değil içseldir.

Bazı toplumlarda gülünen söz ve davranışlar başka bir toplumda cinayet nedeni olur.

Sosyal doku, beynimize atılan format, kızacaklarımızı ve kızmayacaklarımızı belir

Bazı insanlar ise hep kızgındır.

Onlara halk arasında "huzur bozan" denir. "Bozan" yerine çoğunlukla başka bir kelime kullanılır ve yerine cuk oturur ama onu ben burada yazamam. Sosyal yönden kapalı bir toplumun ferdiyim ne de olsa.

Şekil şartını yerine getirmek zorundayım.

Bilenler bilmeyenlere söylesin.

Bu tür mutsuzluğun temel nedeni çocuklukta beyne atılan formattır.

Çocuk aşırı baskı altına alınmış, zorla istemediği şekilde davranmaya zorlanmış olabilir.

Aşırı baskı çocuğun kişiliğini yok etmiş, çocuk kendisinin değersiz olduğuna inandırılmış olabilir.

Bu durumdaki çocuk büyüyünce de mutsuz olur.

Kendisi mutsuz olan insan, herkesi kendimize benzetme temel buyruğumuz uyarınca, diğer insanları da mutsuz görmek ister. Etrafında mutlu insan görmeye dayanamaz.

"Ben değersizim" (elbette ki öyle değildir ama O öyle olduğunu düşünür) "o halde bana kızın der" beyin, herkese kızdığında karşılığında herkesin de kendisine kızacağını ve böylelikle mutsuz olmak ister çünkü mutsuzluğa programlanmıştır.

"Ben bu kadar mutsuzken insanlar nasıl mutlu olabilir, Nasıl gülüp oynayabilir" diye düşünür ve elinin erdiği gücünün yettiği alandaki herkesi mutsuzlaştırmaya çalışır.

Mutsuzlukta eşitlik sağlamaya çalışır.

Bu tür insana güler yüzle davranmak sorunu çözmez. Güler yüz gördükçe öfkesi daha da artar. Artar, artar, artar ta ki karşısındaki kendisine kızıncaya kadar.

Kendisine kızılması O'nun içini bir ölçüde rahatlatır ama mutsuzluğuna çare olmaz. Mutsuzluğu sürer. Mutsuzluğun bilinen ilacı yoktur.

Denir ki bu tür insanlar etraflarında kızacağı kimse kalmayınca kendi kendileriyle kavga etmeye başlarlarmış.

Karizmatik liderlerin bu ruh halindeki insanlar arasından çıktığı yolunda görüşler vardır. Onlar herkese kayıtsız şartsız hükmettiklerinde kendilerine değer, hayatlarına anlam katabileceklerini düşünürlermiş.

Düşünürlermiş de bu arzuları gerçekleşir miymiş diye sorarsanız tartışılır.

Tarih aksini söyler. Tarihe göre, karizmatik liderler, güçleri arttıkça yalnızlaşmış ve mutsuzlaşmışlardır.

Karizmatik liderler kendilerine araç olarak dini veya milli bir motif seçebilirler.

Eric HOFFER'e göre:  (Kesin İnançlılar)

"Başkalarına karşı kutsal bir görevimiz olduğu düşüncesiyle içimizi yakan inanç, aslında boğulmakta olan nefsimizin en yakında yüzen can yeleğine tutunması gibidir. Elimizin yardım etmek için uzanması gibi görünen hareket genellikle aziz canımızı kurtarmak üzere tutunmak için elimizin uzanmasıdır. Kutsal görev ortadan kaldırılırsa geriye zayıf ve anlamsız bir hayat kalır."

Hayatını kendi kendisiyle uzlaşmaz derecede değersiz ve anlamsız görmedikçe, hiç bir insan, hiç bir amaca bu denli güçlü ve gözü kapalı bağlanamaz. Demokratik olmayan ülkelerde iktidarı ele geçiren politikacıların koltuğa adeta yapışmasının ve ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya çalışmasının nedeni budur.

*Yaşlanmanın etkisi.

Yaşlanınca ne durumda olduğumuza da bakıp konuyu bitirelim.

Hayatta herkesin kendine göre bir hedefi olur.

Yolun sonu yaklaştıkça ister istemez bir sorgulama başlar.

İlahi sorgulamaya bir hazırlıktır bu.

Ne yapmak istedim? Ne yapabildim?

İki türlü cevap olabilir.

"Elimden geleni yaptım. Şükür halime" derse insan, mutlu ve huzurlu olarak hayatının geri kalanını yaşar.

"Hiç bir şey istediğim gibi olmadı" diye düşünürse işimiz var demektir.

"Huysuz bir ihtiyar" ortaya çıkar.

Herkesi huzursuz etmeye çalışır.

Canından bezdirir.

Yolun sonuna geldiğinde;

Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur;
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur.

dermiş geride kalanlar.

Güler yüzlü olsun yaşamınız.

 
Toplam blog
: 82
: 1739
Kayıt tarihi
: 04.05.13
 
 

Emekli pilotum. 1950 yılında Polatlı Çekirdeksiz köyünde doğdum. İlkokulu köyde ve Polatlı'da, li..