Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Ağustos '10

 
Kategori
Sinema
 

Nefes'i doğru okumak

Nefes'i doğru okumak
 

Başımda saçlarım kardır

Deli rüzgârlarım vardır

Ovalar bana çok dardır

Benim meskenim

Dağlardır dağlar


Şehirler bana bir tuzak

İnsan sohbetleri yasak

Uzak olun benden uzak

Benim meskenim

Dağlardır dağlar


Söz: Sabahattin Ali

Müzik: Ali Kocatepe


İlk seslendiren: Sen Ağlama albümünde, Sezen Aksu


Sabahattin Ali, hani şu ünlü ‘Başın öne eğilmesin, Aldırma gönül aldırma’nın yazarı. Hani Nazım Hikmet’le birlikte yıllarca hapislerde sürünen adam. Nazım kaçtı, o kaçamadı. Bulgaristan sınırını geçmeye çalışırken rehberi tarafından öldürüldü.

Bu muhteşem şiirin son üç kıtasını da yazmadan geçemedim.

Kalbime benzer taşları
Heybetli öter kuşları
Göğe yakındır başları
Benim meskenim

Dağlardır dağlar

Yarimi ellere verin
Sevdamı yellere verin
Yelleri bana gönderin
Benim meskenim

Dağlardır dağlar

Bir gün kadrim bilinirse
İsmim ağza alınırsa
Yerim soran bulunursa
Benim meskenim

Dağlardır dağlar

Şimdi yazdığı şiir vatanımızı koruyan komandoların dilinden düşmüyor. Hatırlayacak olursanız Alpaslan Türkeş de bir konuşmasında Nazım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan birkaç dize okumuştu:

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan

Bu memleket bizim

Nazım da memleketine hasret, gurbette öldü. Peki Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet memleketlerini sevmiyorlar mıydı? Hiç hoşgörümüz yok. Hiç anlayışımız yok. Bizim gibi düşünmeyene hiç toleransımız yok. Ama daha sonra mutlaka acısı çıkıyor.

Şimdi şu Türk - Kürt sorununu ele alalım. Toleransı olmayan taraf hangi taraftır? Ve bu işin sonu nereye varacak?

‘Barış’mış. ‘Kan dursun’muş. Bunları kabul etmek PKK’yı muhatap almak demektir. Çünkü mücadele artık Kürtlere karşı değil, PKK’ya karşı verilmektedir. ‘artık’ sözcüğünü bilerek kullandım. Çünkü daha önce tam olarak öyle olmuyordu. Şimdi durum daha açık.

Nefes, eleştirilecek çok yanı olsa da oldukça gerçekçi çekilmiş bir film. Komandolar ve Komando Yüzbaşı üzerinden Türkiye’nin gerçeği anlatılıyor. Nefes’i doğru okumak gerekiyor.

Ben askerliğimi İzmir’de, Narlıdere’de, 1984 yılında yaptım. Türkler gerçekten asker millettir. Bunu askerliğimi yaparken anladım. Şimdi askere gitmemiş olanlar gittikleri zaman anlayacaklar. Askerdeyken bir yakınınızdan bir ses duymak için ölürsünüz. Biri sizi ziyarete gelse, görev için bile olsa sivillerin arasında dolaşsanız, veya arkadaşınızın veya hiç tanımadığınız birinin ziyaretçisini görseniz, içinizde bir şeyler kıpırdar. Onlar gerçek olarak kabul ettiğniz sivil hayatınızdan bir esinti getirir size. O nedenledir ki askerlik bitmeden önce saçlar mümkün oluğunca uzatılmaya çalışılır. Yasak olduğu halde radyo dinlenir. Ben askerlik yaparken cep telefonu yoktu. Şimdi nasıldır kim bilir. Askerde – ne gariptir – çok şey öğrendim. Karakterim değişti. Sonraki yaşantım hiç önceki gibi olmadı. Bugüne kadar sürdü ve devam ediyor.

Askerdeki sınıfım istihkâmdı. Sınıfım belirlenirken bir subay aramızda dolaşmış, “Komando olmak isteyen var mı?” diye sormuştu. Zorunluluktan önce, gönüllüler arıyordu. Sporcu bir insan olsaydım komando olmayı tercih edebilirdim. Ama yaşım zaten otuza gelmişti. Ünlü cerrah Tarık Minkari bir keresinde doktorları iki sınıfa ayırmıştı: Cerrahlar ve diğerleri. Belki barış zamanında, yani seferberlik yokken askerleri de benzer bir şekilde ayırmak gerekebilir: Komandolar ve diğerleri.

Karabal Jandarma Karakolu’na çıkan komandolar bizim içimizden seçilen askerlerdi. Yapımcılar filmin uzun bir bölümünde askerlerin ruhsal yapıları ve yaşantıları ile ilgileniyorlar. Jenerikte Sinan Çatin’in de adı vardı ve birçok harekette onun filme yaptığı etkileri fark ettim. Askerlerin gülsek mi kızsak mı türünden şakalaşmaları örneğin.

Filmin başında Yüzbaşının “Uyursan ölürsün!” temalı konuşmasını filmi islemeyenler bile fragmanlarda izlemiştir. Yüzbaşı o konuşmayı yaptı, çünkü birliği ile karakola geldiğinde nöbetçi asker uyuyordu. Asker öyle yorgun olur ki, değil otururken, ayakta bile uyuyabilir. Ben bunu birebir gerçek olarak gördüm. Nöbetteydik. Arkadaşım elinde silah, çapraz tutuşta yürüken uyudu. Az kalsın yere yıkılıyordu.

Filmde her şey Türk tarafını olumlayacak şekilde olmuyor. Bu da filmi daha gerçekçi yapıyor. Bazı ağır eleştiriler de var. Örneğin yüzbaşının adının Gulan olduğunu sonradan öğrendiğimiz yaralı terörist kızın boğazını sıkması pek onaylanacak bir davranış değildi. Başka birkaç konuşması ile birlikte yüzbaşı için zaman zaman psikopat bir kişilik çiziliyor. Haklı olduğu noktalar var, çok sevdiği üsteğmenin pusuda öldürülmesi gibi. O kötü durumda bankacı asteğmenle konut kredisi üzerine konuşması, bir asker şehit olunca eşinin yaşadığı asker lojmanından çıkartılması devlet adına olumsuz izler bırakıyor. Yazımın tarihini düşmek üzere, şimdi de benzer şeyler olmuyor mu? 102 görev yapmakta olan subay, birkaç gün önce apar topar tutuklanmadı mı?

Film boyunca komandoların özel yaşantıları, sivilde bıraktıkları anneler, sevgililer, terk edenler, düzenli bir biçimde işleniyor. Birileri sürekli iğneleniyor. Belki bunlar bir insanı askerlik yapmaktan soğutabilir. Belki filmin belli edilmemiş böyle bir amacı da olabilir. Çünkü yapımcıların gözünde askerlik gereksiz bir olay gibi gözükebilir. Barış iyidir demek istiyorlar belki. Ben de barıştan yanayım ama hangi şartlar altında? Elmalarla armutları birbirine karıştırmamak gerekir. Komandoların arasında bir de Kürt vatandaş vardı. Annesiyle telefonda Kürtçe konuşuyordu. Yüzbaşının Doktor kod adlı teröristle konuşmasında kaynayıp giden bir sözü var: “Bu ülke hepimizin.” Ben de aynı fikirdeyim. Yine bir parantez açacağım. Osmanlı sevdasında olanlar, gayrimüslimlerin o zamanlar çok rahat yaşadıklarını söylerler. Bu doğru değildir ve ben de Kürtler için o şekilde düşünmüyorum. Şimdi durum çok farklı. Şimdi kişileri koruyan yasalar var. Sivil toplum kuruluşları var. Ama haksızlıklar yine oluyor. Peki haksızlıklar yalnız Kürtlere mi oluyor? Gazeteciler Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Mehmet Haberal ve daha içeride yatan niceleri, bunların hepsi Kürt mü? Şimdi yine gündemde olduğu için soruyorum: 12 Eylül’de yalnız Kürtler mi zarar gördüler? Peki neden hep bu ön plana çıkarılıyor? Anlamıyor musunuz? Değerlendiremiyor musunuz?

Filmin sonundaki çatışma sahnesi çok gerçekçi çekilmiş. Karanlıkta seken izli mermiler görülebiliyor. Ben başta tek karede 28 asker saydım. 40 kişi olması muhtemel. Saldırı sonrası karakolda yalnız üç asker sağ kalıyor. Eminim ki bazı izleyiciler Türk askerler vurulurken sevinçten yerlerinde zıplamıştır.

Yüzbaşı vurulmadan önce bir mahalle arasından görüntü geliyor ekrana. Sek sek oynayan çocuklar… Bir kadın bir apartmanın dış kapısından çıkarken – bu yüzbaşının eşi – bir askeri ambulans kapının önünde duruyor. Kadın ona geldiklerini anlıyor. Eve kaçıyor. Bu arada çatışma devam ediyor. Artık neler olacağını biliyoruz.

Çatışma bittikten sonra yaralı bir PKK’lı silahına ulaşmak isterken bir asker onu görüyor ve silahını doğrultuyor. Bir süre öyle duruyorlar. Sonra vurmayıp silahını indiriyor. İzleyicilerin birçoğu ‘haydi çek tetiği’ demiştir mutlaka. Ben de kendime sordum. Acaba ben olsam tetiği çeker miydim? Bilmiyorum. Ancak şunu biliyorum. Kürtler Anadolu insanıdır. Türklerle en az bin yıl birlikte yaşamıştır ve yaşamaktadır. Aradaki sorunlar ne kadar keskin olursa olsun, Türklerin arasında o tetiği çekmeyecek insanlar çıkacaktır. Sorun bu gerçeği değerlendirebilmektir. Şu soruyu sorun: Kürtlerin Anadolu’nun bir parçasını koparıp ayrı bir devlet kurmaları kimin işine yarar?

Sınırları özel birliklerin bekleyeceği söyleniyor. Bu binlerce yıl önce denenmiş bir uygulamadır ve başarı şansı sıfırdır. Olması gereken şimdi olduğu gibi sürmesidir. Çünkü vatanı ancak gerektiği zaman canını verebilecek insanlar koruyabilir. Avrupalıların tuzu kuru. İçlerinde ve yanlarında terör oluşturacak bir unsur bulunmuyor. O nedenle askerlik de barış süresinde paralı olalbiliyor. Ama biz öyle değiliz. Terör İstanbul’da da oluyor, Samsun’da da. Peki bu özel birlikler nerede durup sınırı koruyacak? Çok büyük tezgâhlar dönüyor, çok büyük.

Bir ülkenin dış düşmanları vardır. Kimler olduğunu bilirsiniz. Ama bir de iç düşmanları vardır ki kim olduğunu kolay kolay bilemezsiniz. Bir zamanlar Osmanlı Devleti zamanında İngilzleri Sevenler Cemiyeti vardı. Dünya Savaşı bittikten sonra İngilizlere yalakalık yaptılar. Ancak soracak olursanız, onlar bu yalakalığı ülkenin iyiliği için yapıyorlardı ve ülkesini en çok sevenler onlardı. Neredeyse ülkeyi satmayı beceriyorlardı. Ama ülkenin sahibinin onlar olmadığını anladılar. Pes etmediler. Uygun ortam ve zaman bulunca yeniden ortaya çıktılar.

Dağda canını ortaya koymuş subaylar terörle mücadele ederken haklarında tutuklama kararı çıkarılıyor. Milletvekillerinin dokunulmazlığı var. Ama subayların yok. Bir ülkenin ordusunu bitirirseniz o ülkeyi de bitirirsiniz.

Kime çattığımı anlayabildiniz mi? Sıfır tolerans devam ediyor.

Ne biçim bir memlekette yaşıyoruz?

1 Ağustos 2010

 
Toplam blog
: 153
: 18932
Kayıt tarihi
: 27.09.09
 
 

Antakya 1955 Doğumluyum. O.D.T.Ü. Mimarlık Fakültesi 1982 Mezunuyum. O zamandan beri firmalarda m..