Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Haziran '12

 
Kategori
Güncel
 

Nefs haykırdıkça vicdan ağlar

Nefs haykırdıkça vicdan ağlar
 

Bu tablo size kürtaj hakkında ne hissettiriyor?


Günlerdir kamuoyu “kürtaj” yani “kazıma” adı verilen olguyu tartışıyor. Bir ay içinde çıkarılacağı söylenen yeni kürtaj yasası hakkında hemen herkesin olumlu veya olumsuz bir fikri mutlaka mevcut. Ve ne yazık ki bu konuda deyim yerindeyse “ağzı olan konuşuyor”. Sezaryen doğumun tartışılmasıyla başlanan süreç kürtaj konusuyla devam ederken, birçok kadın ve erkek bunun kişinin özlük haklarına bir müdahale olduğunu savunuyor ve kadının bedeni üzerinde ancak kadının kendisinin söz sahibi olduğunu vurguluyor.

Bütün bu hararetli tartışmaların, hezeyanların odak noktasında kuşkusuz, çıkarılması gündemde olan ve bir ay içinde yürürlüğe girmesinin kuvvetle muhtemel olduğu belirtilen yasanın içeriğinin ne olduğunun tam olarak bilinmemesi yatıyor. Buna göre; yeni kürtaj yasası ile istemli kürtajın tamamen yasaklanması başta olmak üzere, 1983 yılında yapılmış olan şu an yürürlükte bulunan kürtaj yasasının belirlemiş olduğu 10. Haftaya kadar verilen kürtaj izninin daha alt sınırlara çekilmesi, down sendromu ve benzeri anormalilerin gebelik sırasında tespit edilmesi halinde ailenin gebeliği sonlandırma isteğinin elinden alınması, annenin hayati tehlikesinin söz konusu olduğu durumlarda ve tecavüz gibi istenmeyen cinsel istismarlarla meydana gelen gebeliklerde nasıl bir yol izleneceği konuları herkesin kafasını karıştırıyor.

Şu an ülkemizde yürürlükte olan mevcut yasanın 5. Maddesine göre, “gebeliğin onuncu haftası doluncaya kadar annenin sağlığı açısından tıbbi sakınca olmadığı taktirde ‘istek üzerine’  rahim tahliye edilebilir” denmektedir. Bu maddede belirtildiği üzere onuncu haftadan sonra kürtaja ancak doğum ve kadın hastalıkları uzmanı ve ilgili daldan bir uzmanın objektif bulgulara dayanan gerekçeli raporları ile tahliye edilebiliyor.

Tıbbi, sosyolojik, dini birçok cephesi bulunan bu konu üzerinde aslında konuşulacak çok şey var. Ancak toparlamak elbette zor. Tıbbi açıdan zigot oluştuğu andan itibaren bölünmeye başlayan canlı bir hücre. 21. Günde bir bebeğin kalbi atmaya başlıyor. 120. Günde bebeğe ruhun üflendiği hadisi şerifte belirtiliyor. Saadeti Ebediyye adlı ilmihal kitabında bu durum şöyle özetleniyor; “Dinimizde, özürsüz çocuk aldırmak haramdır, yasaktır. Hele fakirlikten korkarak, rahmindeki çocuğu öldürmek, haksız yere cana kıymak, yani cinayet olduğu gibi, evlat hakkını da tanımamaktır, büyük günahtır. Ananın veya süt emen diğer çocuğun ölümüne sebep olan bir özür varsa, uzuvları teşekkül etmeden çocuk aldırmak caiz olur. Kütüb-i sittedeki, (İnsan, anne karnında nutfe [sperma] olarak 40, aleka [embriyo] olarak 40, et parçası olarak da 40 gün kalır. Bundan sonra ruh verilir) mealindeki hadis-i şerifini de esas alan âlimler, bir özürden dolayı, 1 aydan 4 aya kadar kürtaja izin vermişlerdir. (Redd-ül Muhtar). Başka sebep olmasa da, İslam terbiyesi ile yetiştirememek korkusu özür olur. Yani İslam terbiyesi verememek niyetiyle dört aydan önce çocuk aldırmak caiz olur. (S. Ebediyye)”.

Sosyolojik olarak konuya İslam dini çerçevesinden bakmak gerekirse, kişinin vücudu da dahil olmak üzere bu dünyada herşey Yaradan’ın kuluna emanetidir. Eskilerin bir vefat haberini verirken “Allah emanetini aldı” cümlesini sarf etmeleri keyfi değildir. Şu an bize ait olduğunu düşündüğümüz elimiz, gözümüz, kolumuz ve cümle azalarımız Yaradan’ın bize emanetidir. Ve Yaradan “yemek yerken bile israftan kaçının, az uyuyun, temizliğe dikkat edin” derken hep bu emanete iyi bakmamız gerektiğini vurguluyor. Öyle ki şeker hastası birinin şeker içeren besinleri fazlasıyla yemesinin bile harama yakın olduğunu belirten fetvalar bulunuyor.

Yani pervasızca çıkıp da “bu hayat benim, bu beden benim, bu ruh benim” diyerek kimse aklının estiği gibi yaşama hakkına da selahiyetine de sahip değil.  Allahü teala yarattıklarını koruyup gözetmekte ve başı boş bırakmadığını belirtiyor. Başı boş bırakmamak demek “insanın yaradılış amacını ve nedenini unutmaması” demek. Öyleyse kul olarak vazifemiz neyin emredildiğini bilmekte ve neye göre yaşamımızın çizgisini-sınırlarını ihlal etmemekte yatıyor.

“Kürtaja hayır”çığırtkanlığının arkasında “özgür cinsellik istemi”nin yattığını anlamak için çok zeki olmaya gerek yok. İslam dininde hemen her şeyde olduğu gibi bu konuda da sınırlar belli ve bu tür konular “evlilik müessesi” ile koruma altına alınıyor.

Kürtaj hakkında çıkarılması düşünülen yasanın arka planında elbette evlilik dışı ilişkileri azaltma isteği de yatıyor olabilir. Bu durum birçok kişi için caydırıcı bir hüküm niteliği taşıyabilir. Bununla birlikte bu yasa “genç nüfus artışının sağlanması”nı da amaçlıyor olabilir. Batı dünyasının genç nüfusa ne kadar ihtiyaç duyduğu ve bu konuya ne kadar önem verdiğini anlatmaya lüzum bile görmüyorum. Çoğu zaman genç nüfus, genç beyinler bir ülkenin geleceğinin de aydınlık olduğunun göstergesi de olabiliyor. Ancak bu konu da tartışmaya açık. Zira sadece çocuk yapmakla bir ülkenin geleceği teminat altına alınamaz. Doğru stratejiler, eğitim ve istihdam sağlanmadığı taktirde bu genç nüfus, terör, uyuşturucu, zina ve benzeri etkilerle ülkenin sonunu da getirebilir.

Her konuda örnek alınan Avrupa bu konuda ne düşünüyor diye sorarsanız size 4 Haziran 2012 tarihli Sabah gazetesinin haberini sunmak isterim. Habere göre, AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) kürtaja ilişkin verdiği kararlarda sınırlamayı “meşru amaç” kriterine bağlıyor. Buna göre AİHM, annenin veya cenin sağlık sorunları, annenin hamileliğinde hayati tehlikenin bulunması ve daha iyi yaşam (sağlıklı yaşam) şartlarıyla kürtaj yapılabileceğini kaydediyor ve AİHM, kürtaj yasağının toplumda bir karşılığının olabileceğini belirterek, "keyfi gerekçelerle çocuğun ve annenin hayatının tehlikeye sokacak bir durum olmaksızın yapılacak kürtaja sınırlama getirilebileceğine" ilişkin kararlar veriyor. AİHM, kürtajın yasaklanması konusunda toplumun büyük çoğunluğunun mutabakatının yeterli olacağını da verdiği kararlarda ifade ediyor.[1] Bu haber keyfi gerekçelerle kürtajın, medeniyetin beşiği olarak kabul edilen Avrupa’da bile hoş görülmediğinin bir delili olarak karşımıza çıkıyor.

Muhalif olmak çoğu zaman güzeldir. Toplumsal emniyet sübabı olarak işlev gören muhaliflik elbette gereklidir. Ancak neye-niçin karşı çıkıldığı çok önemlidir. Anne rahmine düştüğü andan itibaren canlı olan ve yaşam hakkı bulunan bir hücreyi aldırmanın, canlı bir çocuğu öldürmekten çok da farklı olmadığının bilincine varmak gerekiyor. Bununla birlikte kişi, (meşru veya gayri meşru şartlarda) atacağı adımları düşünerek atması gerektiğini bu yasa ile bir kez daha sorgulama şansı buluyor. Eğer çocuk istenmiyorsa, bunun en başta önlemlerinin alınması gerektiğinin farkına varılıyor.  Bu bağlamda kürtaj yasasının düzenlenmesi, doğru doğum kontrolü yöntemlerinin gelişmesine de imkan verecek ve kişilerin bu konuda bilinçlenmesini sağlayacak bir uygulamaya da dönüşebilir.

Benim bu konuda tek korkum var. O da bilinçsizce kişilerin istenmeyen gebelikleri kendi yöntemleriyle sonlandırmaya kalkması veya bunu ehil olmayan kişilere yaptırma yoluna giderek hayatlarına mal olabilecek bir yola sapmaları. Bu nedenle bu yasa çıkarılırken konunu başında belirtilen soruların en ince ayrıntısına kadar düşünülmesi gerekiyor. Özellikle tecavüze uğrayan kadınların istenmeyen gebeliği durumunda doğacak çocuklar hakkında kadının rehabilitesinin sağlanması, bebeğin devlet tarafından korunmaya alınıp alınmayacağının belirtilmesi, özürlü çocuk tanısından sonra anne babanın yönlendirilmesi gibi konuların çok iyi bir şekilde masaya yatırılması gerekiyor. Bununla birlikte yine ülkemizde varlığı yadsınamayacak bir töre geleneği vardır. Aynı şekilde istemli veya istemsiz oluşan gebelik halinde annenin töre nedeniyle canının tehlikede olması halinde devletin anneyi koruyup korumayacağının belirtilmesi, nasıl koruyacağı ne tür yaptırımlar sağlayacağı tam olarak netleştirilmelidir.

Kanımca bu konuda en kilit sorunlar bunlardır. Bazı kesimlerin klişe sözlerinin, sokaklara dökülmesinin, veryansın etmelerinin ardına düşüp esas meseleyi kaçırmamak gerekmektedir. Çünkü konu o kadar dal budak sardı ki, artık halk ile siyasiler arasında vuku bulan ağız kavgaları, hakaretler sosyal medyada günlerce gündemi meşgul eder oldu. Konu öylesine laçkalaştı ki, teenager (ergen) dediğimiz kızlarımız bile özgürlük adı altında sokaklara dökülüp çeşitli propagandalara alet olmaya başladılar. İş kürtajla başladı ancak sonuçta özgür cinsellik söylemlerine kadar uzandı ve yine toplum ikiye bölünerek en uçlarda karşı karşıya gelmeye başladı. Kürtaja karşı olanlar gerici, kürtaja evet diyenler modern oldu. Bu konuyu sen-ben meselesine dönüştürmeden, toplumu bölmeden, ahlaki, örfü ve dini kuralları göz ardı etmeden ve bu dünyada bir çocuk sesine hasret onca insanın varlığını unutmadan tekrar tekrar irdelemeli. Ve de en önemlisi, nefsin çığlıklarının vicdanı ağlattığını gözden kaçırmamalı.

Neslihan Sultan PALA

 
Toplam blog
: 35
: 2068
Kayıt tarihi
: 03.09.11
 
 

1970'li yıllarda başlayan yaşam serüvenimde yazmak daima benim için itici bir güç oldu. İstanbul ..