Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ağustos '14

 
Kategori
Siyaset
 

Neo-muhalefet

Neo-muhalefet
 

Neo-muhalefet kavramını anlatabilmek için, öncellikle neo-muhafazakârlığa değinmek gerekiyor: Bilindiği üzere “neo” eki İngilizce kökenlidir ve ülkemizde neo-conservatives, yani kısaca neo-con'larla anılmaya başlanmıştır. Neo-con ile ekonomide liberal politikalar izleyen, ancak kültürel açıdan muhafazakâr tutum takınanlar kastedilmektedir. Neo-con’lar ahlaki dejenerasyona karşı aile, din ve sosyal otorite bağlamında muhafazakâr bir duruş sergilerken, globalleşen dünyaya ayak uydurabilmek için de liberal yani özgürlükçü ekonomiyi savunurlar. Böylece kültürel bağlamdaki gelenekselliklerini, ekonomideki modernlikleriyle dengelemeye çalışırlar.

Bu haliyle neo-muhafazakârlık günümüz İslam dünyasının adeta can simidi oldu ve ülkemizdeki İslam kökenli iktidar tabanında da geniş kabul gördü. Manevi muhafazakârlık ve modern maddiyat ikilisi, dindar kalarak zenginleşebilmenin ve global markalar tüketerek modernleşebilmenin sembolü oldu. Recep Tayyip Erdoğan ve partisini 12 yıllık kesintisiz iktidara ve halk tarafından seçilmiş ilk cumhurbaşkanlığına götüren işte tam da bu vizyondur. Bu yüzden her bir yanımızı tüketim tapınağı AVM’ler ve gösteriş sembolü gökdelenler kapladı. Dindar kesimlerimiz kültürel olarak muhafazakârlaştıkları oranda, ekonomik olarak açılıp saçıldılar. Tüketim iştahları adeta sınır tanımaz hale geldi. “Özgür” alan olarak ilan ettikleri ekonomiye/maddiyata abandıkça abandılar.

İslam dünyasının zenginleri olarak bilinen Körfez Ülkeleri ve Dubai gibi şehirlere bakacak olursak, bu “manevi muhafazakârlık” ve “maddi özgürlük” ikilisinin çelişkili ve de kaçınılmaz birlikteliğini çok daha net görürüz. İslam veya Müslümanlık oralarda şeklen oldukça muhafazakâr hatta tutucu bir görüntü sergilerken, içerikte tam aksine tümüyle modern tüketime hatta israfa yönelmiş durumdadır. Ne yazık ki ülkemiz ve özellikle de güzelim İstanbul’umuz da bu maddi hırstan payına düşeni fazlasıyla almıştır. Tabii ki toplu ulaşım/konut gibi konularda doğru projeler hayata geçirilmiştir. Ancak liberal ekonomik yaklaşımla, şehrin her “boş” veya “atıl” alanı anında rant bazında pazarlanmakta ve çoğunlukla hoyrat bir yapılaşmaya kurban edilmektedir. Vahdettin Köşkü ve korusu da bu hoyratlığın ve gösteriş merakının ne yazık ki en acı örneklerindendir (bkz. “Vahdettin Köşkü’nün katli”). Çelişkili neo-muhafazakârlık anlayışının adeta abidesidir. (“Ulan İstanbul” dizisinin adını hakaret olarak görenlere de şunu sormak isterdim: “Ulan, asıl restorasyon adı altında bir köşkün ve korusunun bu hale getirilmesi değil midir hakaret olan?” Ama tabii bana yakışmaz.)

Neo-muhafazakârlığın diğer çelişkili bir yüzü de, dost veya düşman kabul edilenlerin tümüyle “bağlılık” temelinde kabul görüyor olmalarıdır. Tabii ki farklı hayat görüşünde olanlar Erdoğan ve partisine yakınlık duyup destekleyebilirler. Bu son derece doğaldır. Doğal olmayan, bunun bariz menfaat ve başkalarının hakkını yeme pahasına yapılmasıdır. Doğal olmayan, salt eleştiriyor diye gerçek anlamda dindar ve/veya muhafazakâr olanların anında dışlanıp horlanmasıdır. Doğal olmayan, 40 yaş küçük gencecik kızlarla ilişkiye girip böbürlenenlerle her türlü menfaat birliğine girilmesidir. Doğal olmayan, kadın kahkahasından rahatsız olunurken, en şuh kahkaha atanların iftara davet edilmesidir. Doğal olmayan, gazeteci “ o kadın”ın özeleştirileri nedeniyle yuhalatılması, şovmenci “o erkek”in ise iltifatları nedeniyle yanağının okşanılmasıdır.

Ancak tüm bunlardan öte bambaşka bir çelişki daha vardır: O da salt Beyaz Türkleri veya laikleri tek taraflı eleştirdikleri için makbul kabul edilen Nagehanların, Barlasların, Ardıçların, Mahçupyanların, Bulutların ve daha nicelerinin - mecbur kalsalar - hayat tarzı açısından tek bir saniye bile iktidar ve tabanıyla beraber yaşamaya tahammül edemeyecek olmaları gerçeğidir. Örneğin ben (sadece) kendi adıma, buna tahammül edebilirdim. Daha doğrusu, dini temelde mutlaka ki ortaklaşa paylaşacağım bir şeyler olurdu. Nefes alabilirdim. (Mutlu olur muydum, orası ayrı). Ancak yukarıda andığım isimler nefes alamazdı, manen ölürlerdi. Bu yüzden de kendinden olanlara bu denli “suni” hakaret yağdırmalarını ve bunun neo-muhafazakârlık açısından bir kazanım olarak görülmesi, benim midemi bulandırıyor. Hem de fena halde bulandırıyor.

Bu konuda da yalnız olmadığımı biliyorum.  Benim gibi düşünen birçok insan var, ama en önemlisi bu insanlar salt bir kesime veya dünya görüşüne ait değil. İşte bu yüzden de bu ülkeye mutlaka yeni bir siyaset anlayışı gerek: Totaliter dindar liberal ekonomik tüketim vizyonu sunan neo-muhafazakârlığa karşı, kapsayıcı ve kucaklayıcı sosyal demokrat bazlı alternatif üretim vizyonları sunan bir neo-muhalefet. Bu özlem içersinde olan insanlar da pekâlâ CHP’nin çatısı altında buluşabilirler. Belki de bu bambaşka bir parti olacaktır. Ancak hep belirttiğim gibi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu yöndeki açılımlarını çok yerinde ve doğru buluyorum. Mehmet Bekaroğlu ile görüşmesini de öyle. Bu konudaki her ismi geçmişteki eylem ve söylemleriyle eleştirenlere de, farklı dünya görüşünde olanların birbirlerini tanıdıkça ve yakınlaştıkça, önyargı ve yanlışlarından kurtulduklarını hatırlatmak isterim.  Bu hepimiz için geçerlidir. Ayrıca günümüzde her kesimden insanı ortak sorunlarda ve çözümlerde buluşturabilenler, bana göre en başarılı siyasetçilerdir.  

Bu anlamda muhalefette ve özelliklede CHP’de eksik olan profesyonelliktir. Kılıçdaroğlu’nun sakin ve samimi gözükmesi, tabii ki çok büyük meziyettir. Ancak bu yetmez, altının mutlaka doldurulması lazımdır. Dünkü konuşmasında da Kılıçdaroğlu, yerinde eleştirilerine karşın, hala bir vizyon sunabilmiş değildir. Ancak o vizyonu kendisine rakip olarak ortaya çıkan Muharrem İnce’de de göremiyorum. Hele “uzun adam” polemiklerini çok yanlış buluyorum. Uzun adamın aslını sevenler zaten kopyasına yönelmezler. Uzun adamı sevmeyenler ise bambaşka bir beklenti içersindeler. Genelde CHP ve özelde Muharrem İnce gibi isimler, kendilerine yönelen şehirli kesimlerin hangi değişimi geçirdiklerini ve hangi beklentiler içersinde olduklarını hala çözebilmiş değiller. Bununla ilgili tüm gözlemlerimi, “CHP bu yüzden kaybediyor” adlı yazımda topladım. Belki değerlendirmek isteyen çıkar.

Cumhurbaşkanlığı yemin törenini protesto etmenin, daha doğrusu süreçteki hukuksuzlukları vurgulamanın yolu yine kitapçık fırlatmaktan geçmemeliydi. Her şeye rağmen halkın seçimine ve ülkenin saygınlığına gölge düşürmemeli. Etkin muhalefetin ve sonuçta iktidar olmanın yolunun buradan geçmediği kesin.

Der Spiegel’in  Ahmet Davutoğlu’nun %100 oyla başbakan seçilmesini “rüya gibi bir sonuç” olarak değerlendirmesi, beni her zamanki gibi gülümsetti.

Çok demokratik bir sonuç.

Ancak Muharrem İnce ve arkadaşlarının başkaldırma süreç ve zamanlamasının da profesyonel siyaset ve etkin demokrasi adına soru işaretleri barındırdığı açık.

Bir tarafta salt başörtülüler, diğer tarafta salt başı açıklar.

Bir tarafta tek ses, diğer tarafta gereğinden fazla ses.

Bir tarafta zapturapt, diğer tarafta kargaşa.

Bundan bıkmış olan tek neo-seçmenin ben olmadığıma eminim.

Zuhal Nakay

 
Toplam blog
: 102
: 618
Kayıt tarihi
: 24.08.13
 
 

Mimar / Blog Yazarı ..