Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Kasım '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Nepal gezi notları

Nepal gezi notları
 

07.12.2006 ( İSTANBUL - SHARJAH )

Hindistan’ı gezme arzum uzun yıllara dayanıyordu.Ancak, geçen yıl Çinhindi ülkelerine (Tayland, Malezya, Kamboçya, Vietnam, Laos, Bali, Myanmar) yaptığım geziden sonra Nepal, Hindistan ve Sri Lanka ekseninde bir gezi fikri net bir şekilde oluştu kafamda.

Bun akşam saat 23.00’de Sabiha Gökçen havaalanında, Nepal’in başşehri Katmandu’ya götürecek uçağı bekliyorum. Pasaport işlemleri, güvenlik kontrolları derken, bekleme salonundayım. Saat 02.30’da, sadece beş dakikalık bir gecikmeden sonra, hareket eden Air Arabia uçağı dört saat sonra, Sharjah havaalanına iniyor. İnişten önce, bulutların üzerinde gündoğumunu izlemek, alçalmaya başladığımızda çölün ortasında kurulmuş, muntazam hatlar üzerinde dizilmiş kibrit kutularına benzeyen villaları, bahçelerindeki yüzme havuzlarını, yeni yağan yağmurun kumlar üzerinde oluşturduğu çizgileri izlerken, güzel görüntüler kazınıyor belleğime. Havaalanına inişte, 96 saat Birleşik Arap Emirliklerinde kalabilme imkanı veren, transit vize alma telaşı başladı.Transit vize bankosu görevlisi, pasaportumu alıp, saat 09.00’da vereceğini söyledi. Kalabalığı, insan manzaralarını izleyerek vakit geçirdim, tam zamanında, pasaportumu ve “96 saat vize formunu” alarak, çıkış bankosuna yöneldim. Havaalanında korkunç bir kalabalık var. Araplar ve Hintliler imtiyazlılar, resmen sıra beklemeden işlemlerini hallediyorlar, görevliler de ikazda bulunmuyor. Can sıkıcı ve keyfi uygulamalardan sonra, çıkış işlemlerimi halletmiş olarak, kendimi havaalanının dışına atıyorum.Havaalanının önünde bekleyen otobüslerden biri, Sharjah’daki Rolla Meydanına ring seferleri yapıyormuş. Beş dirhem(AED) vererek( 1 $= 3.67 AED )bilet alıyor ve otobüse biniyorum.Rahat klimalı bir otobüs yolculuğundan sonra Rolla Meydanında iniyorum. Daha önce, internetten aldığım bilgilerle, Al Sharq otelini arıyorum. Ancak, pis odaları, 90 $’lık fiyatı ile hoşuma gitmiyor.Bir kaç otele daha bakıyorum. Olacak gibi değil, hem çok pis, hem de, çok pahalılar. Bugün Cuma, resmi tatil. Rolla Meydanı silme insan dolu. Sharjah; Birleşik Arap Emirliğine bağlı 7 emirlik içerisinde, en sert İslami kuralları uygulayan , Duba’nin aksine daha tutucu, bağnaz bir çizgi izliyor. 1971 yılında İngilizler, Basra Körfezini terk edince yerel kabileler, emirlikler, böyle bir oluşuma gittiler. Sharjah, özellikle Dubai’de devam eden yoğun inşaat faaliyetlerinde çalışanların barındığı bir varoş gibi. Öyle olunca, turistik bir tesis bulmak mümkün değil. Mecburen Dubai’ye gitmeye karar veriyorum. Rolle Meydanından Dubai’ye giden otobüse biniyor ( 5 AED ) ve otellerin yoğun olarak bulunduğunu okuduğum Deira semtinde iniyorum. Deira; Dubai’nin içine, bizim Haliç gibi giren ve Dubai Creek denen koyun sol tarafında yer alıyor. Bir kaç otele girip bakıyor, sonunda Nasser Square meydanında, Al Musalla Caddesi üzerinde; Central Paris isimli bir otelde karar kılıyorum. Nisbeten temiz bu otele 70 $ ödüyorum. Yarım saat dinlendikten sonra, ayağımda botlarım, üzerimde kışlık giysilerim ile, 28 C sıcaklığındaki Dubai caddelerine çıkıyorum. Çünkü; tüm eşyalarımın bulunduğu sırt çantam, Sharjah Havaalanında yarın Katmandu’ya gidecek uçağa aktarılacak. Yanımdaki, küçük çantamda haritalar ve birkaç bisküviden başka bir şey yok. Bir taksi ile Al Maktoumi köprüsünü geçerek ( 15 AED ) Dubai Creek’in karşısına geliyorum.Çünkü, Cuma namazından sonra her yer kapandı. Lokantalar, mağazalar her yer kapalı.Dubai, özellikle Türklerin çok rağbet ettiği ve sırf alışveriş amacı ile geldiği büyük merkezlerle dolu. Burjuman Shopping Mall’e giriyorum, ama bunalıyor, ilk mağazalardan geri dönüp, Halit Bin Velid caddesini boydan boya yürüyorum. Yine bir taksiye binerek ( 13 AED ) Deira City Centre’e geliyor ve buradaki mağazalarda fotoğraf makinelerini inceliyorum. 1/4 oranında fiyat avantajı olsa da; riske girilebileceğini sanmıyorum. Dubai; Malezya gibi, vitrin olma hevesinde gibi geliyor bana, abartılı, hatta şımarık mimarilerin fetişizmden öte bir felsefe, kaygı taşıdığını sanmıyorum. Caddelerin birer tarafı kazılmış, iş makineleri, vinçler durmaksızın çalışıyor. Arap miskinliği yerini, ticari ataklığa bırakmış.Petrol gelirinin sonsuz olmadığını fark eden Araplar, tüm emirlikleri serbest bölge haline getirmişler. Uzakdoğuya uçan yolcular , muhakkak dört-beş saat de olsa, buralarda dolaşıp, dev alışveriş merkezlerinde para harcıyorlar. Gece ilerlemeden, taksi ile otelin bulunduğu Nassersquare’e gelmek istedim. Trafik sıkışmış, lüks arabalar, jipler adım adım ilerliyor. Taksi şöförünün yolu uzattığını anladım, neden uzatıyorsun diye sorunca, bağırmaya başladı, ben de bağırarak terbiyesizlik ettiğini söyledim.Yine de, 11 AED ödemekten kurtulamadım. Cuma saat 16.00’da açılan işyerleri 21.30’a kadar açık. Tümü kalabalık, beyaz entarileri, kefiyeleri ile Araplar ellerinde paketler ile mağazaları dolaşıyorlar. Otele giriş yaptığım öğle saatlerinde sokaklarda in cin top oynuyordu. Oysa şimdi, özellikle elektronik malzemeler satan mağazalara girmek mümkün değil.Merak için bir mağazaya girdim, Canon A 530 fotoğraf makinesı, 2 adet 1 GB hafıza kartı için 312 $ istediler.Oldukça ucuz ama garanti riski var, bu nedenle bir daha Dubai’ye gelmek gerekebilir.Bir marketten yiyecek bir şeyler alıp, otele döndüm. Duş yapmak istedim sular akmıyor, resepsiyonu aradım, derdimi anlattım. Az sonra, bir Arap elinde 1.5 lt.lik şişe suyu ile kapıyı tıklatmazmı? Resepsiyona tekrar telefon açıp, becerebildiğim kadarı ile gereğini söyledim. Akşamın uykusuzluğu, günün yorgunluğu epey yormuş beni. Notlarımı yazıp yatağa uzanmıştım ki; bu kez, çılgın bir müzik başladı. Meğer otelin bodrum katında gece klübü varmış.Davul sesi gümbür gümbür odamın duvarlarında.Uykunun galip geldiği anlarda uyumuşum anlaşılan, sabah yine de, dinlenmiş uyandım.

09.12.2007 ( SHARJAH KATHMANDU )

Saat 07.00’de uyandım. Yanımdaki küçük çantamı alarak otelden ayrıldım. Saat 11.00’de Kathmandu’ya hareket edecek uçağa binmem için Dubai’den Sharjah’a gitmem gerekiyordu. Otobüsle gitmeye cesaret edemedim, uçağı kaçırma ihtimalim var. Bu nedenle yine bir taksiye bindim.Fazladan gezdirmesin diye de, acele gitmesini söyledim, ama durum değişmedi.Terbiyesiz adam, Sharjah’ın varoşlarını, sanayi sitelerini dolaşıp duruyor.Az zamanım olsa uçağı kaçıracağım kesin.Sonunda havaalanına vardık.Ben, dünkü ödediğim ücretlere göre 12 $ belirledim kafamda, onu uzattım.Şöför çıldırdı, ben de “taksimetren yok, ben her gelişimde bu parayı ödüyorum” diyerek çıktım.Adam hala arkamdan söyleniyordu.Havaalanına girdim, Air Arabia standında rezerve fişini vererek, Kathmandu biletimi aldım. Kafede çay içip (5 AED) vakit öldürüyorum. Saat 10.45’de uçağa biniyorum. Koca uçakta üç yabancının haricinde tümü Nepalli.Basra Körfezi üzerinden, Asya’nın çorak, zavallı topraklarını, muhtemelen Afganistan üzerinde uçarken de; kültürlere beşiklik yapmış toprakların, çağımızda nelerin mücadelesini yaptığını düşünüyorum. Çorak toprakların arasından, zaman zaman, toprak erozyonunun ne boyutlarda olduğunu anlatan, sapsarı nehirler akıyor.

3.5 saatlik bir uçuş sonrası, iniş zamanının geldiğini anlıyorum. Dağıtılan vize formunu doldurmayı sonraya bırakıp, burnumu cama dayıyor, solda bütün heybeti ile yükselen Himalayalar’ın karlı silsilelerini izliyorum. Katmandu’nun her tarafı dağlarla çevrili. Küçücük tepelerde üç-beş evin sığabildiği, sekiler ve pirinç tarlaları görüyorum. Kathmandu’nun yerleşim merkezi, İstanbul gibi, gri bir fanus içinde görünümü veriyor. Daha önce buraları ziyaret etmiş olan , Almanya’da yaşayan bir arkadaşım, ”Kathmandu’da iki günden fazla kalmamaya bak, çok kirli bir havası var.” diye ikaz etmişti. İndik, Tribhuvan havaalanının, basit, sessiz salonları, bir anda vize kuyruğu için koşan, , bağrışan yolcularla doldu. Üç güne kadar kalışlarda vize ücreti alınmıyor.Yarım saat sonra sıra bana geldi.30 $ ödeyerek vizemi aldım ve İstanbul’dan ayrıldığımdan beri, uzak kaldığım sırt çantama kavuştum, bantların yanında. Havaalanlarında döviz işlemi yapmayı hiç sevmem, yine de, 10 $ bozdurayım dedim.693 Nepal Rupisi yerine 590 Rupi verince, kızıp iade ettim.Dışarı çıkar çıkmaz, kelimenin tam anlamı ile taksicilerin hücumuna uğradım.İlgisiz kalınca, etrafımdaki çember gevşedi zamanla. Kathmandu’da turistlerin konaklayabileceği semtin adı Thamel. 2 $’a anlaşıyorum Thamel için, son anda bir otel simsarı biniyor taksiye. Hiç durmadan konuşuyor.Ya ben onun İngilizcesini anlamıyorum, ya da, o İngilizce bilmiyor. Yine de, ara sıra “stop” diyerek , kısa da olsa susturmayı başarıyorum. Thamel’e gelince, icraatına başlıyor. Gösterdiği oteller ; hem pahalı, hem pis. Elimdeki listedeki otellere de götürmek istemiyor , kimine kapalı, kimine uzak diyor. Hava kararmaya başladı , artık, kendim bakmalıyım.Sert bir ifade ile taksicinin parasını ödüyor ve iyi akşamlar diyorum. Son baktığım oteldeki resepsiyonist kızın simsardan rahatsız olduğunu sezmiştim. Geri dönüyorum. Az önce 30 $ dediği odayı, bir anda 15 $ ‘a iniveriyor. Odalara bakıyorum, içime sinmiyor. Çantalar sırtımda Thamel’in çamurlu sokaklarında yürüyorum. Önümde düzgün giyimli bir çift yürüyor.”sizde mi otel arıyorsunuz ? “ diyorum. Meğer Kathmandu’nun yakınlarındaki Janakpur kentinden gelmişler. Beni kaldıkları otele götürüyorlar. Hotel İmpala, küçük, sade ve sessiz. İşleten iki genç, saygılı, ürkek tavırları ile güven veriyor. 4 $ ‘ a anlaşıp, yukarıdaki odaya çantalarımı bırakıyor , Kathmandu’nun gri, is kokulu, ama yer yer safran kokularının dolandığı sokaklarına atıyorum kendimi. Önündeki caddeye hakim bir terasta bulunan “four seasons” isimli restorana giriyorum.Ülkemden ayrıldığımdan beri, düzgün bir yemek yemedim. Geleneksel Nepal yemeklerini içeren menüden istiyorum, aşağıda akan kalabalığa bakarak.( 450 NR).(*).Küçücük pirinç taslarda getirilen yemeklere biraz ihtiyatlı dalıyorum. Önce, acılı, safranlı patates kızartma geliyor, kurutulup kavrulmuş et, Nepal’in geleneksel rakısı “ rakshi”, acıyı sevdiğim halde, beni bile bunaltan acılı sebzeli kuzu, “dhal”yani sulu mercimek yemeği, yoğurt(chimmon crema) arkasından sert bir Nepal çayı ile güzel bir yemek yedim.

Gecenin sessizliği çökmüş, yollarda ayak sesleri azalmış, hava da inadına kirlenmiş. Güneşin batması ile ayaz her tarafa hakim olmuş. Yanan sobalar Thamel’in daracık sokaklarında, çıkardıkları dumanları ile kirliliği daha da, artırıyor. Kısa bir tur atıyorum. Dükkanlar kapanmaya başlıyor.Her kapanan dükkan , cadde üzerinde karanlık bir bölge oluşturuyor, çünkü ; sokaklarda genel aydınlatma yok. Daha da geciksem, otelimi bulmakta zorlanacağım. Sokaklarda levha, binalarda numara, yollarda aydınlatma direği yok. Soğuk da, iliklerime işlemeye başladı. Kathmandu, denizden 1300 m. yükseklikte. Otele dönüyor, odamın yalnızlığında, uzanarak notlarımı geçiyorum.Yarın için, sıkı bir program hazırlıyorum.

Pencereden, uzaklarda bir tepede aydınlatılmış bir stupa (*) görüyorum. Swayambunath tapınağı olmalı, yarın ziyaret listemde var.Uyku teslim alıyor beni. Oda da çok soğudu, sabaha kadar işim zor anlaşılan.

10.12.2006 ( KATHMANDU )

Giderek düşen ısı nedeniyle, dolaptaki yedek battaniyeyi aldım üzerime. Kalın yün çoraplarımı, switşortumu giydim. Soğuktan uyuyamıyorum. Lobiye indim, saatimi yerel saate göre ayarlayıp , yatağa dönüyorum. Allahtan iki battaniye koymuşlar, ne ki; o da derdimi çözmüyor. Derken, yukarıdan vargel sesine benziyen bir ses beliriyor. Bir uyku hapı alıyorum.

Sanırım, saat 03’e doğru uyumuşum. Bir buzhane ortamında uyandığımda saat 06.45. Çantamı hazırlayıp resepiyona indim ve bu gece aynı oda verilirse ayrılacağımı söyledim.Çekme katta olduğu için soğuk olduğunu, boşalacak olan alt kattak odayı vereceklerini söyleyince, çantamı bırakarak Kathmandu sokaklarına dalarak , Durbar Meydanına doğru yürümeye başladım sora sora. Giderek Thamel’in ticaret ve turizm kokan çehresi değişmeye, yerel giysileri ile Nepal halkı, günlük ihtiyaçlara cevap veren dükkanlar, Hindu tapınakları, sunaklar, böylesine sert bir iklimde nasıl dayanabildiğine hayret ettiğim ahşap oymalı eski evler doldurdu etrafımı. Ben , şaşkın , bir yandan fotoğraf çekmeye çalışırken, bir yandan da; daracık sokaklarda soldan işleyen trafiğe dikkat ederek ezilmeme derdine düştüm.Geniş bir meydanı doldurmuş hediyelik eşya sergilerine yürürken, üniformalı biri omzuma dokundu. Meğer; Durbar Meydanına gelmişim. İşaret ettiği gişeye yönelip 200 NRp. vererek biletimi aldım. Görevli kız, başka giriş yapacaksam , az ilerdeki “ site office”den ziyaretçi kartı almamı önerdi. Buradaki görevli, büyük bir ciddiyetle doldurduğu kartı imzalatıyor , kocaman bir mühür basarak , bana üç gün geçerli ziyaretçi kartı veriyor.İlk olarak Kumari Ghar’ı ziyaret ediyorum.Dört- beş yaşlarındaki kız çocukları arasından , binbir elemeden sonra seçilerek “yaşayan tanrıça” ünvanlı Kumari, bu evde ikamet ediyor.Umutla bekliyorum, akla sığmayacak kadar detaylı ağaç oyma motiflerle süslenmiş pencerelerden birinden kafasını uzatıp bakmasını, ama heyhat görünürlerde yok.Kumari’nin bu mekandaki “sıkıntılı saltanat”ı adet görmesi ile son buluyor. Nepalliler, bu kez yeni bir Kumari aramaya başlıyorlar.

Kumari Ghar’ı süsleyen Şiva, Durapati gibi Hindu tanrıları ile figürlerini hayranlıkla seyrediyorum. Bir 250 NRp. daha verip, Hanuman Dhoka (Maymunlar Kralı) meydanına giriyorum, daracık kapıda ellerinde silahları ile bekleyen süslü üniformalı Nepal askerlerinin arasından. Tabii; girişte Ramayana destanının kralı Rama’nın sadık dostu Hanuman’ın; başı bezlerle sarılı, her tarafına renkli macunlar sürüldüğü için, hatlarının keskinliğini kaybetmiş heykelini ıskalamıyorum.

Girişte , hemen soldaki, sundurmada, oğulları tarafından öldürülen kral ve kraliçenin resimleri, Nepalliler’in bir saygı köşesi olarak düzenlenmiş. Meydandaki müzede, son krallarının, kişisel eşyaları ve fotoğrafları sergileniyor, kullandığı bisiklete varana dek. Eski sarayı koruyan bir polis karakolu var. Kraliyet artık Thamel’deki saraylarında yaşıyor, burası resmi törenler ve kabuller için kullanılıyor.Tekrar Durbar Meydanının kaosuna çıkıyorum. Sağda, önünde adak ve kandil tezgahlarının bulunduğu bir panel üzerinde, altı kolunu açmış, boynunda, ellerinde, ayaklarının altındaki insan kellerinin bulunduğu Kala Bhairab çıkıyor karşıma. Bhairab, yok edici Hindu tanrısının en dehşetli betimlemesi. Saat 14.00. Oysa, 19.00’da hava kararıyor. Bugünkü programımda; Swayambhunath tapınağı, Boudhanath tapınağı ile Pashupatinath tapınağı var. Durbar’ın köşesinde, araçlarının içinde uyuklayan taksicilere yaklaşarak, elimdeki listeyi gösteriyorum. Kimisi 20 $ , kimisi 10 $ diyor, sonunda 5 $ ‘a utangaç, İngilizce bilmeyen bir şöför ile anlaşıyorum. Önce, akşam oteldeki odamın camından ışıklandırılmış halini seyrettiğim Swayambunath tapınağına yola çıkıyorum. Sefalet tablolarının aralıksız devam ettiği, toz ve uyuz köpeklerin insanda kaşınma hissi yarattığı daracık yollardan, inleyen motorun , yıpranmış kaportanın sarsıntılarını her yerimde hissederek, İ.Ö 460 yılında yapılmış Budist tapınağının önünde park ediyor şöförüm. 100 NRp. ödeyerek giriş biletimi alıyor ve her tarafında maymunlar dolaştığı için, Maymunlar Tapınağı da denilen 2500 yıllık tarihin içine dalıyorum. Bali’de Uluwatu Hindu tapınağında gözlüğümü kaptırdığımı hatırlıyorum maymunlara, bu yüzden ihtiyatlıyım. Dua çarkları, devasa stupanın 13 halkalı altın yaldızlı kulesindeki , bilgeliğin 13 mertebesini anlatan kulesi, Nirvana’yı temsil eden tepedeki şemsiye, küp şeklindeki bölümün dört yüzeyinde bulunan, her yeri gözleyen Buda’nın gözleri, soru işareti şeklindeki “tek” olduğunu anlatan burnu . Ayrı bir dünya, ayrı bir boyuta giriyorum burada. Çıkarken tırmandığım dik merdivenleri inişte bir çırpıda bitirip, beni bekleyen yıllanmış taksime biniyorum. Kafamı çevirip geriye baktığımda, puslu kirli havanın çöktüğü Katmandu vadisini seyreden Buda’nın gözleriyle, göz göze geliyorum.

Paşupatinat tapınağına giden yolun başında duruyor ve soldaki sundurmanın altındaki açık sığınakta , samanlar üzerinde yatan yaşlı ve hasta Nepallilerin arasından geçerek, Şiva’nın en barışçı, sakin halini temsil eden Paşupati’ye adanmış tapınağın önüne geliyorum. Hindu tapınaklarına , Hindular dışında kimse giremiyor. Yolun öte yanına taş bir köprünün üzerinden geçiyorum. Köprünün altından akan Bagmati nehri, hiç de bir nehre yakışmayacak kadar çamurlu ve pis. Hemen karşımdaki, teneke kaplı sundurmaların altında yan yana dizilmiş tezgahlarda, fakir, sıradan Nepalliler yakılıyor.Hinduizm’de en alt kast kabul edilen dokunulmazlar, ellerinde uzun sırıklar, alevler arasında yolculuğa çıkmış Hinduların ateşlerini dürtükleyerek, biran önce yanmalarını sağlamaya çalışıyorlar.Şimdiye kadar koklamadığım yanık insan eti kokusu, kaçınmama rağmen zaman zaman ciğerlerime doluyor. Dumanların yükseldiği teneke çatı üzerinde maymunlar birbirlerini kovalıyor, Bagmati nehrinin çamurlu sularında yarı çıplak insanlar, buraya dökülen insan küllerinin arasında altın diş, takı gibi değerli nesneleri arıyorlar.

Pashupathinath tapınağı tam karşımda. Soldaki, derbederlik , tapınağın gatlarında görülmüyor. Zira, burada, soylu, kraliyet ailesi mensupları ve aristokratlar yakılıyor. Nitekim, giderek kalabalık artıyor. Beyaz örtüler içindeki ölü yakını erkekler, odunların üstüne yatırılmış, beyaz kefen giydirilmiş ölünün etrafında tavaf ediyorlar.Törene katılmak isteyenler, Bagmati nehrinin kıyısındaki gat (*)larda, ustura ile saçlarını kazıtıyorlar.Az sonra ellerindeki meşalelerle cansız bedenin başının ve ayaklarının etrafındaki otları tutuşturuyorlar.Biz bir mangalı doğru dürüst yakamazken , kısa bir süre içinde ceset tamamen alevler içinde kalıyor, rüzgarın anaforunda üzerime zaman zaman yanan etin kokularını taşıyarak. Oturduğum köşeden sessizce hem izliyor, hem fotoğraf çekmeye çalışıyorum.Etrafımdaki sadhu’lardan(*) gören olursa, fotoğraf çekmeme engel olabilir.

Arkamda yükselen merdivenleri çıkarak, sıra ile uzanan onbir adet çaitya’lara sokuluyorum. Bu chaitya’lar Hinduizm’in adak unsurlarından olan Şiva Lingamları’nın yerleştirildiği; insan boyundan az daha yüksek , bizdeki türbeleri andıran dört yanı açık binalar. Kendilerinden geçmiş sadular, mırıltılar halinde “om mani padme hum” mantrasını söylüyorlar. Alışılmadık, mistik bir atmosfer içinde , zaman kavramını yitirip, bir köşede şaşkın ortalığı seyrederken, bir genç omuzuma dokunup, İngilizce, Kamasutra tapınağını da görmem gerektiğini söylüyor.

Chaityaların bulunduğu yerin az ilerisinde, eskiden törenler esnasında insanların kurban edildiği Baçhareşvari tapınağı var. Geri dönerek Paşupatinat tapınağının yanına ulaştıran köprüyü geçerken, sağdaki soylunun dumanları ile soldaki garibanlardan çıkan dumanlar, havada spiraller çizerek birbirine karışıyordu. Anlaşılan, şimdilik aralarındaki sınıf farkı ortadan kalkmıştı.

Sorarak, köprünün hemen önündeki Kamasutra tapınağını buldum. Anladığım kadarı ile, Kamasutra kitabı kadar detaylı olmasa da, Hinduizm’in vazgeçilmezlerinden , bereket temsil eden erotik çiftleşme pozisyonları duvarlara nakşedilmişti. İçerisinde, yine boyalar, yağlar ve kokularla bezenmiş bir Şiva Lingamı , adak ve temenni köşesi olarak ziyaretçilerin mekan tuttuğu yerlerden biri tabii ki.

Hindular’da Şiva Lingamı eril gücü temsil ediyor. Şöföre beni Guhyeshvari tapınağına götürmesini söylüyorum. Vajina Tapınağına yani. Guhya vajina anlamına geliyormuş zaten. Şiva’nın fallusunu bol bol gördüm şu ana kadar. Guhyevari’de ise, Şiva’nın eşi Parvati’nin vajinasını temsil eden “yoni” yi görme arzusundayım. Yüksek duvarlarla çevrili, tepesinde altın kaplama yılan heykelleri ile korunan tapınağın giriş kapısındaki “Hindu olmayanlar giremez” yazısını görmezden gelerek, şansımı deniyor, dalıyorum içeri. Bahçede, ne var ne yok diye bakınırken , beni fark eden bir asker, hızla bir hamle yapınca, ellerimi kaldırıp, teslim oldum dedim, gülerek ve çaresiz indim merdivenleri. Şiva’ya kayınpederi hakaret edince karısı Parvati çok üzülmüş ve alevlere atılarak intihar etmiş, böylece, Hindular’da, özellikle Hindistan’da yüzyıllardır uygulanan ve önlenemeyen “sati” geleneğinin temelleri atılmış. Kadın, ölen kocasının yanına uzanarak yakılmasına rıza göstermek zorunda.

Bugünkü gezi programım Bodhnath tapınağı ziyareti ile bitecek. Günlerden Pazar olduğu için, Nepalliler bu kutsal mekanı doldurmuşlar. 100 NRp. ödeyip, Nepal’in en büyük Budist tapınağına giriyorum. Budizmi ilk kabul eden kral Gombo tarafından 600 yılarında yaptırılmış.Kat kat teraslar üzerine yerleştirilmiş, devasa kubbesi ve altın kaplama kulesi, rengarenk dua bayrakları ve çarkları ile etkileyici bir yer olan Bodhnat tapınağı ve çevresi özellikle dini ve ticari bir yer. Çepeçevre dolaşıyorum, hediyelik eşya dükkanlarının önünde. Stupanın altında 147 nişte, dua çarkları sıralanıyor. Her tarafta en çok kulanılan Hindu mantrası “om mani padme hum” nidaları yükseliyor. Hediyelik eşya dükkanları ile dua çarklarını çevirirken söylenen mantralar birbirine karışıyor. Stupanın hemen karşısındaki Sakyapa Gompa manastırına giriyorum. Girişte sağdaki salonda dev bir dua çarkını, etrafında dönen yaşlı Budistler, yorgun, kambur gövdelerinden güç olarak elleri ile çevirip, etrafında dönüyorlar. Merdivenleri tırmanıp, terasa çıkıyorum. Kimseler yok, sadece, genç bir kadın yere uzanmış, başucundaki genç adam da, elindeki cımbızla kadının saçlarındaki bitleri ayıklıyor. Keyiflerini bozmamak için aşağı indim. Şöför, beklemekten usanmış, bu kadar detaylı gezeceğimi tahmin etmemiş olmalı. Guhyeşvari tapınağını da ilave ettiğimden, 6 $ ödeyerek gönlünü aldım. Akşam soğuğunun , yüzüme iğne gibi batmaya başladığı saatlerde , Thamel’de indim taksiden.

Faruk Budak’ın gezi notlarında övgü ile bahsettiği “third eye” üçüncü göz, restoranı bulup, dal ( mercimek çorbası) ve marine piliç alarak , gün boyu koşturma karşılığı, kendimi ödüllendiriyorum( 5 $ ). Kaldığım otel İmpala’ya yürürken, gerçekten , Katmandu’nun, çok kirli havasını soluyor, tamamen turistik bir Pazar yeri olduğunu anlıyorum. İyiki; Paşupatinat, Bodhnat ve Swayambhunat tapınakları ile Durbar’ın tarih kokan meydanı var Katmandu’nun. Otelin yanındaki internet cafeye giriyorum, ancak öyle yavaş ki, açmayı da beceremiyorum. sahibi orta yaşlı adam, en baştaki bilgisayarın başında porno fotoğraflar seyrediyor. Sesleniyorum, geliyor, bir yerlere basıp, internete girmemi sağlıyor.

Korkum; bu akşam da aynı odada kalmak. Allahtan, bir kat aşağı almışlar, bakalım kaç dereceye kadar soğuyacak bu akşam odam.

11.12.2006 ( KATHMANDU - BAKHTABUR - PATAN )

Neyse, rahat bir gece geçirdim. Yukarıdaki oda çekme katta olduğu için dondurmuş beni anlaşılan. Dışarıda , çay ve börekle yaptığım kahvaltıdan sonra (2 $) , Baktapur ve Patan’a gidebilmek için taksi aramaya başlıyorum. Yağmur aralıksız yağıyor, sokaklar biriken yağmur suları yüzünden yürünmez halde. Paçalarım şimdiden ıslandı, üşüyorum. Taksiciler fırsattan istifade , olmadık fiyatlar istiyorlar. 10 $’a Patan ve Baktapur’a götürüp, sonunda Thamel’e bırakacak birisi ile anlaşıyorum. Hareket ediyoruz , yağmur daha da hızlanıyor, ben elimde gazete tomarı, nem ve soğuktan buğulanan ön camı siliyorum durmaksızın. Silecek lastikleri öyle aşınmış ki; şöför neredeyse burnunu cama dayıyor, ben de, hiç olmazsa içeriden temiz tutmaya çalışıyorum , yağ ve pislikten sildikçe buzlu cama dönüşmeye başlayan camı. Yakın zamana kadar Çinliler’in tesis ettiği bir troleybüs hattı varmış Katmandu-Baktapur arasında. Telleri sökmüşler, hattı taşıyan direklerle konsollar hala güzergah üzerinde duruyor. Bir saat sonra , geniş bir otoparkta durdu şöför. Her tarafı taş döşenmiş yolu ve levhaları izleyerek Baktapur’un Durbar Meydanına , bana oldukça insafsız gelen 10 $ giriş ücretini ödeyip, dikine işlenmiş tuğla döşeli yollardan, daha doğrusu rampalardan tırmanarak, geniş kemerli bir kapının önüne geldim. Görevli elindeki kocaman delgeçle büyük bir ciddiyetle biletimi delerek iptal etti. Takside şöförün devamlı çaldığı bir “ şarpa” müzüğine takılmışım, ıslıkla çalarak ilerliyorum. Genç bir çocuk yolumu kesiyor ve 100 NRp karşılığı rehberlik yapabileceğini söylüyor. Okey diyorum.yavaş konuşturur , bilinçle gezerim , Unesco’nun Dünya Koruma Mirası Listesindeki Baktabur’u. 1934 yılındaki deprem çok hasar vermiş , Kathmandu’daki kadar eser kalmamış . Şiva , Vişnu tapınakları ile başlıyoruz. Rehberim , tüm ikazlarıma rağmen BBC spikerleri gibi konuşuyor, bu nedenle ağzından çıkanları ağzım açık pür dikkat dinlemeye çalışıyorum. 55 penceresi ile dünyanın tanıdığı Durbar (saray) bakımda, etrafı öylesine çirkin iskele ve perdelerle çevrilmiş ki; sarayı tamamen gizlemişler sanki. Yağmur hızlanıyor zaman ilerledikçe. Durbarın yanındaki “Golden Gate” altın kapıdan geçip, insanı hayrette bırakan incelikle işlenmiş, ahşap oymalı pencere ve kapılarla dolu küçük bir meydana giriyoruz.Altın kapı, deprem öncesi gerçekten altınmış, ancak, depremin yarattığı kaosta yağmalanmış, şimdi altın kaplamalı olarak , hizmete devam ediyor.

Küçük meydan, ön tarafta bir zamanlar kraliyet ailesinin ikamet olarak kullandığı sarayın tam arkasına düşüyor.Bu nedenle buradaki 50 m2 alanı kaplayan havuz, ailenin banyo yaptığı yer imiş.Havuzun içinde yemyeşil bir su, havuzun iki başında , aileyi kötülüklerden koruyan kobra heykelleri var. Soldaki Hindu tapınağının kapısının etrafındaki ağaç oyma işçiliğini hayran seyrederken , sırılsıklam olan şapkamın siperliğinden sular burnuma damlıyor.İçeri giremiyorum Hindu olmadığım için, ancak kapıdan seyrediyorum hayranlıkla içerideki oymaları. Tekrar Durbar Meydanına çıkıyorum. Karşımda Kral Bhupatindra Malla’nın, tepesinde Nirvana’yı temsil eden şemsiyesi ile 15-20 m. yüksekliğindeki bir sütun üzerindeki heykeli , sarayını seyrediyor. Korkarım , böyle birbirine çok benzeyen tapınakları karıştırıp doğru arşivleyemeyeceğim. Yağmur bugün gezdirmemek , fotoğraf çektirmemek için direniyor. Objektife düşen damlalar görüntüleri flulaştırıyor , silmekle de baş edemiyorum.Bir ara üzerindeki su damlasını yok etmek için boş bulunup kuvvetle üfleyince bir anda objektifin içi buhar oldu. Bir anda yıkıldım. Böylesi soğuk ve nemli bir ülkede, makinenın içindeki buharın yok olması günler alabilir. Rehber , Durbar meydanından Taumadhi meydanına getiriyor, üzerimdeki polar, suyu emince öyle ağırlaştı ki, sırt çantam ile aralarında yağmur suyu transferi yapıyorlar anlaşılan. Beş çatısı ile Baktapur’un gözdesi Nyatapola Tapınağının merdivenlerini tırmanıyorum. Allahtan oğlumun fotoğraf makinesini bel çantama koymuştum. Nyatopola Tapınağının tepesinden , Taumadhi Meydanını, ileride uzanan karlı dağları izleyebiliyorum.

Nyatopola tapınağı, Nepal dini mimarisinin en iyi örneği, 1702 yılında inşa edilmiş, Nepal’in en yüksek tapınağı olmasına rağmen, depremde hasar görmemiş. 1934 depreminde yıkılan tapınakların yenileri yapılmadığı için Baktapur’da fazla yoğunluk yok.

Her rehberin yaptığı gibi, bu da, ticari kaygılarla beni bir “ thanka” atelyesine götürüyor. Pamuklu bezlerin üzerine, akıl almaz incelik ve sabırla boyanarak elde edilen Budist mandalaların güzelliği heyecan veriyor bana. Satıcı kız, fark etmiş olmalı ki; satış faslına geçiyor.150 $ ‘lık thanka’ları ıskalayıp, 20 $ ’ lık küçük bir thanka alıyorum. Sağlam bir karton kutuya koydurup, deliler gibi sardırıyorum, deli gibi yağan yağmurdan korunması için. Bir ara, hep aklıma takılan makinemi çıkarıyorum kılıfından. Olacak şey değil, objektif pırıl pırıl, buhardan eser yok. Nasıl seviniyorum. Taumadhi meydanının puslu havası bile ışıl ışıl geliyor bir anda.

Dattatraya meydanına geliyoruz. Artık sadece üstüm değil, ayakkabılarımın ( ki, ciddi bir yürüyüş ayakkabısı olmasına rağmen) içi de sırılsıklam oldu. Dattatraya meydanındaki ünlü Bhimsen tapınağını ve hemen yanındaki kutsal sütunu fotoğraflıyorum. Baktapur’un Çömlekçiler meydanı da meşhur . Rehber, hava yağmurlu olduğu için kimselerin olmayacağını söylese de; ısrarımla gidiyoruz. Bu gidişlerin tamamı sağanak yağmur altında gerçekleşiyor. Polarım yağmuru emdikçe emiyor, resmen sular akıyor üzerimden. Üzüldüğüm, fotoğraflarım da, yeterli ışık olmadığı için iyi olmayacak. Gerçekten de, çömlekçiler meydanında kimseler yok. Ortalıkta çömlek bile yok. Çömlekçiler, yağmurdan ve soğuktan korunmak için sundurmaların altına girip, şallarına sarılıp, bekliyorlar.

Dönüşte, küçücük karanlık bir dükkandan yemek kokuları geliyor burnuma. Kapıdan içeri bakıyorum, karanlığa gözüm alışınca , ocak üzerinde kaynayan mısır çorbasını görüyorum. Tencerenin yanındaki tabaklardan birini dolduruyorum, öyle lezzetli geliyor ki; üç tabak içiyorum. Yine içine mısır taneleri konmuş, muska şeklindeki böreklerden keyifle yiyorum. Çıkarken 40 NRs. ödüyorum. İzbe lokantada karşımdaki masada oturan Nepalliler, iştahla yediğime garip bakıyorlar.

Rehber böyle bir yerde yemeyeceğimi tahmin etmiş olmalı, yağmurdan korunmak için bir saçak altında beni bekliyor. Bütün sokaklar su doldu. Artık, yolda değil, suların içinde yürüyoruz. Dar bir sokaktan geçerken, internetten tanıdığım ahşap oyma “tavus kuşu” pencereli binanın önünden geçiyorum.

Dinmeyen yağmur, Durbar meydanına kadar eşlik ediyor bana. Rehberin ücretini ödeyip, taksinin beklediği otoparka dönüyorum. 3.5 saatlik Baktapur gezisi şöförü sıkmış anlaşılan , ”bari Patan’da bu kadar uzun kalma, ne olur “ diyor.

Yaklaşık bir saat sonra , Bagmati nehrinin karşı kıyısında ve nerede ise Katmandu ile birleşmiş olan Patan’a giriyoruz. Burada giriş ücreti ödenmiyor. Yağmur peşim sıra , belki daha da hızlanarak yağıyor burada. Genç bir çocuk yaklaşıyor ve gönüllü olarak rehberlik yapabileceğini söylüyor. Genelde, alış-veriş yaptırdıkları yerden komisyon aldıklarını bildiğim için, olur diyorum. Saray kapısının karşısındaki Krişna tapınağının üstünde yaşlılar kalıyor. Kurumaları için astıkları çamaşırlar yağmur altında bir kez daha yıkanıyor , belki de, kendiliğinden yıkansın diye asmışlar, bilemem. Ahşap merdivenleri gıcırdatarak yukarı çıkıyorum. Beni görünce kızıyor ve adeta kovuyorlar. Aslında bir tapınak ve Hindulardan başkası giremez, hatırlıyorum.

Ganeş ve Vişnu tapınaklarını , hem Hindu olmadığım , hem de Hindu müminleri kızdırmamak için uzaktan izliyor ve fotoğraflıyorum. Patan Durbar meydanına fazla uzak olmadığını okuduğum, Katmandu Vadisinin en eski Budist Tapınağına gitmek istediğimi söylüyorum rehberime. Kısa bir yürüyüş sonrası, kutsal fareler için özel tapınak yapılmış olan, üst katında meditasyon salonu ile büyük kütüphanesi , bahçedeki dua çarkları ve altın kaplamalı tapınağı fotoğraflayıp , Durbar meydanının kenarına park etmiş taksiye dönüyorum. Tabi , bu arada gönüllü rehbere de, gönlü olması için 50 NRs veriyorum. Az sonra Thamel’de inip, Durbar meydanına yürüyor ve son kez dolaşmak istiyorum. Bir rehber, yağmur yüzünden bugün, turistlerin otellerinden çıkamadığını, bu yüzden de iş yapamadığını söylüyor ve bu yağmurda Baktapur ve Patan’ı gezdiğimi söyleyince şaşırıyor.

Meydanın hemen yanında, küçük, izbe bir dükkanda Nepalli bir kadın Nepal’in sütlü çayını satıyor.Dipteki bir sandalyeye yerleşip, kurumaya çalışıyorum, ama nafile. Bir fincan çaya 8 NRp ödedikten sonra çıkıyorum. Otele gidiyor ve çantamı alıyorum. Çocuk, resepsiyona bıraktığım çanta için, ayrılacağımı anlayınca, 50 NRs. emanet ücreti istiyor, çaresiz veriyorum. Hemen köşedeki caddede, akşamın yoğun trafiğinde, 200 NRs’e zar zor bir taksi buluyor ve beni “ microbus” denilen küçük Hyundai minübüslerin garajına götürmesini söylüyorum. Daha önce Katmandu’ya gelmiş bir arkadaşımın dediği gibi, buranın , kirli ve soğuk havasında kalmaktansa, zamandan kazanıp bu akşam Pokhara’ya gitmek istiyorum. Şöför bir yazıhaneye giriyor, bu akşam “microbus” olmadığını söylüyor. O arada bir genç , Pokhara’ya giden otobüsü gösteriyor.Allahtan trafik çok yavaş akıyor. Islık çalınca, muavin iniyor , yanıma geliyor büyük sırt çantamı kapıyor. O önde , ben arkada koşuyoruz, trafik açıldıkça otobüs ilerliyor, nefes nefese bir koşuşturmadan sonra, otobüse atabiliyorum kendimi.Arka sıralarda bir boş yer bulup oturuyorum. İki dakika sonra, karşı sırada oturan bir Japon kadın, ” dur, cam kırık” diye bağırmaya başlıyor.Oturduğu koltuğun yanında cam yokmuş. Anlaşılan benim gibi, yağmurda zaten üşümüş olmalı , bir de tüm gece boyu bastıran ayazda kırık bir camın önünde yolculuk etmek felaket olur. Kimse ilgilenmedi. İneceğim deyince muavin, Nepallileri kaydırarak ona bir yer açıyor. O arada ben de, çantamı kaparak , ön sıralara atıyorum kendimi. Otobüs soğuk yağmur yağıyor. Japon dayanamıyor, bir anda bağırmaya başlıyor ve iniyor otobüsten. Otobüste yabancı olarak bir ben varım. Her tarafım ıslak ve titriyorum. Üstümü değiştirmeye vaktim de olmadı. Islak çoraplarımı değiştirsem, ayakkabıların içi su dolu , yine ıslanacaklar. Çantadan boş poşet çıkarıyorum, çoraplarımı, kuruları ile değiştirerek, poşetleri üzerine geçiriyor ve ıslak ayakkabılarımın içine öyle sokuyorum. Belki biraz olsun ayaklarım ısınır. Otobüsteki Nepalliler bereler, atkılar, battaniyeler ve eldivenlerle , gerillalar gibi oturuyorlar. Muavin 250 NRs. istiyor Pokhara için, veriyorum. Yedi saat sürecek Pokhara yolculuğu. İki endişe var kafamda. Eski Tata marka otobüsün kaza yapması, bir de Mao’cu gerillaların yolu kesip, baskın yapması. Terslik olmazsa sabaha karşı 02’de Pokhara’da olacağım. Katmandu’dan uzaklaştıkça molalar azalıyor, kontrol noktalarında, muavin askeri karakolda form dolduruyor.Nepal’de Mao’cu gerillalar ile askerlerin başı dertte, halkın büyük kısmı da gerillaları destekliyor.Otobüs öyle sarsılıyor ki; sürgülü camlar kendiliğinden açılıyor ve enseme buz gibi soğuk geliyor.Yine poşetten tamponlar yaparak, camın arasına sıkıştırıyorum. Saat 01.30’da yanıma geliyor ve Pokhara diyor. Çantamı alıp atıyorum kendimi aşağıya. Ortalıkta ne bir yapı, ne bir ışık var. Arkadan bir otobüs daha gelip duruyor, farların ışığında, ilerde duran bir Maruti taksi görüyorum. Şöföre yaklaşıp, “lake side”’a gideceğimi ve bulana kadar otel arayacağımızı söylüyorum. Tamam diyor , 150 NRp.ye anlaşıyoruz.10 dakika sonra sokak lambalarının sıklaştığını fark ediyorum.Bir otel önünde durduruyorum. İçeride hiç ışık yok, bağırıyoruz şöförle , duyan yok, açan yok.Yola devam ediyoruz.Listemdeki “Hotel Sikhar” levhasını görünce yine duruyoruz. Burası da karanlıklar içinde, epey bağırdıktan sonra, cılız bir ışık yanıyor ve uykulu bir adam geliyor yanımıza. Bekçi, anahtarları bulup oda kapılarını bile açamıyor, neyse patron geliyor sonra. 5 $’a bir oda alıyorum. Etrafta korkunç bir ayaz var. Odamda, yorgan ve battaniyeye sarılıp, sabaha karşı uykuya dalıyorum.

12.12.2006 ( POKHARA )

Sabah 07.00 ‘de uyanıyorum, şaşılacak şekilde bir dinçlikle. Akşam, zifiri karanlıkta göremediğim , ancak, göl kıyısına uzandığını sandığım yol boyunca yürümeye başlıyorum. Yanılmamışım. Sabahın yumuşak ışıkları altında; Phwa gölü harika görünüyor. Rüzgar yok, sular ayna gibi , kırışıksız, karşı tepelere, daha doğrusu Himalaya Dağlarının 7000 m. yüksekliğindeki kısmı olan Machhapuchare Dağının yamaçlarını oluşturan tepelere bulutlar çökmüş. Kıyıya çekilmiş rengarenk kayıklar henüz uykuda. Bir ilkbahar sabahını yaşıyorum sanki çocukluğumun.

Sabahın sükuneti içerisinde, bol bol makinemin deklanşörüne basıyorum. Phwe gölü üzerindeki , minik Barahi tapınağına yolcu taşıyan küçük kayıkların bulunduğu meydana kadar yürüdüm. Civar köylere hareket eden otobüslerin durağı da bu meydanda. Sarilerini kuşanmış kadınlar, çocuklar sakin, kararlı adımlarla bir yerlere yürüyorlar. Dükkanların kapalı kepenkleri birer birer açılıyor. Otele dönüp, odamda, eşimin yola çıkarken hazırladığı, minik kahvaltılık setleri ile sağlam bir kahvaltı yapıyorum. Katmandu vadisindeki gezimde, yağmur ve kirli hava eşlik etmişti, Oysa Pokhara vadisi tertemiz , insanın ta içinde hissettiği mis gibi bir havası var.

Küçük sırt çantamı alarak, az önce yürüdüğüm yoldan tekrar göl kıyısına ilerliyorum.İlk rastladığım seyahat acentasından, yarın sabah Sunouli’ye gitmek için bilet aldım. ( 350 Nrp.) Zira, Hindistan’a geçmek için, sınır kasabası Sunouli’ye gitmem gerektiğini biliyorum.

İyi ki; sabah , erken saat göl kıyısında yürümüşüm.Şimdi bakıyorum. Rüzgar çıkmış, sular dalgalanmış , kısacası birkaç saat önceki büyü bozulmuş. Bu arada kaldırımda, hırpani kılıklı 5-6 kişi oturmuş , ellerindeki zurna ve trampet benzeri yerel enstrümanları çalıyorlar, ortada küçük bir çocuk, inanılmaz çevik ve estetik hareketlerle dans ediyor. Zar zor da olsa, bir düğün eğlencesi olduğunu anlıyorum.Gelinle damadı görmek istediğimi söyleyince , bana, yandaki binanın merdivenlerini işaret ettiler.Daracık koridorlar üzerine sıralanmış , tek göz evlerden oluşan binanın demir merdivenlerini çıkarak, düğün yemeği hazırlığı yapılan , telaşlı odaların sonunda, gelin ile arkadaşları ve kardeşlerinin son hazırlıklarını yapıp süslendikleri odayı buldum. Her yeri, safran kokuları sarmış.Bu kez, odanın içerisinde yoğun parfüm kokusu ile bir ara nefesim kesilir gibi olsa da, gösterilen sıcak ilgiye karşılık vermek için, gülümseyerek, bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum.

Kırmızı sariler içerisindeki gelin 22 yaşında imiş. Çok rahat ve konuşkan. Akşam yapılacak düğüne davet ediyor beni. İstediğimi söyleyince seviniyor. Denizden yüksekliği 800 metre olan Pokhara’da birbirine küçük ırmaklarla bağlanan üç gölden Phwe gölü üzerindeki küçücük adada Barahi tapınağına geçmek üzere , sabah gördüğüm kayıklara biniyorum.( 20 Nrp.) Dolmuş usülü çalışan kayıklar, durmadan adaya gidip geliyor. Barahi tapınağı Hindu’ların en sevdikleri tanrıları olan Vişnu’nun domuz şeklindeki sureti olan Barahi’ye adanmış. Kayıkta rengarenk sarileri alınlarındaki kutsal boyaları ile ibadete giden genç kadınların olduğu bir kayık , adacığa getiriyor beni.

Karşıda, tenin arkasında kalan, Budist Dünya Barış Pagodasının altın kaplamalı tepesi görünüyor.Annapurna ile başlayarak, 1, 2, 3, 4 gibi ekler alan Himalaya zirvelerinden ayrı, mesafeli duran Machhapuçhare tepelerin ardında bir kılıç gibi, göğe yükselerek , heybetli bir görüntü oluşturuyor. Macchapuchare en güzel , Pokhara’ nın yakınlarındaki Sarangot denilen yerden seyrediliyor, ama, bulutlu havalarda , harika görüntünün çoğu zaman ıskalandığını okuduğum için, böylesi bulutlu bir günde , orada son günümü harcamak istemiyorum. Yarım saat kadar, minnacık adada oyalanıp, kıyıda oturup Macchapuchare’nin hafızamdan silinemeyecek doruklarını seyrediyorum. Devi’s Fall yani Devi Şelalelerine gitmek üzere otobüse biniyorum ( 10 Npr). Şiva’nın dişi görünümü olan Mahadevi’nin kısaltılmışı olan Devi’nin isim analığını yaptığı şelaleye varmadan indiriyor beni muavin.Meğer, ben sağ tarafa doğru biraz daha yürüyecekmişim. Tertemiz havada ve giderek ısınan ortamda yürümek keyif veriyor bana. Epey ilerledikten sonra, sağda “ Devi’s Fall” levhasını görüyorum.Geniş bir parkın sonunda, , demir parmaklıklarla çevrilmiş, pek bir şey görülmüyor.Özcan Yurdalan’ın dediği gibi “çukura düşen bir şelale”.Öylesine dik ve derine düşüyor ki, sadece, aşağılardan gelen uğultu duyulabiliyor.İleride bir maara daha var. Girişteki fiyat listesine göre kısa tur 25 Npr. Yolun karşısına Devi Şelalense uzanan uzun tur 90Npr. Zamanımı mağara içinde daraltmamak için girmiyorum.

Amacım, Çin işgalinden kaçan mültecilerin kurduğu Tashiling yerleşimine gitmek. Bir büfeye nasıl gideceğimi soruyorum. Yanıma küçük bir çocuk veriyor, ” rehberlik yapar” diyerek, arkamdan da sesleniyor” biraz para da verirsin artık” Bir kilometre kadar yürümeden , yolun solundan içeri giriyoruz.Büyük bir show-room içinde buluyorum kendimi.Tashiling göçmenleri, ülkelerinden getirdikleri halı dokuma sanatını burada kurdukları kooperatif vasıtası ile geliştirerek , tüm dünyaya halı ihraç ediyorlar. Üzerinde Dalai Lama’nın büyük bir fotoğrafının asılı olduğu büyük bir masanın üzerinde, suratsız bir Tibet kadını defterlere gömülmüş hesap yapıyor.

Karşıda, basit ama büyük bir bina dokuma atelyesi olarak kullanılıyor. Kapının önünde yaşlı kadınların kimisi geleneksel dua çarklarını çeviriyor, kimisi yün eğiriyor. İçeride, kadınlar, dokuma tezgahlarının başında , gülümseyerek poz veriyorlar. Çevreye hakim olan kısacık bitki örtüsü, meydanın ortalarına dikilmiş Budizmin kutsal renkleri ile bezenmiş dar flama, Orta Asya’yı çağırıştırıyor.

Nepal’in meşhur mantısı “momo”yu yemek istediğimi söylüyorum, küçük rehberime. Hemen yanımızdaki kır lokantasını gösteriyor. Geniş bir tepsinin ortasındaki kasede çorba bulunuyor, kenarlarına, küçük poğaça benzeri mantılar dizilmiş. Yine de ben, eşimin , küçücük , kıyma kırıntıları doldurarak yaptığı , haşladıktan sonra üzerine sarımsaklı yoğurt ve acı kırmızı biberle kızdırılmış yağ dökerek servis ettiği mantıyı tercih ederim. İştahla yediğim mantı için 75 Nrp. ödüyorum. Rehberim olan küçük çocuğa “ sen de ye” diyorum. “ fanta içerim” diyor. Sohbet ettiğimiz lokanta sahibinin kızı; çocuğun Hindu olduğu için, içindeki etten dolayı mantı yemediğini söylüyor. Kalkıyor , köy meydanına ilerliyoruz. Önünden geçtiğimiz Budist manastırından ilahi sesleri geliyor. Bahçeye girince , güneş enerjisinden yararlanıp , yemek pişirmek veya su ısıtmak için , oluşturulmuş, enerji çanakları görüyorum. Sessizce tapınağa

giriyorum. Yine de, duvar dibine dizilmiş, saçları kazınmış küçük çocukların hepsinin üzerime dikilmiş bakışları ile karşılaşıyorum. Ayini yöneten yaşlı rahip, elindeki dua kartlarından dualar mırıldanıyor , ardından Orta Asya folklorundan tanıdığım , gırtlaktan gelen sesleri ile ilahiler okuyorlar. Adeta bir Şaman ayini içinde hissediyorum kendimi. Genç bir rahip , yanıma gelerek , Buda heykelinin önündeki cam dolabın içinde bulunan dev bir halı mandala’yı (*) gösteriyor. Tibet Budizminin sürgündeki lideri Dalai Lama tarafından dizayn edildiğini ilave ediyor. Herkesin görebileceği şekilde , orta yere konmuş bağış kutusuna 5 Npr. bırakıyor , rehber çocuğa da , bir o kadar verdikten sonra, tam önümden geçmekte olan otobüse atlıyorum. Gelirken indiğim yeri tanıyor ve burada iniyor Pokhara ‘ ya gidecek otobüsü beklemeden yürüyerek gitmeye karar veriyorum. Bir dükkanın önünde iki kişi ellerinde , boya ve fırçalar ile Şiva ve karısı Laxımı’nin heykellerini süslüyorlar. Az ilerde, yol kenarında , küçük bir çay evi görüyorum. Anne , kız ve torun, yani üç nesil, burada çalışıp , ikamet ediyorlarmış.Bir Nepal çayı alıp, sohbet etmeye başlıyorum. Bir ara anne, tavada et kızartmaya başlıyor. Kırmızı sari(*)ler içindeki toruna, “siz nasıl Hindu’sunuz, et yiyorsunuz “ diye takılınca , utanıyor, ”modern Hindu olmuşsunuz” diyorum, gülüşüyoruz. Hava kararmaya yakın , Pokhara Lake side’ a giriyor ve dizilmiş , hediyelik eşya mağazalarına bakıyorum. Himalaya dağ silsilesinin fotoğrafından alıyorum, bir de bakkaldan su. Otele yönelirken , sabahleyin bu akşam yapılacak düğüne davetli olduğumu hatırlıyorum. Geri dönerek soruyorum. Sabah dedikleri gibi; düğün erken saatlerde bitmişti. Yan taraftaki müzikholden, canlı müzik yapıldığına dair işaretler geliyordu.Dik demir merdivenleri çıkarak giriyorum. İçeride benden başka müşteri yok. Dört kız, dört erkek, Himalayaların fotoğraflandığı büyük bir posterin önündeki sahnede, kimisi tabla, tef, akordeon çalıyor , kimisi şarkı söyleyip , vokal yapıyorlar, dans ediyorlar.Sahneye yakın bir masaya oturup, bir lassi (*) söyledim.(45 Npr.) Salon yavaş yavaş Pokhara’nın delikanlıları ile dolmaya başladı.

İçilen içkiler ortalığı hareketlendirdi, istek üzerine , sahnede sık sık ; Pokhara’nın adının geçtiği şarkılar söylendi, alkışlandı. Elimde su şişesi, ayaz çökmüş yollardan , otelin soğuk odasına geldim.Saat 23’e kadar notlarımı yazarak , yarın otobüsü kaçırmamak için saatimi 05’e kurarak yattım.

13.12.2006 ( POKHARA - SUNOULİ - BHAİRAWA - VARANASİ )

Dışarıdan gelen horoz sesleri ile henüz uyanmıştım ki; telefonum da çalar saati ile ikaz etti. Odamda yaptığım kahvaltıdan sonra, 05.45’de aşağı indim. Bekçi , soğuktan iki büklüm olmuş , bir koltuğun üzerinde uyuyordu. Otel parasını uzattığımı fark edince yattığı yerden fırlayıp , öyle bir selam çaktı ki; kendisine bahşiş verdiğimi sandığını hissettim. Otelin önündeki yolda biraz bekledikten sonra gelen taksi ile 100 Npr’ye anlaşıp , otobüs garına götürmesini söylerken , otel sahibi Teeka , koşarak yanıma geldi , kaldığım son gecenin parasını istiyor.Bekçiye bıraktığımı söyleyince , özür dileyerek , bekçiye de söylenerek ayrıldı. Garaja geldim , henüz hava aydınlanmadı. Herhangi bir ofis veya kapalı mekan yok.Bir kahvenin önünde dizili , pislikten renkleri değişmiş plastik sandalyelerden birine oturuyorum. Sinsi bir ayaz , ne yapıp edip , giysilerimden süzülerek tenimi buluyor ve hissettiriyor kendini. Soğuğun hissizleştirdiği bir bekleyişin sonunda otobüsümüz geldi. Sırt çantalarını üstteki bagaja dizerek bağladılar.Bana da ; yağmur yağmaması için dua etmek kaldı. Katmandu vadisinde dolaşırken ıslanan küçük sırt çantam ve içerisindekiler henüz kurumadı. Genç söförümüz , durmaksızın tırmanan virajları , hız kesmeden büyük bir beceri ile alıyor , zaman zaman da , aşağı vadilere gözüm takıldıkça ürkmüyor değilim. Otobüsün bütün kaportasından , bütün ek yerlerinden ses geliyor. Oturduğum koltuğun hemen önündeki orta kapı , sarsıntılardan açıldıkça muavin yaslanıyor.Yine de, üzerime soğuk hava bütün inadı ile geliyor. Bunları , kesinlikle bir beğenmemişlik ve konformist eda ile yazmıyorum. Aksine , back packer gezi tarzını anlamlı ve farklı kılarak , daha derin hazlar alınmasını sağlayan detaylar bunlar.

On dakika sonra kör bir sisin içine giriyoruz Sağda , sisten kurtulduğumuz kısacık anlarda , Machapuchare’nin 6993 m.lik zirveleri görünüyor. Sekilerle ıslah edilmiş eğimli toprakların arasından , Nepal köylerinden geçiyoruz. Temizlik unsurlarına pek uymadığını gözlemlediğim Nepalliler , köy meydanlarında toplanmış , ellerinde diş macunu ve fırçaları ile dişlerini fırçalıyorlar. Budist ve Hindular iç içe ve dalaşmadan yaşıyorlar Nepal’de. Oysa Sri Lanka’da bu iki din mensupları arasında , bizim Güney Doğu ‘daki gibi yoğun çatışmalar yaşanıyor ve şu ana kadar 50000 kişi öldü. Elbet , sorunları kaşıyanlar var. Bir ara mola veriyoruz.Sıkışan yolcular bir anda ağaçların arasında kayboluyor. İlerideki demir köprüye doğru ilerliyorum.Aşağıda , bu topraklardan doğarak Hindistan’daki Ganj nehrine kaynak olan akarsulardan biri akıyor. Bir duman yükseldiğini görüyorum , fotoğraf makinemin zoom’undan yararlanak dikkatle bakıyorum.Bir kaç kişi toplanmış , suyun başında bir ölüyü yakıyorlar.

Nepalliler öylesine sıkı giyiniyorlar ki; atkı , bere , eldiven ile kafalarını tamamen sarıyor , ayaklarına da , battaniye örtüyorlar.Himalaya çocuklarının bu hali biraz garip geliyor bana., Kadınlar soğuğa daha dirençli olmalılar , hatta göbeklerini açık bırakan sarı , kırmızı sarileri içerisinde rengarenk ve sıcak görünüyorlar. Hindistan sınırına yaklaştıkça , otobüs sık sık durup yolcu indirip bindirmeye başlıyor. Alınlarında , tam ortasında birkaç pirinç bulunan , kırmızı tikkaları , incecik sarileri ile Hintli kızlarla kucak kucağa bir yolculuğa başlıyorum , otobüs doldukça. Saat 13.00 ‘e doğru , iniş-çıkışlar bitiyor düz bir arazide ilerlemeye başlıyoruz.Traktör ve tarım makinelerinin artmasından , Nepal ve Hindistan’ın bereketli ovası Terrai’de ilerlediğimizi anlıyorum. Ortalık , tamamen Hint karakterine büründü. Yerlerde yatanlar , sadular , pislik ve boş vermişlik başladı. Sonunda sınır kasabası Sunouli’ye geliyorum. Ama sınır 3 km. ileride.Etrafımı bir rikşacı (*) ordusu sarıyor. Bir bisiklet rikşa ile “immigration bürosuna” geliyorum.Verilen formu doldurup , fazla beklemeden Nepal çıkışını yaptım.Yürüyerek , Hindistan sınırında yine form doldurdum.Dünyaya boşvermiş Hintli görevli, ağzındaki tek tük dişleri ile gülümseyerek , ülkesine buyur etti beni İki ülke arasındaki yoğun ticaretten nasibini alan Sunouli ve Bhairawa sınır kasabalarındaki sınır bölgesinde , görmeden inanamayacağınız bir kaos , TIR yoğunluğu , toz ve gürültü var ki ; bir ara kendimi kaybediyorum sandım. Gerekli , gereksiz her araç korna çalıyor.Zaten, araçların ön ve arkalarında , ” play horn” , “blow horn” yani “korna çal” yazıyor.Allahtan , rikşayı bırakmamışım. Sınıra yaklaşırken , bana “change” yapmama gereğini söylemişti , ben komisyon almak için bildiği ofise götreceği düşüncesi ile dikkate almamıştım. Çok garip , Hindistan sınırını geçincebir tek döviz bürosu yokmuş. Rikşa beni Bhairawa’dan Varanasi’ye götürecek otobüs durağına getiriyor , ancak yanımda Hint rupisi yok. 16.30’da kalkacak otobüs için bilet alacağım oysa. Tekrar binerek o cehennemi kalabalık arasındaki trafikten , rikşacı Mümtaz’ın becerikli manevraları ile Nepal topraklarına geri dönüyorum. Tampon bölgede polis bağırıyor bana. Sinirlerim bozulmuş , parmaklarımla para işareti yapınca , düştüğüm hatayı anlamış olmalı , kafasını sallayarak okeyliyor. Sunouli sınırında yetecek kadar Hint rupisi ( IRs) alıyor , her iki ülkenin polislerinin, yorgun , dikkatsiz bakışları altında tekrar Bhairawa’ya Hindistan’a dönüyorum.

Sonunda , sakin , kimselerin olmadığı otobüs durağında biraz dinlenip , kendime geliyorum , hareket saatini beklerken.( 172 IRs). Mevsim gereği fazla kalamadığımı biliyorum Nepal’de. Temennim , uygun bir zamanda , Himalaya eteklerindeki trekking

Meraklısına notlar;

1 Npr = 64.8 $

Ghat: Hinduizmde , genellikle kutsal sayılan nehir kenarında , yakılan ölüler ve diğer ayinler için kullanılan basamaklı alanlar

Sadhu: İslamiyetteki dervişler gibi , dünya nimetlerinden vazgeçip , ihtiyaçları kadar dilenip zamanlarını zikir ve meditasyonla geçiren Hindular

Mandala: Hinduizm ve Budizmde , evren merkezli kozmik ve holografik figürler içeren meditasyon sürecine girmeyi sağlayan dinsel resimler

Sari: Uzak Doğu’da özellikle Hindistan’da , kadınların giydiği ince , ipekten dikilmiş tek veya iki parçadan oluşan sarı , kırmızı , mavi gibi canlı renklerden oluşan giysiler

Lassi : Yoğurt , meyve , su ve şekerden oluşan ve genelde meditasyon sonrası içilen içecek

Rikşa: Uzak Doğu’da kullanılan üç tekerlekli bisiklet veya motosiklete monte edilmiş, taşıma aracı

Kaldığım oteler;

Hotel İmpala Chaksbari Marg 619 Thamel , Kathmandu

Hotel Sikhar Lake Side , Pokhara

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..