Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Haziran '18

 
Kategori
Öykü
 

Neredesin Azrail

Neredesin Azrail
 

   Acaba bir insana bugün öleceksin denilse ne yapardı? İnanır mıydı, söyleyeni delilikle mi suçlardı, kafasına bir şeyle mi vururdu, yoksa gülüp geçer miydi?

   26 Aralık Cuma İstanbul, hava yağmurlu ve kasvetli. Sabah kalkar kalkmaz şiddetli bir baş ağrısı esir alır Ebru'yu. Hiç işe gitmek istemez, biliyordu ki mendebur ağrı gün boyu musallat olacaktı. Zoraki giyindi ve yola koyuldu. Her zaman olduğu gibi birkaç tane poğaça aldı iş yerinde yemek için. Lâkin keyfi yoktu, sanki gizli bir el tüm vücudunu sıkıyordu. Saatler geçtikçe daralmaya başladı, kalbi ramazan davulu gibi güm güm vuruyor, şakakları zonkluyordu. Öğleyi zor etti, kendini hızla dışarı attı temiz hava almak üzere. Karadeniz'in mis kokan havası gibi olmasa da soğuk ve çiseleyen yağmur azıcık gözlerini açtı. Yemek saatini dinlenerek geçirdi. Başındaki ağrı giderek aşağılara da yayıldı ve göğüs bölgesini mesken edindi. Mübarek rahat durmuyor, sırta kadar uzanıyordu. Adeta savaş başlamış, tüm bölgeleri tek tek işgal ediliyordu.

   Fıstık yeşili elbisesi ne kadar güzel görünse de kendisi berbat durumdaydı. Yüzü kireç gibi olmuş, dermanı kesilmişti. Artık dayanamayacağını anlayınca kız arkadaşına "çok fenayım" dedi. Serap Ebru'nun pek iyi olmadığını görmüştü fakat olağan baş ağrısı diye düşünmüş, sorularla sık boğaz etmek istememişti. Arkadaşının son hâline şahit olunca telâşlanıp kolundan tuttuğu gibi iş yeri hemşiresinin yanına götürmüş. Hemşire tansiyonunu ölçmüş ve çok yüksek olduğunu söyledikten sonra bir uzmana görünmesini tembihlemiş. Arkadaşı vakit kaybetmeden bizim hastaneye getirdi. Acilden giriş yaptılar  ve ilk değerlendirme sonucuna göre kardiyoloji bölümüne yönlendirildi. Vakit kaybetmeden muayeneye alındı; tansiyonu ölçüldü, sırtı ve göğsü dinlendi, şikâyetler dikkate alındı. Peşinden elektrokardiyografi istendi. EKG'sini çektim, Ebru'yu polikliniğe tekrar yönlendirdim.

   Kader gerçekten ağlarını örüyordu ve birkaç ilmeği kalmıştı. Ne biz biliyorduk bunu ne de kendisi. Sıradandı her şey, sıradan. Baş ağrısı sıradan, hastane sıradan, muayene sıradan, tahliller sıradan, şu, bu sıradandı işte... Büyütmeye gerek yoktu, eninde sonunda geçecekti. Bu defa daha şiddetli geldi o kadar. Hem göğüse de sirayet edince korkmak gerek değil mi? Allah korusun kalp krizini davet etmesin durup dururken. Yok canım, şeytan kulağına kurşun, ne krizi! Taşı sıksa suyunu çıkaracak bu beden minnacık bir şeye mi yenilsin?

Off bu doktor amma çok şey istedi; yok o yapılacak, yok bu yapılacak. Benim ne tansiyonum var, ne şekerim, ne kalp hastalığım. Hem holter ne ki? Niye yirmi dört saat üzerimde taşıyacak mışım? Bunlara elini veren kolunu kaptırıyor. Acaba para tuzağı mı tüm yapılanlar, istenenler? Kan sonuçları çıktı mı ki? Of of of bunaldım! Dünya kadar para verdim hâlâ istiyorlar. Nefes almak bile parayla özel hastanelerde.

Öyle deme, bak ilgileniyorlar işte, baştan savma yapmıyorlar. Sana bir şey olacağına paran gitsin. Önemli olan senin sağlığın, yeter ki hiçbir şeyin yok, artık gidebilirsin desinler.

Ne bileyim Serap, oldum olası hastaneleri sevmem, gelsen bir dert gelmesen bir dert. Ayrıca çok pahalı, bazı isteklerinin boş olduğunu düşünüyorum, sırf para kazanmak için dünya kadar gereksiz şey istiyorlar sen de biliyorsun.

İyi de her yer aynı değil ki, kendini bilmez, aç gözlü hastaneler yapıyor diye hepsini suçlayamayız. İllâ ki birçok tahlili isteyecekler, yapmazlarsa bu sefer hastalar homurdanır  geldim de ilgilenmediler diye. Neyse canım Allah ne yokluğunu göstersin ne hastaneye düşürsün. Âmin!                        

   Ebru Serap'a hem sitem ediyor hastane konusunda hem deva bekliyordu en acilinden. İyice sıkılmıştı, işlemler bitsin gideyim diyordu. Baş ağrısı ise oldukça artmış, kendinden geçirecek seviyeye ulaşmıştı.

   Tahlil sonuçları çıkınca Kardiyolog Serap ve Ebru'yu odasına çağırdı.

-Ebru Hanım, kan tahlilleriniz iyi, olağan dışı bir şey görünmüyor, kalple ilgili şüpheli bir durumunuz yok tansiyon haricinde. Size reçete yazacağım, ilaçları alıp kullanmaya başlayın. Tansiyon holter öneriyorum muayenede söylediğim gibi, bir gün boyunca takılı kalsın ki sebebini öğrenelim. Dil altı vermemize rağmen yüksek seyrediyor. Kolunuzu uzatın tekrar ölçeyim... Bakın daha da yükselmiş, sizi bu hâlde eve gönderemem. Acilde damar yolu açıp serumla düşürelim. Sonrasında bir hafta sabah akşam tansiyonunuzu ölçtürün ve not edin. Haftaya bugün kontrole gelin değerlendirelim. Geçmeyen baş ağrılarınız için de Nöroloji'ye görünmeniz gerekiyor.

  Doktor yeniden tansiyonunu ölçünce 220'ye 110mm/hg çıktı ve hâliyle endişelenip gözlem altında takip edilmesini istedi. Ebru karşı çıktı:

-Eve gitmek istiyorum Doktor Hanım, dinlenirsem düzelirim. Holteri de başka zaman takalım, inanın tek isteğim bu. İlaçlarımı kullanırım, tansiyonumu da ölçtürürüm.

-Yalnız bu şekilde gitmeniz sakıncalı olabilir, ben ısrarla burada kalıp gözetim altında tutulmanızı istiyorum.

-Yok yok, siz reçetemi verin gideyim, geçmezse gelirim yine.

-Pekâlâ, buyrun.

   Hastane Ebru'yu daha da germiş, bir an önce kaçma isteği uyandırmıştı. Boğulacak gibi hissediyor, ayakta durmakta zorlanıyordu. Asansörün içine zor attı kendini, artık duymuyor, konuşamıyor, hiçbir şey hissetmiyordu. Asansörle bir kat aşağı inene kadar benzi tamamen soldu. Serap ise durumu anlamıyor, arkadaşının tedaviyi reddedişine için için kızıyordu. Asansör durup indikleri anda Ebru çoktan dünya ile irtibatı kesmiş yerle buluşmuştu. Kendi aleminde dolanan Serap arkadaşının yere yığıldığını gördü ve korkudan ne yapacağını şaşırdı. Hemen kendini toplayıp "yardım edin" diye bağırdı.

   Sesi acil serviste ve diğer birimlerde öyle bir yankılandı ki duyan koştu. Hastane küçük olduğu için en ufak ses yükselmesi çoğu alanda rahatça duyuluyordu. Dahiliye Mütehassısı Başhekim Fâik Bey de hemen olay yerine gelerek müdahale etti.

-Çabuk acile alın! Damar yolunu açın, sıvı takın, monitörize edin! Hadi çabuk olun!

   Emirler havada uçuşuyordu. Alışık olan acil servis ekibi seri hareketlerle Ebru'yu müdahale odasına aldı. Çok hızlıydılar, biri damar yolunu açıyor, diğeri elektrotları yerleştirip monitörize ediyordu. Bir diğeri oksijeni takıp tansiyon aletinin manşonunu koluna bağlıyordu.

   Serap olan bitene anlam veremiyordu, Ebru gibi onun da beti benzi attı ve tek kelime edemedi. Gözlerinden yaşlar süzülüp narin yanaklarından aşağı sicim gibi indi. Az önce sapasağlam olan arkadaşı ceset gibi yatıyordu ve o bir şey yapamıyordu. Sağlıkçılar için bu durum ne kadar olağansa, onun için o kadar korkunçtu. Ne yapacağını hepten şaşırdı.

   Ebru'nun aniden yere kapaklanmasını gören danışma sorumlusu Veysel mavi kod verdi. Bu çağrısıyla önceden belirlenen arkadaşlar da servise intikal ederek müdahaleye dâhil oldular.

   Akabinde Kardiyolog da gelerek muayene bulgularını ve şikâyetlerini ekibe aktardı. İlk söylenen tansiyondu, hâlâ çok yüksekti. 100ml. serum fizyolojik içinde iki ampul lasix gönderildi hızlıca, peşisıra perlinganit başlandı. Elden ne geliyorsa fazlasıyla yapılmaya çalışılıyordu. Söz konusu insan hayatıydı, sınırlar zorlanmalıydı. Sağ olsunlar tam müdahalede bulunuyorlardı. Dakikalar geçmesine karşın iyileşme belirtisi göstermiyor, aksine daha fena oluyordu. Tansiyonda gram inme olmadı, üstüne üstlük hasta kusmaya başladı. Bu hâl şüphelerin iyice artmasına vesile oldu. Ortak noktada korkuları buluştu: Beyin kanaması?

   Radyoloji birimi aranarak hazır olmaları istendi. Tomografi çekilecekti, gerekli bilgi verilerek teyakkuza geçildi. Lâkin kusması devam ettiği için Anestezi Uzmanı Hicran boğulma ihtimaline karşılık nazogastrik sonda taktı. Midesi boş olduğu için safrayla karışık içtiği sular geliyordu o kadar ama riske atılamazdı.

   Hasta derhal tomografiye alındı sağlıkçı ordusuyla beraber ve peşlerinde tabiki Serap. Ebru elbirliği ile cihaza yerleştirildi. Yanında düşme riskine karşılık iki kişi bırakılarak diğerleri dışarı çıkarıldı. Düğmeye basıldı, işte hareket ediyor. Cihaz içeri doğru çekmeye başladı, o an gözüme canavar gibi göründü, iyice içine çekip yutacakmış gibi duruyordu.

   Ebru içerde hareketsiz yatarken biz taranan bölgeyi bilgisayardan izliyorduk. Uzmanı olmadığımızdan beliren şekillerden bir anlam çıkaramıyorduk. İşlem kısa sürede bitti ve Radyolog Emin hemen yorumladı; beyin kanaması, sol lobta başlayıp sağ loba kadar uzanan. Suratı düştü o anda, "Durumu çok ciddi, kurtulma şansı yok denecek kadar az, aşırı kanamış." dedi.

   Ah Ebru! Hâlin şimdi anlaşıldı, o mendebur ağrının sebebi beyin kanamasıymış. Ne talihsizmişsin be! Ne demeli sana? Dilimizden sadece yazık kelimesi mi çıkmalı? Bizler üzülürken Serap kahroldu. "Allah'ım yardım et ölmesin!" diye yalvarıyordu.

   Sahi ölecek miydi?

   Bahtında bu dünyadan göçüp gitmek var ise ne biz engel olabiliriz ne de bir başkası. İşte tıbbın ve insanlığın çaresiz kaldığı an. Elbette her şey yapılacaktı lâkin gerisi canı verene kalıyordu.

   Radyolog Emin kesin hükmü vermiş miydi yani? Ebru hayatının baharında göç edenler kervanına mı katılacaktı? Vakti, saati dolmuş muydu?

   Hastayı tekrardan acile aldık ve yeniden monitörize ettik. Hastanemiz ufak çapta olduğu için bu denli büyük bir vakaya müdahale imkânımız yoktu. Tam donanımlı bir hastaneye sevk edilerek saniyeler içinde  ameliyata alınması gerekiyordu. Ameliyat başarılı geçerse de ciddi bir yoğun bakım faslı olacaktı.

   Başhemşire Aycan gerekli onayı alınca hemen 112 ile irtibata geçti ve hızlıca ambulansın gelmesini istedi.

   Yapmamız gereken işleri öteleyip beklemeye başladık, çok üzücü bir vaziyetti bu. Yürüyerek geldiği hastaneden belki de cesedi çıkacaktı. Üstelik yanında iş arkadaşından başka yakını yoktu. Hoş arkadaşı da yakınlarını tanıyor muydu bakalım.

   Bizler, sağlık neferleri, müdahalenin, kanın, ölümün, kazanın, yaralanmanın, sıradan hastanın her türlüsünü görüyoruz ve alışığız. Lâkin aile fertlerinden bazıları en ufak durumu kabullenemiyor, kendini yerden yere vuruyor, ortalığı velveleye veriyor, kimi zaman da bizlere saldırıyor. Hepsini sineye çekiyoruz, biliyoruz ki canı yanandan her şeyi beklemek mümkün.

   Ebru'nun arkadaşı Serap dilini yutmuş gibi sessizce duruyor, ağlamaktan başka bir şey yapamıyordu. Ya ailesi, duyunca ne yapacaklardı? Evli miydi, çoluğu çocuğu, daha başka yakınları var mıydı bilmiyorduk. Hem koşturmaca esnasında ne işimize yarayacaktı ki? Bizim hastanede de kalmayacaktı, artık götürülen yerde mecburi olarak irtibata geçeceklerdi.

   Ambulans gelmek bilmedi, beklemek zulümdü. Hastanın beyin kanaması devam ediyordu ve her geçen saniye aleyhine işliyordu. Yani ölüm etrafında kol geziyordu. Dua ediyorduk durmadan, bir kişinin kurtulması insanlığın kurtulması demekti. Çaresiz vaziyette beklerken insanın aklına türlü sualler geliyor; ölecek mi yaşayacak mı, ne olacak... gibi.

   Yaşam savaşı veriyordu Ebru, biz bu savaşın galibi olsun istiyorduk fakat Emin Bey yaşamaz demişti, yaşamaz. Yaşa be güzelim, her şeye inat yaşa, dış kapının mandalı olsak bile bizi de sevindir. Bari sen kazananlardan ol.

   En sonunda ambulans geldi, hemen Ebru'yu yerleştirip bilgileri verdik. Işıklarını açıp, o acı sirenini çalmaya başladı. Acaba içinde umudu mu getirmişti yoksa umut bekleyene tabut mu olacaktı? Hızla uzaklaştı, ardından bakakaldık.

   O esnada şu soruyu sormak istedim: Eline düşürdüğün hasta gitti, peki sen neredesin Azrail?

   Günler sonra öğrendik ki Ebru ölmüş, yaşam savaşını kaybetmiş. Çok üzüldüm.

   Allah rahmet eylesin!

  (Gerçek hayattan)

 

 
Toplam blog
: 51
: 275
Kayıt tarihi
: 15.02.11
 
 

"OKUMAK VE YAZMAK DÜNYANIN EN GÜZEL DAVRANIŞLARINDAN BİRİDİR" Bu düşünce çerçevesinde hareket etm..