Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Eylül '12

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Neredesin sen?

“GÖNLÜM HEP SENİ ARIYOR NEREDESİN SEN”                               

“Vara vara vardım şu kara taşa
Yazılan geliyor sağ olan başa
Aman aman aman aman oy
Beni hasret ettin dosta kardaşa
Bir ayrılık bir yoksulluk biri de ölüm
Aman aman aman aman oy…”

“Ay Dost” deyince feryadı ile yeri göğü inleten, ‘Avşar elleri’ gibi kalkıp kalkıp göç eden gönül delisi bir babanın oğludur. Hem çalmış, hem oynamış, hemi okumuş, hemi de söylemiş, sırasında keman çalmış, cümbüş çalmış, zil takıp meydanlarda oynamış, oynadıysa da, başkasının değil, babasının sazının önünde oynamış, en sonunda sazına kendince bir düzen vererek gönül telini titretmiş, ‘garip’ oğlu ‘garip’ bir usta: Neşet Usta. Yaşar Kemal’in  yakıştırmasıyla; ‘Bozkır’ın Tezenesi’: Neşet Ertaş.

İlkokul yıllarımın yazlarını hatırlarım da. Babam, okul tatilinde, hasat zamanı bizleri amcalarımızın yanına katarak köyümüze gönderirdi. Uçsuz bucaksız bozkırın ortasında göz alabildiğine sarı, güneş altında yaldız yaldız parlayan, Van Gogh’un resmini andıran buğday tarlaları. Dereymiş, çaymış ‘Hak getire’! Sadece kurumaya yüz tutmuş bir su yatağı: ‘Acı Su’. Yeşili görmek, yeşile koşmak için üzüm bağlarına, kavun karpuz ‘bostan’larına koşardık. Bazıları ‘koruk’ olmakla birlikte, henüz olmaya yüz tutmuş, kütür kütür, iri üzüm tanelerini dişleyerek bir nebze olsun susuzluğumuzu giderirdik. Neşet Ertaş’ın “Bağa Gel Bostana Gel” türküsüne de konu olmuş bağları-bostanları gördüm. Üzüm asmaları şahidimdir.

Ozanlar diyarı şirin Kırşehir

 Akşama doğru, evlerinin, yuvalarının özlemiyle yorgun argın, köyümüzün girişindeki ‘A yol’ ismi verilen upuzun rampayı ağır ağır çıkarken bir toz bulutunu havalandıran, önde ‘küçükbaş’lar, arkada ‘büyükbaş’lar, en arkada da ‘karabaş’ların geçit törenini izlemek biz çocuklar için doyulmaz bir zevk idi. Şimdilerde ise bir özlem, bir burukluk kaplar içimi. Nerede o eski sürüler, nerede o eski dam evler, nerede o gaz lambalarının gölgesinde yapılan eski köy odası sohbetleri? Nerede o sevgi, nerede o saygı? Atların çektiği döğenlerin buğday saplarını adeta döverek ezerken çıkardığı sesler. Hani nerede o gece yarılarına kadar devam eden biçer döğerlerin başakları koparıp yutan, sonrasında traktör vagonlarına buğday tanelerini yağmur gibi saçan hasat şöleni? Ve o çocukluğumun ‘üç gün üç gece’ süren köy düğünleri... Bu yazımda da mı ‘Affan Dede’yi çağırsam?  O uzayıp giden, yılan gibi kıvrılan yollar. Düşünün 1960 model ‘hard top’ iki kapılı, otomatik, altı kırmızı, üstü beyaz, 6 silindirli spor bir ‘Chevrolet-Impala’. Babam’ın arabası. Babam ‘Ömer Usta’; oto tamircisi. Kırşehir’i geçtikten, Mucur’a geldikten sonra ‘Petrol’ün karşısından rahmetli babamın ‘çöl’ diye adlandırdığı o zamanlar stabilize olan köy yollarına daldıktan, tozu dumanı arkamızda bıraktıktan bir süre sonra direksiyonu ben alırdım. O arabalarla da o yollardan geçmek, hani büyük bir keyifti. Belki 10, belki de 15 köy geçerdik, Kırşehir ile Nevşehir arasında paylaşılamayan köyümüz ‘Hızıruşağı’na varabilmek için. Ozanın dediği gibi:

“Ana vatanımsın, baba yurdumsun,    

Ozanlar diyarı şirin Kırşehir...”

Türkü aşkın icabıdır

Muharrem Ertaş ile başlayıp, Hacı Taşan ve Neşet Ertaş ile devam eden bu ‘Abdal’* ekolünün en büyük özelliği saz ile sözün kendinden geçilerek aşk ile çalınıp söylenmesi. Tıpkı ‘Vahdet-i vücut’ gibi. “Türkü söylerken ben bende olmuyorum. Söylediğim türkü neyi anlatıyorsa, ben de onunla beraber oluyorum. Neredeyim, onu da bilemem” diyor Neşet Usta. Ona göre “Türkü aşkın icabıdır, ifadesidir. Yüreğinde aşkı biten türkü söylemesin. Aşkı biten saz çalmasın.” Ünlü ressamımız Orhan Peker’in "Resim benim için bir varolma meselesidir. Yani ben resim yaparken kendimi mevcut hissederim." sözleriyle ne kadar da benzeşiyor, değil mi? Zira, Orhan Peker'in toprağa kök salmış meşhur Aşık Veysel portresini resimlemesi boşuna değildir.

Aşktır, sevgidir; gurbettir, hasrettir; elemdir, kederdir çalıp söyledikleri. Baba Muharrem Ertaş’ın Dadaloğlu’ndan derlediği “Aman yine göç eylemiş avşar elleri...” diye başlayıp yeri göğü inleten, kavim kardaşı dinleten bozlakları, türküleri tarihimizi anlatırken, Neşet Ertaş’ın dizeleri daha çok gönül telimizi titretir. Tıpkı;

“Şu garip halimden bilen işveli nazlım
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen
Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” ya da

“Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle yol gizli gizli” dizelerindeki gibi...

Neşet Ertaş, o köy senin, bu kasaba benim, babasıyla birlikte köy düğünlerini şenlendirerek geçirir çocukluk günlerini. Küçüklükten beri kendisi de yazmakta, dörtlükler karalamaktadır. Bir gün Baba Muharrem ''Kendi türkülerini söylüyorsun ama, sonunda bir şey demiyorsun'' diyerek uyarır Neşet’i. Değil midir ki, Dadaloğlu, Karacaoğlan son dörtlükte kendi isimlerini anarak bir şekilde halk şiirimize imzalarını atarlar.  Neşet’in “ne ekleyeyim” sorusuna babasının "Bizler garibiz oğlum, bize garipler derler, gönül de gariptir" cevabı üzerine artık, Neşet Ertaş'ın türkülerinin içinde "Garip" mahlası geçer. Giderek olgunlaşan bu dörtlükler bir anlamda onun hayatının, aşkının, gurbet yollarının seyir defteri gibidir. Öyle ki, Nida Tüfekçi’nin derlediği ‘Yozgat Sürmelisi’ne “Yozgat ellerinde garip garip gezerken” kendi yaşadığı aşkı anlatan sözleri yazmış, “bir de ‘Yozgat Sürmelisi’ni halkımız benden dinlesin, ben de böyle çalıp söyledim” diyerek kendi içtenliğini, kendi ezgisini katmayı bilecek kadar da cesur bir ozandır O.

Yandı bağrım yandı aşkın elinden

O’nun sazında, O’nun sözünde aşkın alevini, O’nun deyişiyle ‘göynünün yarasını’, bitip tükenmez bir özlemin dumanını gördüm. O nasıl bir içtenliktir, nasıl bir iç çekiştir ki, dinleyenin yüreğini dağlamasın; o nasıl bir kıvraklıktır ki yürekleri hoplatmasın, dinleyeni hop hop oynatmasın.

Gönül bir kere yanmayagörsün, uslanmaz artık:

“Yandı bağrım yandı aşkın elinden
Bir de sen yakıp gönderme beni
Ben mecnun olmuşum sevda çölünde
Yeniden mecnuna dönderme beni.”

Neşet Ertaş'ı dinliyorum. Önce usul usul dokunuyor sazının tellerine, tıpkı yerinde duramayan tayını birazdan ‘doludizgin’ koşturacak bir süvari gibi. Hazır olduğunu hissettiği anda vuruyor ha, vuruyor sazının teline, sesi de aynı anda çağlayıp taşıyor, avazı çıktığı kadar ovaya yayılıyor.  Derken birdenbire bir sessizlik, bir dinginlik, sanki fısıldıyor sevdiğine. Ve tekrar coşuyor sazıynan sözü. Ritim değişiyor, çeşitleniyor. Parmaklar karınca misali, ama bir yılan kıvraklığıyla dolaşıp duruyor perdeleri, titretiyor telleri, ama hiçbirini küstürmeden. “Off! aman, aman...”

Son ‘Abdal’

Bozlaklarında "Bozkırın sınırsız feryadı"nı avaz avaz seslendiriyor, tellendiriyor Neşet usta. Ve ekliyor: "Ozan da bozkıra aittir. Dolayısıyla ozanın feryadı, bozkırın feryadı demektir. Ölçüsü yok." Zira, Van Gogh’un “Akademik desenler baştan aşağı kusursuz bile olsa eksik, yavan ve tekdüzedir. Yeni birşey söylemez” düşüncesine katılmamak, resim ile müzik arasında bir bağ kurmamak mümkün değil. Neşet Ertaş da herhangibir eğitim almadığı, okula dahi gitme imkanı bulamadığı halde kendine özgü apayrı bir tavır geliştirmiştir. Tabi, bu tavır, Orta Asya’dan Anadolu’ya taşınan, sazı kendisine emanet eden baba Muharrem Ertaş’tan kopup gelen damarlarla beslenen, ama, yenilenen, çeşitlenen, renklenen bir tavırdır. Bir büyük usta, bir koca yürektir O. Ne yazık ki henüz okuma fırsatı bulamadığım ‘Neşet Ertaş Kitabı’nın da yazarı Bayram Bilge Tokel, Neşet Ertaş’ı “...söylediği türküler, bu türküleri söyleyiş tavır ve üslubu, sesini kullanma teknikleri, gerek seste, gerek sazda bastığı perdeler, bağlama çalma tekniği ve hatta kullandığı bazı makamlar ile mevcut kuralların sınırlarını zorlayan bir sanatçı” olarak tanımlıyor. Bence Neşet Ertaş dağ yürekli, ova gönüllü bir adam; ‘Abdal’ geleneğinin belki de son temsilcisi. ‘Son Abdal’. Sonuç: Sazda Neşet Ertaş, söz’de Neşet Ertaş, seste Neşet Ertaş.

Nerede bir köy türküsü duysam

Halk müziğine gönül vermiş bir arkadaşım Hakan Kara ise ilginç bir değerlendirmede bulunuyor. Ona göre Neşet Ertaş’ı Neşet Ertaş yapan sesinden, sazından öte yarattığı türküler. O türküler ki hepsi de daha bir asrı bile doldurmadan sanki anonim bir türkü gibi benimsenmiş, şarap gibi yıllanmış, tatlanmış, ama her dem taze Neşet Ertaş türküleri. Köy türküleri. Bedri Rahmi, kimbilir  belki de Neşet Ertaş türküleri için söylemişti o sözleri:

           “Şâirim,

            Zifiri karanlıkta gelse,

            Şiirin hasını ayak sesinden tanırım,

           Ama,

            Nerede bir köy türküsü duysam,

            Şâirliğimden utanırım.”

Doyulur mu doyulur mu

Neşet Ertaş’ın türküleri pek çok sanatçı tarafından seslendirilmiş, dillendirilmiştir. Örnek mi? İşte Cem Karaca’nın söylediği “Kendim ettim kendim buldum” parçası. Arap Mustafa-Neşet Ertaş ortak türküsü olan “Zahidem” ise Zeki Müren tarafından apayrı bir yorumla yeniden müziğimize kazandırılmıştır. Öyle ki, bir gün, bir yerde Zeki Müren tarafından okunulan ‘Zahidem’in ikinci bir dörtlüğü, orada bulunan Neşet Ertaş tarafından yakalanarak birlikte düet bile yapmışlar ve Zeki Müren “Olmaz böyle şey” diyerek başını duvarlara vurarak hayranlığını ve şaşkınlığını ifade etmiştir. Ve daha nice Neşet Ertaş türküleri:Gel Yanıma Gel, Kaşların Karasına, Niye Çattın Kaşlarını, Suda Balık Oynuyor, Kesik Çayır, Yalan Dünya, Yandı Bağrım, Yazımı Kışa Çevirdin, Köprüden Geçti Gelin, Gönül Dağı,... Ertaş, sadece kendi türkülerini değil başka türküleri de büyük bir içtenlikle yorumlamıştır. Öyle ki, bu türküler dahi Neşet Ertaş türküleri olarak anılmaya başlamıştır. Örnek mi; Aşık Ali İzzet’in “Mühür Gözlüm” türküsü.

"Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hızmatçısıyım" diyebilecek kadar alçak gönüllü Neşet Ertaş’ı ‘Çim Amfi’de, bahar akşamının ayazında dinlemek bile çok keyifliydi. Sözlerimizi burada Neşet Ertaş’ın “Doyulur mu, doyulur mu” türküsünden bir dörtlükle bitirelim.

“Hem bahara hemi yaza
Yarın ettikleri naza
Yar aşkına çalan saza
Doyulur mu doyulur mu”

Rahmetli Babam Neşet Ertaş’ı bir konserde dinlemiş miydi, sanmıyorum. Ama, yıllar önce belki bir köy düğününde olabilir. Bu yazımı 17 Temmuz 1997 yılında kaybettiğim ‘tatlı dilli, güler yüzlü, ey ceylan gözlü’ babam Ömer Bender’e ithaf ediyorum. Babamı hasretle anmama vesile olduğu ve bu güzel türküleri yaktığı için büyük usta Neşet Ertaş’ın önünde, bir kez daha saygıyla eğiliyorum. Var olasın usta, şen olasın usta. Toprağın Çiçek Dağı gibi çiçek dolsun Neşet Baba. "Ah Yalan Dünya..."

“Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen...”

*‘Abdal’:Gezgin derviş anlamında da kullanılan 'Abdal’ kelimesi 'Horasan'dan Anadolu'ya göçen, sazıyla sözüyle anılan bir Türkmen aşiretinin de adıdır aynı zamanda. Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal gibi Orta Anadolu aşık geleneğinin temsilcileridir. Saz ile söz ile büyüyen 'Abdal’lar, günümüzde köy düğünlerini şenlendiren saz çalan, keman çalan, geçimlerini bu yolla sağlayan bir topluluk olup bu geleneğinin yakın geçmişteki en önemli temsilcileri  Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Çekiç Ali ve Neşet Ertaş’tır.

Not:Neşet Ertaş türkü sözleri ve ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.nesetertas.com

Alaattin Bender

 http://www.alaattinbender.com/

 
Toplam blog
: 26
: 8842
Kayıt tarihi
: 21.11.06
 
 

1990-1994 yılları arasında T.M.O. Plastik Sanatlar Atölyesi'nde Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar ..