Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Şubat '10

 
Kategori
Edebiyat
 

Niçin yazıyoruz?

Niçin yazıyoruz?
 

Niçin yazıyoruz?
Bu sorunun bir cevabı var mı sizce?
Yazar” mısınız yoksa “Yazan” mısınız?
Yoksa her “yazan”ın “yazar” olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Sizin için yazmak bir amaç mı yoksa araç mıdır?
Yazmak için mi yaşıyorsunuz ya da yaşadıklarınızı mı yazmak istiyorsunuz?
Niçin yazıyoruz?
Cevabını biliyor musunuz?

Cevabı her yazana ve yazara göre değişir bence. Hatta bu sorunun cevabının yazı türüne göre bile değiştiğini düşünüyorum. Şiir, öykü, roman her birinin yazılış nedeni farklıdır.

Bence her şair şiirin içine gizlenir. Özeldir ve özneldir şiir. En özelini, en gizlisini döker ortaya. Ama yazdığından çok yazmadıkları vardır kelimelerinde. Öykü roman olabilecek bir şeyi, gizleyerek yazmak için süzgeçten geçirir diyeceklerini. Yazarken gizler. Şiir yazan biri çırılçıplak soyunur neredeyse. Ama gösterdiği kadar gizler de…
Başucu kitabım; Yaşama Uğraşı'nda Cesare Pavese şöyle der;
“Sevişmek gibi bir şeydir şiir yazmak: duyduğu tadın paylaşılıp paylaşılmadığını hiç bilemez insan.”
Bugüne kadar duyduğum en güzel şiir tanımlamasıdır. Saygıyla eğilirim karşısında.

Öykü ve roman gibi hayal ürünü/kurmaca olan yazı türünde ise yazar kendi gerçeğinden biraz uzaklaşarak yazmalıdır bence. Kendinden bir şeyler katmalı ama birebir kendi hayatı olmamalıdır yazdıkları, zira o zaman “anı” olur.
Gabriel García Márquez, kendi yaşam öyküsünü anlattığı anı kitabı Anlatmak İçin Yaşamak’ta;
“İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır” diyor. Ve bence, yazan kişi bir süre sonra anlıyor ki, gerçekten de esas yaşanan değil, yaşanan şeylerin senin hafızanda kalan şekli ve daha da önemlisi tüm bunları kâğıda dökerken kullandığın düş gücünle öykünü beslemendir aslolan.
Tam da bu noktada Murathan Mungan gelir aklıma. Üç Aynalı Kırk Oda’da der ki;
"Günün birinde yazdıklarımdan bir perde çekeceğim hayatıma. Herkes kâğıt üstüne yazılanları benim hayatım sanacak, ben de hayatımı saklamış olacağım böylelikle. Saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir, biliyor musun? Herkes seni gördüğünü sanır, sen de rahat edersin. Kasada oturan kız gibi! Herkes kasadaki kızı görür, ama kimse tanımaz."

Çoğu kişi okudukları öykü/romanın, yazarın düş dünyasından olduğunu unutup, yazarın kendi hayatı sanır. Bu yüzden yazı yazmaya yeni başlayan kişiler, okuyucunun bu yanılgısından korkup, yazacaklarını törpüler. O zaman yazarlar çok mu cesur kişilerdir? Cevabı kişiye göre değişen yeni bir soru daha çıktı.
Yazdığımız için cesur muyuz yoksa korkak olduğumuz için mi yazıyoruz?

Yazı türlerinden bağımsız olarak ana sorumuzu dönersek;
“Niçin yazıyoruz?” un bir cevabı var mıdır acaba?
“Yazan” biri olarak, bu soruya her cevap arayışımda benim aklıma başka başka sorular gelmekte. Ama bu soruya yazarların verdikleri cevaplar da var elimizde;

Murathan Mungan da bu sorunun cevabını araştırmış ve "Yazıhane" isimli kitabında farklı yazarların yazı ile ilişkilerini anlatan denemelerini bir araya getirmiş. 'Yazıhane'nin önsözünde ise; "Niçin yazıyorum? Doğrusunu söylemek gerekirse, ben de tam olarak bilmiyorum. Çünkü çoğu kez, yazarın kendi de tam olarak bilmez bunu. Dünyanın kendinden en emin yazarları bile, bu soru karşısında tutukluk çekerler; yanıtlarında, her zaman bir belirsizlik, bir bulanıklık, sözün gelip dayandığı bir noktadan sonra seslerine yerleşen bir geçiştirme tonu vardır. Gene de, ne zaman bir yazarın, 'Niçin Yazıyorum' başlıklı bir yazısıyla karşılaşacak ya da bu dolaylarda yapılmış bir konuşmasını görecek olsam, elimde olmaksızın, sanki yıllardır aradığım yanıtı bu kez bulacakmışım gibi ilgiyle okumaya başlarım. Oysa her seferinde, doyurucu bir yanıttan çok, önceden örneklerini bildiğim, bana hiç yabancı gelmeyen benzer bir 'açıklama sancısıyla' karşılaşırım. Biz yazarları birbirimize akraba kılan bir sancıdaşlıktır bu." demiş.

Öykü deyince aklıma ilk gelen kişi, okuduğum ilk öykücü; Sait Faik şöyle der Haritada Bir Nokta’da ;
“Niyetim, yazı yazmak bile değildi. Balığa çıkacaktım. On kuruşa kahve, yirmi kuruşluk köylü cigarası içecektim. Kaybettiğim her şeyi; insanlığı, cesareti, sıhhati, iyiliği, dostluğu, alın terini, sessizliği yeniden bulacak; belki yeniden bir adam olmasam bile bir temiz hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecektim. Aklıma ara sıra esen yazı yazmak arzusunu değil, kötü huyunu, bu tek kötü huyu muvaffakiyet, şöhretler düşünmeden ‘ve düşünürsem Allah canımı alsın!’ düşüncesiyle yeniden bulabilirsem, kalemsiz kâğıtsız dağlara fırlayacak balığa çıkacaktım. Yazmayacaktım.


Söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi. Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet, neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

Yazmasam deli olacaktım!
Ben de, delirdiğim için yazmaya başladım diyebilirim Sait Faik’in üzerine.

Marguerite Duras ise “İnsan içinde bir yabancıyı barındırır. Yazmak işte o yabancıya ulaşmaktır. Budur ya da hiçbir şey değildir.” demiş. Sanırım Duras bu tanımlaması ile karşımıza başka bir soru daha çıkarmakta. Kendi içindeki yabancıya ulaşmak için yazan biri, kendi için yazıyor demektir. Bazen yazmaya başladığımızdaki ben’le, yazmayı bitirdiğimizdeki ben aynı kişi olmayabiliyor. Yazarken daha önce hiç de düşünmediğimiz şeyler dökülüyor kalemimizden. Ve böylece içimizden bir yabancı çıkıveriyor. Evet, yazma serüveni bazen benden içeri olan beni çıkarmak için denediğimiz bir yol olabilir. Ama gerçekten sadece kendimiz için mi yazıyoruz acaba?

Öte yandan sadece “ben” için yazmayan “diğerleri”nden ayrılmak için yazdığını söyleyen bizden bir yazar Tarık Buğra'ya göre yazmak "sürüden ayrılmak”tır. Yazmaya soyunan kişi, az-çok kalabalıklardan farklı olduğunu sezinleyen insandır. Onun farklılığına toplumun ihtiyacı vardır. O halde, yazar taşıdığı değerin ayırdına varmalı ve kendisini sıradanlaştıracak duruşlardan uzak olmalıdır. Toplum da yazara gereken önemi vermelidir. Tarık Buğra, verdiği bir mülâkatta bu düşüncelerini şöyle açıklar. “Bir ödül için kendisini satan adam, ne yazar olabilir, hatta insan bile olamaz. İnsan olunmadan da yazar olunmaz. Bağımsızlık lâzım. Sıradan insan değildir yazar. Bunu politikacılar kabûl etmez, fıkra yazarları kabûl etmez, eleştirmeciler kabûl etmezler bunu... Ama, gerçek yazar, sıradan bir insan değildir. Ona ihtiyacı vardır toplumun. Bu ihtiyacı duyan toplum yükselir. Bu ihtiyacı karşılayan insan kazanır.”

Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen isimlerinden Arjantinli yazar şair Jorge Luis Borges da şunları söylemiş;
" Yazmaktan vazgeçemem… Benim kaderim, (bir okur ve) yazar olarak, hep edebiyata dönük oldu: Ben acil bir soruna ve bir iç gerekliliğe yanıt vermek için yazarım. Ancak, kendi adasında yaşayan bir Robenson olsaydım, asla yazmazdım! Yalnızca gerekli olduğunu hissettiğimde yazarım. Konu aramam. O’nun gelip, beni bulmasını beklerim."

Daha pek çok yazar niçin yazdıklarına dair farklı farklı şeyler söylemişler, ki bizim için de bunun cevabı belki de yazan kişi sayısı kadar çeşitlenebilir. Ancak bu konuda okuduğum en güzel yazılardan bir tanesi J.Paul Sartre’ a ait. “Niçin Yazıyoruz?-Edebiyat Üzerine” başlıklı yazısında Sartre;
“Herkesin kendine göre bir nedeni var: şunun için sanat bir kaçıştır; öbürü içinse bir fetih yolu. Ama insan keşişliğe, deliliğe, ölüme de sığınabilir; fetih, silahla da yapılabilir. Neden ille de yazmak, kaçış ve fetihlerini 'yazı aracılığıyla yapmak? Çünkü, yazarların çeşitli amaçları ardında, hepsinde ortaklaşa bulunan, daha derin ve daha anlık bir seçim var. Bu seçimi aydınlatmaya çalışacağız ve işte sırf bu yazmayı seçişleri yüzünden yazarların bağlandığını ileri sürüp süremeyeceğimizi göreceğiz.” der. Çok güzel ve çok faydalı bir yazıdır. Tamamını okumanızı tavsiye ederim.

Niçin yazıyoruz sorusunu ustalara bırakıp, ben bu yazıyı niçin bugün yazdım sorusuna gelince;

Bugün 14 Şubat Dünya Öykü Günü.

2003 yılında ilk kez Meksika’da Uluslararası P.E.N. Kongresi’nde onaylanarak kabul edilen ve 2005’te Unesco’nun Kültür Takvimine girerek dünyanın birçok ülkesinde 14 Şubat Dünya Öykü Günü olarak kutlanmaya başlandı.

Niçin ve kim için yazdığımızı ve yazmakla ilgili daha birçok soruyu tam olarak cevaplayamazsak da şunu biliyoruz ki;

Her insanın bir öyküsü vardır. Hatta bazen aynı öykü pek çok kişinin hislerine ev sahipliği yapar. Yaşadığımız yer, zaman farklı olsa da, hayat sahnesinde aynı öykünün kahramanları oluruz. Tüm bunları okudukça anlarız. Haritaya baktığımızda, dünyanın diğer ucunda yaşayan, farklı dil, farklı dinden olan bir yazar, öyle bir öykü yazar ki, bizi yanı başımızdaki kişiden daha fazla tanıdığını düşünürüz. Kelimeleriyle tenimize dokunur. Öykülerin vatanı, dili, dini yoktur. Öykü dünyasında hepimiz aynı dili konuşur, aynı topraklarda yaşarız. Her birimizin farklılıkları sorunlara neden olmaz, tam tersi öykümüzü renklendirir.
İşte bu yüzden 14 Şubat’ta Sevgililer Günü’nün yanında Dünya Öykü Günü'nü kutlamayı unutmamalıyız.

Sevgililer Günü demişken, her aşktan bir çocuk doğmuyor. Ama her aşktan bir öykü çıkıyor.
Bu yüzden “Sevgililer Günü”nün gölgesinde kalan “Dünya Öykü Günü” şikâyet etmiyor birbirini gerçekten seven sevgililerin gününe ortak olmaya.
Biliyor ki, yaşanan her aşk bir öykünün içinde hapsolacak.
Ve her aşk bir gün son bulurken öyküleri hiçbir zaman sonlanmayacak.

Öykü yazan, öykü okuyan ya da herhangi bir öykünün yazılmasına vesile olan, niçin yazdığını bilen, bilmeyen kısacası öyküyle beraber yaşayan herkesin Dünya Öykü Günü kutlu olsun.

 
Toplam blog
: 73
: 5913
Kayıt tarihi
: 06.09.06
 
 

Yılın en uzun gecesinde doğmuşum. Bu yüzden midir bilinmez ruhlarımızın özgür kaldığı geceleri se..