Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ekim '10

 
Kategori
Öykü
 

Nifak...13

Nifak...13
 

Murat bir eve taşınıyor.


-Oğlunuzun üzerinden çıkan eşyalar bunlar. Şuraya bir imza atıp alın bunları!

-Evlat, ben imza atmayı beceremem.

-Avni Bey, oradan ıstampayı verir misiniz? Beyefendi, basın parmağı­nızı ıstampaya, sonra da şuraya. Tamam oldu. Bizimle işiniz bitti. Yalnız yapılan masraflar için 4500 lira ödemeniz gerekiyor. Ancak o zaman ce­nazeyi size teslim ederiz.

-Ne parası bu? Üstelik çok da… Bakayım bende ne kadar var? İşte hepsi bu! Yüz elli, yüz atmış, yüz atmış beş , yüz atmış yedi buçuk…

-Az o, yetmez! Daha çok lazım.

-Fakir kağıdı çıkartsak olmaz mı?

-Olmaz! Burası devlet hastanesi mi ki fakir kağıdı çıkaracaksın?

-Acep ne yapsak şindi? Kemal oğlum! Sen bi şey düşün ha…

-Bir dakika Hüseyin emmi, şimdi arkadaşlardan toplarız. Sen tasalanma, parayı temin edip cenazemizi buradan çıkarırız.

***

O gece Murat Fatih’de oturan arkadaşlarının yanına gitmişti. Oturup uzun uzun sohbet etmişlerdi. Laf lafı açmış, sohbet uzadıkça uzamıştı. Saa­tin 01’i geçtiğini hiçbirisi fark etmemişti. Bir ara Murat saatine baktığında vaktin hayli geç olduğunu görmüş ve müsaade isteyerek gitmeye hazırlanmıştı.

Arkadaşları vaktin çok geç olduğunu, bu saatten sonra gitmesinin çok sakıncalı olacağını, o yüzden burada yatmasını söylemişlerdi ve hatta bu konuda ısrar etmişlerdi. Fakat Murat mutlaka gideceğini, başının ağrıdığını dışarı çıkınca belki açılabileceğini söyleyerek yerinden kalkmıştı.

Dolmuştan Şehremini durağında indi. Hemen hemen ortalıkta kimseler görünmüyordu. Gelip geçen arabaların sayısı da bir hayli azalmıştı. Işık­ların olduğu yerden karşıya geçti ve sakin adımlarla yürümeye başladı. Biraz ilerde iki sarhoşun birbirlerine sarılarak yürümeye çalıştıkları­nı gördü. Hızlı adımlarla onları geçti. Başı yine ağrıyordu. Temiz havayı ciğerlerine birkaç defa arka arkaya çekti, içinde tarifi imkansız bir sı­kıntı da vardı. Parkın yanına geldiğini fark edince içeri girdi ve bir ban­kın üzerine oturdu.

Gözlerini gökyüzüne dikti, bir müddet bir şeyler ararcasına öylece kaldı. Yorulmak bilmeksizin dönen milyarlarca yuvarlığı ve onların tâbi oldukları düzeni düşündü. İnsan aklının alamayacağı bu sonsuzluk ona çaresizlik yerine ümit, korku yerine sevinç, yokluk yerine varlık tel­kin ediyordu.

Aklına gelen soruların haddi hesabı yoktu. Hepsi de zihninden bir biri ardınca geçiyorlardı, ama o hiçbirisine cevap veremediği için üzülmüyordu. Çünkü onların da cevabını bilenin varlığını idrak etmek ye­tiyordu, artıyordu bile… Mutlak olan, tek olan, yüce olan, kısacası her şeyin üstünde bulunan Tanrı'nın varlığını canlı olan her zerresinde hisset­menin verdiği mutluluğu bir müddet yaşadı.

Gözlerini yere indirdiği zaman yeryüzünün sevimliliği, çekiciliği, güzelliği karşısında hayranlık duydu. Bir yaprağın manalı düşüşünü, bir gülün romantik soluşunu, bir derenin ahenkli şırıltısını, bir kuşun es­tetik uçuşunu, bir ağacın feylosof duruşunu, bir otun titrek büyüyüşünü nasıl izah etmeliydi? Zihnimizdeki kavramlarla açıklama getiremeyeceğimiz milyonlarca, milyarlarca muamma, şu yaşadığımız dünyada mevcut değil miydi? Ve biz insanoğlu bu dünyayı anlayabildiğimiz, şekillendirebildiğimiz oranda mutlu oluyorduk, yaşamayı seviyorduk. Hayat büyük bir lütuf olma­lıydı. Yaşamak bahtiyarlığına eren her insan Tanrı’ya her fırsatta şükranlarını ifade etmeliydi.

“Yaşamayı seviyorum, ama anlamlı” diye düşündü. Manası olmayan, he­defi olmayan bir hayatın onca hiçbir değeri yoktu.

Üşüdüğünü hissetti ve yavaşça ayağa kalkarak yürümeğe başladı. Ram­pa aşağı daracık parke taşlı yolda zihni çeşitli düşüncelerle dolu olarak etrafı görmeden gidiyordu.

***

Murat Şehremini’ndeki bu yeni evine, daha doğrusu odasına taşınalı altı ay olmuştu. Yaklaşık elli yıllık eski bir yapıydı oturduğu yer ve bir çok aileyi barındırıyordu. Ev, Veledi Karabaş Mahallesi’nin surlara yakın ıssız bir yerindeydi. Evin sokaktan, dar bahçesine açılan tahta bir kapısı vardı. Kapının açılışını da kapanışını da birkaç ev öteden bile duyulabilen sesinden anlamak mümkündü. Öyle gıcırtıya filan benzemeyen kendine özgü bir ses… Bazıları bu sesi vapur düdüğüne benzetirken kimi komşular köpek hırlamasını andırdığını söylerlerdi. Kısacası bu tartışmalı bir konuydu.. Ama kimsenin tartışamayacağı bir gerçek vardı ki o da bu kapının hiç kilitlenmediği idi. Çünkü bu daracık alanda günün hangi saatinde eve döneceği bilinmeyen yaklaşık yirmi kişi yaşamaktaydı.

Bahçede karşılıklı iki tane tuvalet vardı: Birisi bayanlara birisi ise erkeklere… Kendi cinsine ayrılan tuvalette birisinin olduğunu bilse bile bir kişi asla karşı cinsin tuvaletine girmezdi, giremezdi. Üstelik böylesi bir kural zorlamayla değil kendiliğinden oluşmuştu. Tuvaletlerdeki ibriklere suyu aklına esen herhangi bir kişi doldururdu, bu konuda bir kural ya da sıra izlenmezdi. Bahçe girişinin sağ tarafında bulunan her biri en fazla iki çeki odun alabilen beş tane kömürlük vardı. Bu daracık bahçeye mal sahibi incir, erik ve ayvadan oluşan altı-yedi tane ağacı da sığdırmayı başarmıştı.

Girişin sol yanındaki iki göz odada elli yaşlarında kocasından ayrılmış bir kadın, birisi on altı diğeri on sekiz yaşlarında iki kızı ile birlikte yaşıyordu. Küçük olanı Gülsüm büyüğü ise Necla isimlerini almışlardı. Kadının kocasının çok yaşlı olduğu ve bu yüzden adamdan ayrıldığı hatta çalıştığı yerde, evli bir adamla ilişkisinin olduğu söyleniyordu. Bazı geceler bu kızların çığlıklarıyla uyanıyordu Murat. Çünkü arada sırada evlerini ziyaret eden fareleri kovalamaları gerekiyordu. Fareler kimi zaman bahçe kapısından kaçarken bazen de tuvalet deliklerinin içinde kayboluyorlardı, ama hiçbir zaman ölü ele geçmiyorlardı. Bir keresinde büyük kız Necla’nın burnunu bir hayli kemirmişlerdi. Herkes Necla’nın bunu nasıl fark etmediğini sormuş ama tatminkar bir cevap bulamamıştı.

Kızların babaları bazen annelerinin evde olmadığı bir saatte gelir onları ziyaret ederdi. Bembeyaz saçları, bükülmüş beliyle uzaktan bile ne kadar yaşlı olduğunu anlamak mümkündü. Elinde ne olduğu anlaşılamayan gazete parçasına sarılmış bir şey de olurdu bazen. Belli ki çocuklarına bir şeyler getiriyordu. Bir gün öldüğü haberi duyuldu ama Murat buna inanamadı, çünkü kızlarının yüzünde en ufak bir üzüntü ifadesi bile görmedi. O yüzden, belki söylentidir diye başsağlığı dileyemedi. Ancak söylenti çıktıktan sonra adamcağızı bir daha gören olmadı. Belli ki ölmüştü…

Büyük kız Necla bir eczanede, küçük kız Gülsüm ise bir konfeksiyon atölyesinde çalışıyordu. Babalarının ölüm haberinden birkaç hafta sonra, bir dedikodu bombası patladı : Küçük kız Gülsüm çalıştığı atölyenin sahibinden hamile kalmıştı. İki hafta içinde Gülsüm patronuyla evlendi ve bu sayfa da kapatıldı.

Necla ve annesi Gülsüm evlendikten sonra normal yaşantılarına döndüler. Onların yanındaki iki göz oda daha vardı ve orada da üç tane kızı ve üç tane de oğlu olan çöpçü Dursun oturmaktaydı. Çöpçü Dursun doğuluydu ve Kürt olduğunu çekinmeden söylerdi. Kızlarının birisini daha on beş yaşında iken bir köylüsünün oğlu ile evlendirmişti. Diğer ikisi evde hizmet görüyorlardı. Üç oğlu da Topkapı’da ayakkabı boyacılığı yapıyorlardı ve akşamları babalarına çokça para getiriyorlardı. Zaten Dursun da çöpçülükten iyi maaş alıyordu. O nedenle ekonomik durumu düzgündü. Çok da cömertti. Mevlanakapı’daki kıraathanede her gördüğüne bir şeyler ısmarlardı. Nerdeyse yoldan geçenleri bile zorla çevirip ikramda bulunmak isterdi. Kendisi oyun oynamaz ama oyun oynayan bazı masaların hesabını o öderdi.

Dursun’un en büyük zevklerinden birisi havanın iyi olduğu günlerde evinin önündeki bahçede çay içmek ve komşularına çay içirmekti. Her defasında Murat’ı da mutlaka çağırırdı. Murat ders çalışma mazeretini ileri sürüp gitmek istemezdi ama Dursun çok ısrarcıydı. ”Biraz ara ver derse. Geceler uzun, çalışacak daha çok zamanın var.” deyip Murat’ı kolundan tutar adeta sürükleyerek götürürdü. Dursun kapı önüne bağdaşını kurar ve hanımına seslenirdi: ”Fatma, bardakları, tepsiyi, çaydanlığı, şekeri getiriver!”

Karısı Fatma elindeki malzemelerle gelirdi. Fatma her zaman başörtüsünün üzerinden alnını ince bir bez kuşakla sıkardı ve bunun baş ağrısına iyi geldiğini söylerdi. Onun bu savunmasıyla Dursun dalga geçerdi ve derdi ki: “Onu bağlayacağına elli kiloluk bi çuval koy kafana, yüz kere git gel bir şeyin kalmaz.”

Gelen bardaklar temiz olmasına rağmen Dursun kızlarından birisini hemen mahalledeki sokak çeşmesine gönderir, getirilen bir kova suyla da bu bardakları köpürte köpürte zevkle yıkardı. Küçük tüpün üzerinde demlenen çayı bardaklara doldurur, itinalı bir şekilde şekerlerini koyar, çayları ikram ederdi. Dursun, demlediği çayı beğenerek içen insanları gördüğünde bundan büyük bir haz duyardı.

Bahçede bir de Murat dahil üç ailenin oturduğu iki katlı bir bina vardı. En alt katta hastanede çalışan “Gavur Yusuf” lakaplı bir kişi, karısı ve bir oğluyla birlikte oturuyordu. Gavur Yusuf, geceleri oldukça geç bir saatte eve gelirdi ve eli kolu dolu olurdu. Filelerle meyve, tekerlek tekerlek kaşarlar, kilo kilo etler getirirdi. Bazen bunların bir kısmını komşularıyla paylaşırdı. Karısı Ayşe’nin pazara ya da bakkala gittiğini gören hiç kimse olmamıştı. Çünkü Yusuf’un eve getirdiği şeyler onlara yetip artıyordu bile. Bazen Ayşe sıcak bir çorba ya da içinde et bulunan bir yemekle Murat’ın kapısını çalar, “Sen öğrencisin, beslenmen lazım.” diyerek yemekleri bırakıp giderdi. Ayşe, çok sinirli ve geçimsiz bir kadın olmasına rağmen Murat’ın evde bulunduğu zamanlarda onu rahatsız etmemek için sesini bile yükseltmeden konuşurdu. Zaten bu kurala sadece Ayşe değil, orada yaşayanların hepsi itina ile riayet ediyorlardı. Murat’ın sınavlarının olduğu zaman adeta sözleşmişçesine her tarafı bir sessizlik sarıyordu. Oysa ki ilk başlarda bir bekara evini kiraya verdiği için ev sahibine oldukça öfkeliydiler. Aradan geçen kısa bir süre sonra herkes Murat’ı benimsemiş, adeta bağrına basmıştı.

Gavur Yusuf’un bir de tamircide çalışan annesi gibi deli dolu bir oğlu vardı. Okumadığı için, kısa yoldan meslek sahibi olması amacıyla babası onu bir tamircinin yanına çırak vermişti. Yusuf, Murat’la olan konuşmalarında oğlunun okumaması karşısında duyduğu üzüntüyü sürekli dile getiriyordu ve bu yüzden Murat’a gıpta ediyordu. “Sen de bizim oğlumuz sayılırsın. Sakın çekinme, bir ihtiyacın olursa, paran biterse mutlaka iste.” diyordu. Bazı geceler geç saatlere kadar Murat’la sohbet etmek onu mutlu kılıyordu.

Evin üst katında üç tane oda vardı. Bunlardan bir tanesi Murat’a aitti, diğer ikisinde ise bir boyama fabrikasında işçi olarak çalışan Mehmet, eşi Sevgin, kızı Aynur ve oğlu Recep oturuyorlardı. Mehmet Trakya çocuğuydu. O yüzden şivesi Murat’a biraz komik geliyordu. Mehmet’in eşi Sevgin’e teyze diyor, onu gerçek teyzesiymiş gibi seviyordu. Aynur ve Recep, oldukça küçüktüler. Henüz ilkokula bile başlamamışlardı. Çok da yaramazdılar. Dışarıda oynama alanı bulamadıkları için fırsat buldukça evin içinde yaramazlıklarını oyun şeklinde sürdürüyorlardı. Ancak ikisi de Murat’a karşı korkuyla karışık bir saygı duymaktaydılar. O yüzden Murat evde olduğu zaman fazla yaramazlık yapma imkanına sahip değillerdi. Çünkü bir odaları Murat’ın odasıyla bitişikti. Arada sadece bir duvar vardı.

Murat’ın odasına alt kattan dik bir merdivenle çıkılıyordu. Murat bu merdivenlerin sayısın bilmesine rağmen birçok kez çıkarken tekrar tekrar sayıyordu: “Tam onsekiz basamak…” Merdivenin bitiminde Murat’ın elini yüzünü ve bulaşıklarını yıkadığı, ancak çeşmesi olmayan bir lavabo vardı. Bu ihtiyaçlarını mahalle çeşmesinden getirdiği suyu doldurarak ucuna musluk takılmış, kulpundan duvara çiviyle tutturulmuş, plastik bir bidonla gideriyordu. Murat’ın odasının kapısı tam lavabonun karşısındaydı.

Murat’ın odasında yatak ve birkaç parça eşyadan başka bir şey yoktu. Odanın oldukça geniş bir penceresi vardı ve buradan boş bir arsa ve bunun önünden geçen dar bir yol görünüyordu. Odasının tavanı tahta kaplıydı. Ancak bu tahtalar yılların tahribatına yenik düşmüştü. Bazılarının araları açılmış bazıları tahtakurularına yem olmuş, lakin hepsinin ortak özelliği kir içinde simsiyah bir renge bürünmüş olmalarıydı. Murat, yatağa yatıp yukarıya bakarak düşündüğünde bu görüntünün düşüncelerini de kararttığını fark etmiş ve ilk fırsatta bir kırtasiye dükkanından aldığı küçük küçük çiçeklerle bezeli birkaç tabaka kağıdı raptiyelerle tavana tutturmuştu. Sonra eserine bakıp kendisiyle adeta övünmüştü. Bu basit işlem Murat’ın odasını adeta şirin bir çocuk odasına döndürmüştü. Şimdi tavana baktıkça daha iyimser düşünceler ürettiğini görüyordu. Annesinin, babasının, abisinin hayalleri bu temiz fonda daha net bir şekilde gözünde canlanıyordu.

(Devam edecek)

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..