Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Şubat '09

 
Kategori
Felsefe
 

Nörogenetik - Ah şu beynime gelenler! Bir nörofelsefî prolog

Hepimiz, ya gerçekten, ya yalandan, ya havadan sudan ya da şöyle ‚aaah, aaah’lı, en az bir kere olsun ‚ah şu başıma gelenler!’ diye ya etrafımıza ya da kendi kendimize yakındığımız olmuştur. Bu bağlamda, derecesi bir yana, ‚yakınma’nın kendisi şüphesiz başlı başına bir fenomendir. Ancak ben bu yazımda sizlerle usûlen bildik, icaben sıradışı bir ‚yakınma’ konusunu paylaşmak istedim: ‚Ah şu başıma gelen beynim!!!’

Hakikaten hiç kendinize sordunuz mu: ‚Nereden geldi başıma şu beyin?!’. ‚Neden başıma böyle bir beyin geldi?!’. ‚Başıma gelecek başka beyin yok muydu allah aşkına?!’. ‚Gele gele bu beyin mi geldi başıma?!’. ‚Ah başıma bu beyin de mi gelecekti?!’. Dahası (hem bana sorarsanız mevzubahis yakınmanın en enteresan boyutu): ‚Başıma daha ne beyin(ler) gelecek?!’. Şakası: ‚Ayol, allah beynini vermesin!!!’. Cabası: ‚Allah şu beyni(mi)n belasını vermesin!!!’.

İzin verirseniz sorularımıza çağdaş bilim dünyasındaki yeri ve önemi yayımlanan her bir araştırma yazısıyla, uluslararası bilim platformlarında düzenlenen her bir konferans ve sempozyumla biraz daha değerlenen nörogenetik biliminin haklı ününün akıl kamaştıran (ve karıştıran) şan-ı ışığına sığınarak, sansasyon güdümlü ‚mainstream beyin’ (görücüye çıkmış ‚medyatik beyin’ diye tercüme etmeyi tercih ederdim) yazınlarından uzak, içeriği bilimsel bulgulara, yani gözlem ve deneye dayanan, salt ilmî cevapların peşindeki birkaç bilim adamının, nörogenetisyenin, düşünceleriyle harmanlayarak cevaplamaya çalışayım.

‚Başımıza gelenler’in, buna konumuz itibariyle ‚beyin’ de dahildir, genel hatlarıyla bir ucu (ister dinî, ister idealist, isterse de materyalist güdümlü bakış açısını içerir özellikte olsun) tarihî dizini (etik, sosyolojik, antropolojik vesayire ağırlıklı olsun) baz bilen, yani gelişimi her şekliyle zaman ekseninde geçmişten geleceğe, tek yönlü hareket olarak algılayan, kalıtıma, evrime değiyorsa, işin doğası icabı diğer ucu da kalıtımın, evrimin bugününe, yani özelliği gereği zamanda akışgan ve mekânda değişgen yapıdaki eseri insan varlığının kendisine değiyordur. (Bunu bir insan olarak diyorum, keza diğer canlıların bu yetilerden yoksun olduğu kanısı uyansın istemem...)

Gelin insan varlığının ‚cv’si kabul edilen bu zaman eksenini bir uçtan bir uca ışık hızıyla (yani eksenüzeri eylemleri birkaç paradigmatik (kökten değişim) dönüm noktalarına indirgeyerek) katederken bu sefer de olup bitenlere ‚nörogenetik’ gözlüklerimizin camlarından bakmaya çalışalım.

Ama her şeyden önce nörogenetiğin kısaca bir tanımını yapayım.

Yetmişli yıllarda genetiğin bir yan dalı (ek ya da alt da denilebilir) olarak bilmeden, bilimin güzel bir cilvesi sonucu özvarlık talebine girişen nörogenetik bilimi, anabilim dalı genetiğin kapsamına giren konulardan tamamen izole edilebilir konulara yönelmesi ve bu yolda birçok ilginç bilimsel veriye ulaşmış olmasının yanısıra, gitgide kompleksleşen teorik modellerin geçerliliklerinin ispatına yönelik olarak boy göstermeye başlayan disiplinlerüstü ve disiplinlerarası işbirliği ilmî zorunluluğu fenomeninden de yararlanarak, sonunda bağımsızlığını bilim dünyasına ilan etmeyi başarmıştır. O gün bu gündür de kendi başına bir bilim dalı olarak, spesifik hipotez ve metotlarıyla bilim dünyasına birçok olgunun çözümünü, açıklamasını, bilimsel sağlamasını sunabilmiştir.

En basit tanımıyla nörogenetik, sinir sistemimizin, dolaysıyla davranış, hafıza ve zekâmızın gelişimi ve işlevi için birinci dereceden önemli genleri saptar ve bunlar etkileşimlerinin düzeneksel boyutunun çözümlenmesi ile ilgilenir. Tanım böyle olunca nörogenetik, sinir sistemi güdümlü kalıtsal hastalıklar, nörolojik bazda benlik ya da kişilik vasıfları, ya da entellektüel ve yaratıcı uğraşıların nörolojik boyutuyla da ilgilenir. Ancak nörogenetiğe dayalı en büyük kazanım şüphesiz beynin sistematik düzeyde birçok işleyiş mekanizmalarının evrimsel esaslarının saptanması konusudur. Beynin evriminde başrol oynayan birçok molekülleri familyalarına ayrıştırmakta başarılı olduktan sonra yapısal anlamda da beynin evrimsel topoğrafyasının çizilmesine önemli katkılarda bulunan nörogenetik, geçmiş ve bugüne yönelik çalışmalarının yanısıra, evrimin asıl yönü geleceğe doğru da fikir üretmektedir ve ‘beynin geleceği’ başlığı altında toplanabilecek birçok araştırma yürütmektedir.

Nörogenetik biliminin çalışma esası, beynin ‘uyarım – reaksiyon’ (‘tahriş – reaksiyon’ diyen literatürlere de rastladım) esasına dayanmaktadır. Uyarım, beynin işlevselliğinin akla ve göze geldiği mekâna açılan sihirli bir kapı gibidir. Bu sihirli kapının kolunu harekete geçiren sihirli değnek ise uyarıcı ‘elektrot’lardır. Gerçi gelişen teknolojiyle birlikte bu sihirli çubuğun yapısı da değişmiş, bildik kablolara ve elektrot çubuklarına, ‘ligand’ denilen (ligant şeklinde yazıldığı da oluyor, özellikle fransız literatüründe), uyarıcı özellikleri yalnızca elektromikroskopta görülebilen, mikrokimyasal yapısıyla ‘üstdüzey kablo’ görevini gören, flüorışıl özellikli ‘enjekte’ sıvı kimyasal bileşimler de eklenmiştir. Uyarıcı elektrotlarla, kablolarla ‘kaba’ sistemlerden, ya da en fazla ‘hassas’ sistemlerin periferlerinden (‘peripherie’=işlem alanının kıyıları, sınırları...) reaksiyon elde edilebilmektedir. Ligand’larla hem kaba hem hassas sistemlerin merkezine yöneliş mümkün olmuştur.

Eskiden doğası icabı yalan nedir bilmeyen sadık memurlardan, yani beyni saran işlevsel ağın ‘kaba’ katmanlarından, ya da hassas katmanların kıyısından köşesinden (söz gelimi böyle yazıyorum) reaksiyon elde ederken, şimdi patronun bizzat kendinden olup bitenler hakkında bilgi alabiliyoruz, ya da en az memurlarına direktiflerini dağıtırken göz kulak olabiliyoruz her şeye. Yani artık bilgiler ‘birinci’ elden geliyor. (Birinci kelimesini bilerek tırnak içine aldım, çünkü kimi bilim adamına göre en son, en yüksek merci şudur ya da budur demek bile sakıncalı, çünkü zorunlu mutlaklılığı önkoşuyor ve dolaysıyla bilimsellilik derecesini zedeleyebiliyor).

Nörogenetik bilimi beynin genetik kataloğunu, hangi moleküler familyanın hangi nörolojik sistemin gelişimini ve işlevini, dolaysıyla evrimini belirlediği esasına göre düzenlemiştir.

Şimdi dilerseniz bu kataloğa bir göz atalım.

Birkaç senedir hangi embriyonal hücrenin nöron meydana getireceği ve buna bağlı olarak beynin nerede gelişeceği sorusu nörogenetik bazda cevaplanmıştır. Yani henüz embriyonal hücre oluşumu aşamasında beynin meydana gelecek olan organizmanın neresinde bulunacağı, nasıl işleyeceği, büyüklüğü ve işlevi bellidir. Bunu belirleyen genlerin hangi moleküler familyadan geldikleri (yani nüfus kütükleri) de bilinmektedir. Ama nasıl?

Nörogenetik bilimi, genleri moleküler familyalarına ayrıştırırken (ya da tersini yaparken) ‘gen mutasyonu’ metodunu kullanır. Yani ‘hatalı’ genleri (ya da bunların moleküler bileşimlerini) izole edip, ‘sağlıklı’ genlerle karşılaştırıp, ‘hatalının’ nerede ve nasıl işlem ve işlev aksaklığına neden olduğunu, mevzubahis sağlıklı genin moleküler familyasını tespit ettikten sonra izole ederek ve yerine ‘uyuşuk’ moleküler familyadan ‘hatalı’ bir geni sağlıklının yerine yerleştirip, bu değişim sonucu olup bitenleri artık genetik katalog bağlamında yeterince istatistikî veriye ulaşılmıştır denilebilecek çoklukta ve her seferinde farklı moleküler familyalarla ve farklı farklı sağlıklı ve hatalı genleri kullanarak tekrarlar. Sonu yokmuş gibi görünen bu uğraşının belli bir aşamasından sonra nörogenetik bilimi beynin, beynin işleminin, beynin işlevinin, evriminin, hacminin, topoğrafyasının, kısacası şekli şemalinin belli sayıda moleküllerin, çeşitli bağlantılar sonucu belli sayıda moleküler familyalar kurarak çeşitli genlerin doğumuna, oluşumuna neden oldukları ve bu bağlantı ağının bu şekilde enine ve derinliğine gelişedurduğu olgusu sonucu olduğu gibi olduğu ilmî bulgusuna varmıştır. Bu bağlamda da nörogenetik bugün ‘fenotipik nörogenetik’ (klasik) ve ‘moleküler nörogenetik’ (modern) diye iki ana alt başlığa ayrılmıştır. Klasik nörogenetik, genlerin ‘davranış’larının özelliklerinden ileri giderken, modern nörogenetik genlerin ‘parmak izlerinden’ yani moleküler bileşimlerinin özelliklerinden ileri gitmektedir. Aslında değişen şudur: eskiden nörogenetik ‘hatalı’ genlerin varlığına dayalı bir metotla çalışmaktaydı. Yani sağlıklı genin yerine yerleştirebilecek ‘uyuşuk’ hatalı gen izole edebildiği sürece her şey yolundaydı. Ama bazen böylesi hatalı genlerin izolesi yokluklarından dolayı mümkün değildi. İşte o zaman nörogenetik haritanızda boşluklar, ilmî delikler oluşuyordu. Modern nörogenetiğin izole edemiyeceği hatalı gen yok; çünkü artık sağlıklı gen üzerinde suni mutasyon manipulasyonu mümkün olmuştur. Böylece beynin nörogentik haritasını bezeyen hemen hemen bütün ilmî delikler beynin kendi öz maddesi moleküllerle yamalanabilmiştir. Buna göre beynin yaklaşık 10¹¹ sinir hücresine, yaklaşık 10¹5 sinaptik bağlantıya ve yaklaşık 5x104 gene sahip olduğu düşünülmektedir.

Nörogenetik bilimi artık mikrobiyolojik soruları dahi cevaplayabilecek ilmî düzeye erişmiştir. Bu bağlamda nörogenetiğin kullandığı ‘mutasyon gen’ metodu mikrobiyolojide de kullanılmaya başlanmıştır.

Gelelim insan varlığının ‘cv’si dediğim zaman eksenini bir uçtan bir uca ışık hızıyla katederken insanın beyninde olup bitenlere nörogenetik gözlüklerle bakma konusuna.

İnsanın beyninin fizyolojik olarak yapısının, büyüklüğünün, yani hacminin, histolojisinin, nörolojik olarak gelişiminin, işleyişinin ve işlevinin, (mikro-)biyolojik olarak fonksiyonal bileşiminin, hepsinin ama hepsinin moleküler bazda bu olguları meydana getiren moleküler familyaların ‘nasıl’ıyla doğrudan ilgisi bulunmaktadır. İşin en ilginç tarafı, mevzubahis moleküler familyalarla, insanlığı tanımlamaya kullanabileceğimiz çekirdek toplum (sistem) ‘familya’ yani ‘aile’ arasında fonksiyonel benzerlikler saptamak mümkündür. Şu şekilde: A molekülü, varlığını sürdürdüğü moleküler mekânda kendine benzer, uyuşuk, akraba moleküllerle ‘takılmaktadır’ (zorundadır, çünkü nano dünyasını bezeyen moleküler varlık alemi homojendir). Ancak her ne sebeple olursa olsun (nano boyutunda ısı değişimi, elektromanyetik anlamda çekimsel değişim, ağır metallerin mekânsal bağlamda kütle artışına maaruz kalışı sonucu değişen etkileşim koşullarıyla ilişkili değişim olabilir) değişime maaruz kalmış tektip moleküler mekâna artık farklı özellikte moleküller sızmıştır. Yani artık A molekülü kendi aleminde arasıra B molekülüne rastlamaktadır. Artık A molekülü ile B molekülü biraz birbirini çekecek, biraz birbirini itecek, öyle ya da böyle, eninde sonunda, varlıklarının ilk ‘pokerini’ oynayıp, ‘hayırlı olsun’ dercesine bir araya gelip AB ya da BA molekülünü meydana getirerek, bir kez daha vukuu bulacağını moleküler belleklerine kaydettikleri bir sonraki kökten değişimin üstesinden maksimum avantajla gelebilirler umuduyla yeni bir varlık dönemini başlatacaklar, en geç bir sonraki kökten değişimin yine mekânlarının kaidelerini altüst edip bir C molekülünü mevzubahis aleme sızdırdığında aynı oyun A, B ve C molekülleriyle tekrarlanacak, bu oyun her yeni kökten değişim sonrası yinelenecek, bu durum algoritmik bir artışla moleküler bileşkelerden genlere, genlerden hücrelere, hücrelerden organlara, organlardan organizmalara, organizmalardan muhakeme yetili benliklere, kişiliklere kadar devam edecektir.

Uzun lafın kısası, başımıza gelen ‘beyin’, evrimimizin, geçmişimizin (geleceğimizin de tabii) devrimleri kökten değişimlerin tümünün tek bir organda manifestolaşışıdır. Beyin, insanın varlık politikası üç zamanı geçmişinin, bugününün ve geleceğinin belki de bir dördüncü zamana transferinin mümkün olabileceği tek evrimsel hemzemindir. Beynin yarınına gelince: değişim! Siz değişin ki beyniniz değişsin! Siz de şöyle bir kökten değişin ki beyniniz de kökten değişsin! Kökten değişim demek. Kökünüzü değiştirmek demek değildir! Kökten değişim, köke kadar değişimdir!

 
Toplam blog
: 47
: 537
Kayıt tarihi
: 09.04.08
 
 

Freiburg Üniversitesi Nörolengüistik ve Felsefe bölümü mezunuyum. H..