Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Temmuz '10

 
Kategori
Çevre Bilinci
 

Nükleer yetmez

Nükleer yetmez
 

benden


Beni Türkiye'deki nükleer santral yapımına karşı çıkmaya davet eden zengince bir arkadaşıma yanıtımdır. 

Haklısın arkadaşım. Bence de nükleer santral kurumuna karşı çıkmalısın. Hatta petrol çıkarma ve işleme tesislerine de karşı çıkmalıyız. Çünkü bu karşı çıkışların ancak bütünlüğündeki etki asıl amaca hizmet mantığı taşımaktadır. Yani, "nükleere hayır" derken, termik, petrol ve doğalgaza “evet” demek korumaya çalıştığımız doğal yaşam çevresine yeterli bir fayda sağlayamaz. Aslında konuyu biraz açınca ölümlü tehlike açısından bile nükleer olanın dışında kalan enerji üretiminin daha güvenli olduğu da iddia edilemez. Hatta bana göre nükleer enerji her ne kadar bir kaza sonucu yayılma ihtimali olan radyasyonu yüzünden on binlerce insanla birlikte kilometrelerce kare doğal çevreyi yok edebilecek güçte olsa da, olabilirlik dökümü ve olmuşluk zaman aralıkları kıyaslandığında, var olan ve kullanılan öbür enerji üretim sistemleri ve bu enerjilere doğrudan bağımlı ürünler yüzünden hemen her gün oluşan yok oluş ve hasarlardan daha düşük bir tehlike içerir. 

Benim bildiğim, çok eskimiş ve bir bakıma Sovyet Rusyası’nın dağılma başıbozukluğunun neden olduğu Çernobil kazasından daha ciddi bir nükleer santral kazası da oluşmuş değildir. Türkiye’de her yıl petrole bağımlı bir teknoloji sayılan trafikte ortalama 5000 kişi ölmektedir. Bunun yıllarla toplamı hiçbir nükleer kaza sonucunda görülmüş, ya da görülebilir değildir. Trafiğin asfalt yolları ve atık enerjisiyle doğal çevreye yaptığı hasar da ayrıca hesaplanmalı. Araç pencerelerinden atılan yanık sigara izmariti nedeniyle yok olan ormanlar da hesaplanmalı. Kömür de can alır ve kazı alanlarıyla doğayı bozar. Yani genel kullanımda olan hangi enerjinin nükleer enerjiden daha güvenli olduğunu bilimsel verilere bağlamak o kadar da kolay değil. 

Aslında medeniyetin hep doğayı bozucu bir etkisi olmuştur. Şehirleşme bunun en gözle görülür halidir. İstanbul'un balık havuzu temiz denizlerini, akan çeşmelerini, yeşil çevresini 40 yaşını geçmiş her İstanbullu özlemle anar. Ancak o özlenen zamanlarda şehrin göbeğinde bile elektriksiz yerleşim alanları vardı. Trafik polisleri şoförleri neredeyse isimleriyle tanırlardı. Sobalarda kömürden çok odun yakılarak ısınılırdı. Telefon, buzdolabı, televizyon ve kalorifer orta sınıf üstüne hitap eden zengin lüksleriydi. Araba sahibi olmaksa zenginliğin en doruk noktasıydı. 

Eğer insanlar daha az ve pahalı enerji ile yaşamayı kabullenebilirlerse hem nükleer hem yer altı fosil yakıtlarından zaman içinde vazgeçilebilir sanıyorum. Bu yüzden de sırf radyasyon korkusuyla nükleer enerjiye değil de, sigara gibi ağırdan ağırdan yok eden tüm kirli enerjilere karşı bir yaşam biçimi benimsemeliyiz. Tüm dünyanın olmasa bile, en azından Türkiye’nin su akışı, güneş, rüzgar, yer altı sıcak su (jeotermal) kaynakları ve orman üretimiyle medeni olabilecek kadar yeterli enerjiyi sağlayabileceğine inanıyorum. 

Karşı çıkış sırf nükleer odaklı olunca çevreyi kanser eden sinsi kirlilik bırakan enerji hammaddeleri ve teknolojilerini yenilenebilir temiz enerji kaynaklarıyla değiştirme politikalarını benimsetecek olan siyaset gündemi de oluşamıyor ya da ertelenmiş oluyor. “Nükleer istemezük” isyanına karşın “yeterli enerji kaynağımız yok”, ya da “enerjide doğalgaza bağımlı hale gelmek ulusal bağımsızlığı tehdit ediyor” gibi güçlü karşı tespitler ileri sürülmekte. Bu gerçekliğin korkusu bir bakıma var olan enerji politikasını topluma dayatmanın da aracı yapılmaktadır. Hatta buna bağlı olarak nükleer enerjiye bile toplumsal onay istenebilmektedir. 

Ancak toplum, şimdilik pahalı fakat temiz olan yenilenebilir enerjiyi kullanmayı yeğlediğini siyasi sisteme bastırırsa, kirli enerjiden temiz enerjiye geçiş bir devlet politikasına dönüşebilir. Örneğin toplumsal isteğe uyarak Avusturya nükleer elektrik santralı yapımını kanunla engellemiştir. Avusturya enerjisinin yüzde yetmişini su akışı kaynaklarından karşılayabilmektedir. Bu yüzden de böyle bir kanunu zorlanmadan benimseyebilmiştir. Bizim su kaynaklarımızın üretebileceği enerji maalesef bugünkü tüketimin yüzde yetmişini karşılayacak kadar değildir. Yani bizim işimiz halkın yeni teknolojilerle üretimi yapılabilen pahalı enerjiye razı olmasına bağlıdır. Doğalgaz, güneş, rüzgar, biyogaz ve hidrojen gibi... Belki o zaman Avusturya gibi biz de nükleer enrejiyi yasaklayan bir kanun çıkarabiliriz. Hatta daha da ileri giderek petrol tabanlı enerjiyi kullanmayı bile yasaklayabiliriz. 

Bir de işin başka bir boyutu var; nükleer teknoloji ilerletilmesi gereken bir bilimsel alandır. Yani santral olmuş olmamış nükleer tesisler hep olacaktır. Hatta nükleer enerjiye bağımlı bomba ve araçlarımız nükleer santrallerden yüzlerce kat daha gereksiz ve tehlikelidir. Gene de en azından enerji alanındaki yaygın kullanımını engellemek ve nükleer tesisleri bilimsel araştırmalara hizmetle sınırlamak benim felsefeme uygundur. Sadece ben biliyorum ki dünya doğası sırf nükleer karşıtlığıyla kurtarılamaz. Nükleer ile birlikte tüm fosil yakıtlara karşı bir direniş ve tutarlı duruş sergileyebilmek gerekir. Bunun için de her şeyden önce fosil yakıtları tüketmekten vazgeçebilmeliyiz. Örneğin tüm benzinli ve mazotlu arabaları hurdaya çıkarabilmeliyiz; yüklerimizi kamyonlarla değil de trenlerle taşımayı arzulayıp talep etmeliyiz. Satacağımız pahalı arabamızın parasını evimizin çatısını güneş enerjisini kullanır biçimde inşa etmek üzere harcamaya razı olabilmeliyiz. Ve şehrimizin sokaklarında temiz elektrikle yüklenmiş arabaların dolaşmasını siyasi bir isteğe dönüştürebilmeliyiz. 

Aslında sorunun kökü sadece kirli enerji ile beslenmiyor. Yaşamsal önemi olmayan tüketim maddeleri de en az kirli enerji kadar tehlikelidir. Evlerimiz hiçbir işe yaramayan eşyalarla doludur. Bu işe yaramaz dediklerimin arasına sakın ha sanatsal ve kültürel değer sayılanları katmayın. Bunların dışındaki ıvır zıvırlarınızı, yılda bir kez bile giymediğiniz ayakkabınızı, takmadığınız kravatınızı, zengin gösterimli takılarınızı düşünün. Süslenme ve bakım malzemelerinizin çokluğuna takılın. Banyo dolaplarınıza ne çok temizleyici kimyasal sığdırdığınıza şaşırın. Sizi sinekler ısırmasın diye ilaçlanan havanızı düşünün. Sinekler ölüyor, size de bir zararı dokunmuyor gibi geliyor değil mi? Doğrudur; ancak buna karşı çıkmayarak medeniyetin yapay ortamını tercih ettiğinizi de beyan etmiş oluyorsunuz. Çünkü doğal ortam ne yazık ki sadece çiçek ve ağaçlardan ibaret olamıyor. Sinek ve böcek de gerekiyor. Bu yüzden her nükleer enerji karşıtı kişi tarımsal ürün zararlılarıyla baş etmede kullanılan ilaçlı yöntemlere de karşı çıkmalıdır. 

Kirleten ürünlerin tüketimi sürdükçe medeniyetin doğayı bozan üretim çarkları da dönecektir. Ne kadar hızlı tüketim o kadar hızlı bozulma olacaktır. Bunun karşısına sadece "üretime" hayır" söylekleriyle çıkmak boşunadır. Vurucu söylem "tüketime de hayır" olmalıdır. "Tüketime hayır" davranışı yaşamsal gereği ve sanatsal değeri olanların dışında kalan ürünleri satın almayı ayıplayan bir ahlâk ve kültür oluşturmayı hedeflemelidir. Hem şehirde ciple dolaşıp hem doğa savaşçısı olunmaz... "Üretime "hayır" davranışı da bazı yerde benimsenmesi gereken tek seçenek olabilmektedir. Çünkü nükleer ve petrol gibi kirli kaynaklar genel elektrik dağıtım sistemine bağlanmadan ancak üretim aşamasında engellenirse bir anlam oluşturabilir. 

Gerçekte kirli enerjiyi bol ve hızlı tüketerek artan bir talep haline getiren toplumun orta hal üstü zengin insanlarıdır. İlginç bir biçimde kirli enerjiye en şiddetle karşı çıkan toplumsal kesim de gene burasıdır. Ve gene ilginç biçimde benzin ve elektrik zamlarına en şiddetle karşı çıkan da genelinde aynı kesimden insanlardır. Örneğin ben hiçbir zaman benzin zammıyla doğrudan rahatsız olmadım, çünkü benzini tüketecek olan arabam hiç olmadı. Elektrik zamları da bana pek koymaz; çünkü bulaşık makinem yok, klimam yok, gömlekten ve kumaş pantolonumdan gayrısını ütülemem. Çamaşır makinem 7 kiloluk; haftada iki kez çalıştırsam yetiyor. Aydınlanmam tasarruflu campullarla (ampul yerine uydurdum). Benden yoksulu da zaten çamaşırını elde yıkamaktadır. 

Çevreyi kirleten kozmetik ve temizlik ürünlerini bolca tüketen ve denize boca edenler de gene az buçuk zengin insanlardır. Bulaşık makinesi hemen her evde vardır. Ancak dikkat ettim de yoksul aile bulaşık makinesine rağmen bulaşıklarını çoklu misafir ağırlamadığı zamanlarda elde yıkamaktadır. Yoksulun evinde dolaplar dolusu kimyasal temizleyici bulabilir miyiz? En fazla sabunun yanında şampuan, bulaşık ve çamaşır deterjanı yanında çamaşır suyunu buluruz. Oysa bir marketin temizlik rafına göz atın ve sayın bakalım kullanım amaçları ayrılmış kaç çeşit temizleyici bulacaksınız. 

Zengin olmayan kişi tezgahına ayrı, ankastrelerine ayrı, buzdolabına, camlarına, ahşap kısımlara, elektronik aletlere, banyo küveti, fayans, tuvalet ve lavabosuna, bardağına, çeliğine, renklisine beyazına, halısına ve koltuğuna ayrı ayrı temizleyiciler tüketir mi? Hatta iddia ederim ki ilaçlı tarım bile orta halden insanlara ucuz gıda satarak zenginliklerini artırmak ve sürdürmek isteyen zenginlerin işidir. Bu bağlamda (poşet) naylon torba da tüketimi kolaylaştırıp özendirmesiyle sermayenin zenginleşmesine hizmet eden bir "zehirli atık" ürünüdür. 

Tıpkı gökyüzüne sera gazlarının salınımından nasıl ki dünyanın gelişmiş ekonomileri sorumluysa, doğal çevrenin kirlenmesi ve bozulmasından da tüketim manyağı zenginler ve tüketimi kırbaçlayan "zenginci" devlet ahlâkı sorumludur. Bir şeyi satın alırken onu üretmek için kullanılmış olan kirli enerjiyi ve üretim yöntemlerini hatırlayabilmeliyiz. Hatırladıktan sonra eğer ki yaşamsal gereği olmayan bir ürünü satın alırken kendimizden utanmıyorsak bizim nükleer karşıtlığımız eğlencelik bir doğa savaşçılığından ileri geçmez. 

Gözden kaçan ve kaçırılan bir durum var: Nükleer ve fosil yakıtlı enerji karşıtı kalabalık imzalar ve gösteriler, "az olsun, doğa dostu olsun", diye bağırırken temiz enerjinin bedelini kimin ödeyeceğini de biliyor olmalıyız.. 

EK BİLGİ: 

Japonya’da 8.9 ve tsunami: 

11 mart 2011. Japonya’da deprem ve hemen ardından tsunami. Depereme dayanan bina ve sanayi tesislerini tsunami baskını harabeye çevirdi. Tsunami nedeniyle oluşan hasar ve can kaybından daha endişe verici olanı bir nükleer enerji santralının soğutma sistemlerinin kaput olması. Aslında 1971 yapımlı bu santralın zaman eskiliği bakımından çoktan devre dışı bırakılmış olması gerekiyordu. Ayrıca santral kurulurken tsunami tehlikesi göz ardı edilmiş gibi duruyor. Tabi bir de soğutma sistemindeki arızanın eksikliğini karşılayacak kadar yeterli suyu soğutma tesislerine pompalayabilecek yedek sistemler ihmal edilmiş gibi görünüyor. Medeniyet tehlikeli bir ilerlemedir; tedbirsiz adım atmaya gelmez… 

Nükleer santraller tehlikelidir. Ancak medeniyetin kendisi zaten tehlikeli bir yol tutturmuş gitmektedir. Hele de trafik en tehlikelisi. Ülkemizdeki trafik kazalarında yılda 5000 can telef olmaktadır. Dünya yer, hava ve deniz trafiğinin neden olduğu çevre kirliliği de cabası. 

Aslında sorulması gereken doğru soru, "nükleer santral enerjisine ihtiyacımız olsa bile o enerjiyi kullanmaktan vazgeçebilir miyiz?" olmalıdır. Cevap vazgeçemeyiz çıkıyorsa nükleer santral yapılacaktır. Olası bir felaket insanlığın medeniyet bedeli de olsa bu santrallar çalışmaya devam ederler, ta ki enerji ihtiyacı başka bir üretim sistemiyle karşılanabilir oluncaya kadar. Çünkü anladığım kadarıyla kimse nükleer kaza olasılığından kurtulma karşılığında elektriksiz kalmayı tercih edemiyor. 

Her şeye rağmen nükleer enerji en düşük kaza olasılığıyla ve en sağlam atık saklama sistemiyle bile kirli bir enerjidir. Çünkü ne kadar düşük olasılıklı olsa da sonuçta bu atıklar dünya doğası içinde yüz yıllarca zararlı radyasyon tehlikesi yaratma endişesiyle tutulacaktır. Bence dünya medeniyeti pahalı olsa bile temiz enerjiye teşvik vermelidir. 

Binaların çatıları ve dış yüzeyleri komple güneş enerjisini elektriğe dönüştürme panelleriyle kaplanmalı diyorum. Bina yalıtımı zorunlu olmalı. Tüm akarsu, yer altı sıcak suyu ve rüzgâr kaynakları da kullanılmalı diyorum. Tüm bunların hesabı tüketilecek enerji miktarını karşılayamazsa nükleer enerjiyi kaçınılmaz bir ihtiyaç olmaktan çıkartmak için daha az enerjiyle ilerleyebilen ve daha az insan nüfuslu bir medeniyete dönüşmeyi bile göze almalıyız… 

Sorun biraz da küresel ekonomik rekabette güçlü olmak için kullanılan enerjinin sürdürülebilir ve ucuz sağlanması gereğinde. Ancak küresel rekabetin bencilliği medeniyeti cehenneme çevirebilecek kadar gözünü karartabilir de. Ne yazık ki insan hâlâ daha sadece ilahi kıyametten korkmaktadır. Oysa kendi emeğiyle kurduğu medeniyet aslında çoktandır bir sürü kıyamet belirtisi vermektedir. İnsan medeniyeti bu belirtilere kulak asmış olsaydı önce tarım arazilerini betona gömerek sonra gökleri ve yer altlarını delerek tıkış tıkış bir medeniyet yarışında öne geçmekle onurlanmazdı zaten… 

Ben ısrarla söylüyorum ki insan bencilliği arsızdır; ihtiyacını gidermek için medeniyetin kirli elini hiç utanmadan öper… Örneğin altın da böyle medeniyetin kirli elleriyle sunulan bir ihtiyaç yapılmıştır… Denizlerin dibine çöken ve deniz dibi canlarıyla beslenen deniz hayvanlarına bulaşan ağır metaller kim bilir hangi ihtiyacımızı karşılarken oluşmuş medeniyet elinin kirleridir; piller ve aküler olabilir mesela… Trafik de medeniyetin her gün binlerce kere öptüğümüz kirli elidir. Kazaların çoğunun insan hatasından olması trafiği medeniyetin masum çocuğu yapmaz. Çünkü medeniyetin kendisi zaten doğayla uyumsuz ilerletilişi bakımından bir insan hatasıdır… 

Konuyla ilgili bir başka blog : 

http://blog.milliyet.com.tr/Nukleer_enerji/Blog/?BlogNo=134448

Sevgilerle,
Muharrem soyek 

 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..