Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mayıs '14

 
Kategori
Kitap
 

Nurhan Şahinkaya'nın "Gökçekimi" Adlı romanı üzerine

“Ona iyi  bak Doktor!” diye başlıyor roman.

Sabahın ilk işi, hastanedeki odasında bir kitap bulmak oluyor Doktor Hanım’ın. Masasının üzerinde bir kitap, kitabın üzerinde, bu tümceyle biten bir not. Gizemli bir gerçeklik. O kitabı ve notu kim, ne zaman, nasıl bırakıvermiş oraya? “Ona iyi bak Doktor!”  diye bitirdiği kısa notunun altından kim ve ne çıkacak? Doktor Hanım’la roman okuyucusunun bu gizi arama süreci, meraktan meraka sürüklenme faslı da böylece başlamış oluyor.

Bir doktora ne emanet edilebilir? Öncelikle ve mutlaka bir insan. Hasta ya da yaralı… Bunlara benzer binbir gizem içinde bir türlü açılmıyor Alaaddinin Lambası, içindeki cin çıkmıyor. Doktor Hanım bir türlü rahatlayamıyor. Aklı da duyguları da davranışları da birbirinin içine girerek karmakarışık oluyor. Neredeyse beynini yiyecek. Derken ipuçları gelmeye başlıyor beyninin arkasındaki kapalı odacıklardan. Geçmiş günlerin birinde bir hastasının EMG’sini çekmiş, adını sorduğunda da biraz ukalaca sayılabilecek bir hitapla; “Devrimci,” diye kaba bir yanıt almıştı. O hastasını anımsadı. Kendisine emanet edilen kitap gizi onunla ilgili olabilir (miy?)di.

Doktor Zübeyde Hanım daha fazla dayanamayıp, dosyadan ismini bulduğu o hastasının evini arıyor, Ali Bey’i soruyor. Telefondaki Ali Bey’in annesi olmalı, telaşlanıyor ama neyse ki Doktor Hanım’ın verdiği olumlu bilgilerle rahatlıyor.

Yazmayı yaşama biçimi kadar çok seven biri Doktor Hanım. Gecelerinin az bir kısmını, birlikte yaşadıkları oğlu Deniz’e, çok büyük bir kısmını da öykü yazmaya ayırıyor. Bu nedenle sabahların da gecelerin de anlamı onun için bambaşka ve dolu dolu. “Her sabah koşarcasına güne başlıyorum,” diyor. “Gün doğunca geceye ait düşünceler, kitaplar, filmler, müzikler, yazılar su altında kalıyor...”(s.18)

Bir süre sonra telefonu çalan Doktor Hanım, telefonu açar açmaz  o hitabı duyuyor ve düğümü çözüyor. Düğümü okur da çözmeye başlıyor: Doktor Hanım’a emanet edilen şey; “… sayfaları sararmış, cildi parçalanmış, kimi sayfaları katlanmış”(s.7) o kitap ve emanet eden de, adı Ali olan Devrimci’dir.

Telefon görüşmesinden sonra buluşarak tanışan Doktor’la Devrimci’nin başlangıçta iletişimi daha çok karşılıklı yazılar aracılığıyla sürüyor. “Aklıma geldikçe kısa kısa yazayım sana, zira konuşmayı pek beceremiyorum,”(s.19) diyerek ilk yazıyı Devrimci gönderiyor Doktor Hanım’a. Yaşamından kesitler anlatıyor bu yazılarında.

“Sınıfsız, sömürüsüz  bir dünya düşlerdik. Kadın, erkek eşitliğinin olduğu, insanların her şeyi eşitçe bölüşüp üreteceği bağımsız, demokratik bir ülke.”(s.22) idealiyle devrimci mücadeleye atılan Ali tüyler ürpertici şeyler anlatıyor. “… derin, karanlık hücrede, pis kokulu çamurların içinden ince, tiz çığlıklar yükseliyordu. Çamura bulanmış bir fare vücuduma tırmanıyordu. İrkildim. Ellerimi iki yana kaldırdım, bunca zaman teslim olmamışken şimdi teslim oluyordum. “Öldür!” dedi arkadaşım, “Ellerinle boğ ve öldür.” Bir kez daha irkildim. Öldürdüm. Sonra binlerce kez öldürdüm; fareleri, umutlarımı, gençliğimi… Sonra binlerce kez öldürdüm aşklarımı…”(s.34)

Yaşamı boyunca giysilerinin içinde, çıplak bedeninin üstünde farelerin dolaştığını duyumsayarak irkile irkile, soyuna döküne, işkence günlerinden kalan hastalığıyla boğuşa boğuşa  yaşayan Devrimci, hem bu yazılarında hem de Doktor’la giderek sıklaşan buluşmalarında sistemin, devletin hurdahaş ettiği yaşamından başka kesitler de anlatıyor. Devrimci mücadele sürecinden, umutlarından, aşklarından, özel yaşamındaki aldatılmasından…

Doktor hanım da ona öyküler yazıp gönderiyor. Böylece roman süreçleri iç içe geçmiş öykülerle kendini tamamlamaya çalışıyor.

Buluşmalarının her birinde farklı bir konu açıyorlar. Doktor Hanım, Devrimci’nin yaşamını; hem doktoru olduğu hem de merak ettiği için derinlemesine  algılamaya çalışıyor. Anlıyoruz ki Devrimci’nin yaşamını karartan bir ihtilal sürecidir. O ihtilal de 12 Eylül askeri darbesidir. Böylece bir romanla daha ülkemizin karanlık bir dönemine gidiyor, o döneme damgasını vuran olay, olgu ve durumların farklı boyutlarıyla yüzleşiyoruz. İki kahramanın söyleşilerinde zaman zaman teorik tartışmalar ya da düşünce aktarımları da oluyor. Böylece devrimci teoriden toplumsal belleğimize aktığı halde büyük oranda unutulmaya terkedilen bazı önemli konular da yinelenmiş, bilgilerimiz tazelenmiş oluyor: “Küçük burjuva önderliğindeki bir hareketin sosyalist bir devrimi gerçekleştirebilmesi sadece güzel bir hayal,”(s.55) diyor Devrimci. “… hiçbir halk çocuğuna mermi sıkmamıştık, sıkmazdık da…”(s.72), “Daha sonra öğrendik ki bu katiller asker polis işbirliği ile çalışırlarmış.”(s.74) Chegevera’yla Devrimci’inin duygu ve teori bağının kurulduğu, destansı bölümdeyse devrimin evrensel boyutuna gönderme yapılıyor.

Balık hafızalı toplumumuz için iyi bir yeniden anımsatma. Sanatın işlevinin olmaması gerektiğini söyleyenlerin bir kez daha kulaklarını çınlatıyor.

Gökçekimi  aynı zamanda bir Bursa romanı. Doktor Hanım’la Devrimci’nin Bursa’dan başka sık sık buluştukları  Mudanya’yla İznik’i de okura taşıyarak kent-sanat özdeşliğine, dolayısıyla  kent kültürüne katkı yapıyor.

“Ben Ölürsem           “ başlıklı bölüm için, “bir ayrılık senfonisi” notunu düşmüşüm okurken. Lirik söylemin yürek yakan dizeleriyle şiir tadında… Zaman zaman görülen, bir “ilk roman” sorunlarına karşın, roman dili ve anlatımı açısından oldukça başarılı bir yazarla karşı karşıyız. İlginç olan şu ki yazar da bunun bilincinde. Zübeyde adlı Doktor hanım’a  uygun bir yerinde şöyle dedirtiyor: “Seçtiğim sözcükler bir bakış gibi olmalıydı yazarken, bir seferde, birkaç saniye içinde anlatmalıydı anlatacağını. Yormadan, oyalamadan, uzatmadan…”(s.29)

Gökçekimiılık, yumuşacık, sıcak ve okşayıcı tümcelere yüklediği sanat oyunlarıyla; okuyucusunu incitmeden, onun duygularını, düşlerini okşayarak sürüyor. Birkaç örnek vermek gerekirse: “Bu durum, olağanüstü hazlarla taçlandırılmış gönüllü bir esaretti benim için(s.25) …Kollarım kenetli, kendime sarıldım(s.31)…hastaların değil harflerin nöbetçisi(s.34)…Kaç ölüm uzakta umutlarım(s.34)…yazma isteği hiç kabuk bağlamayan bir yara ve sonsuz bir kaynaktan beslenen bir iltihap gibi akıp duruyor içimde(s.39)…Serin rüzgarın kollarında hırçın kadına dönen göl(s.43),…göğsümde solmuş sözcüklerin yedi kat sarılı olduğu bir hazine var(s.60)… bir boksörün darbe üstüne darbe alan yüzüne benziyordu ruhum(s.80) İçindeki bir duvarı devirmiştim yine(s.88) Çünkü gecenin sürgününde insanlar(s.127)…asla hazinesine ulaşamayan bir düşperest(s.140) Dünü bol, yarını kesat bir yaşam yorgunu(s.169) Sen ruhumu demirin ateşte eriyişi gibi yumuşatıyor ve yeninde yapıyordun. Gökçekimindeydim çoğu zaman(s.174).” v.b.

Roman, Doktor Hanım’a emanet edilen o kitapla başlayıp o kitapla bitiyor. Adı, “içinde “r” harfi olmayan bir sözcük: Beşibiyerde. “R” olsaydı, Can Yücel’in şiirinin adı olurdu çünkü. Bu tek harf bile romanın kahramanlarından Devrimci’nin aynı zamanda ne denli kültürlü bir insan olduğunu anlatıyor. Bir de gemici feneri gibi uzaktan uzağa yanıp sönen umsuk bir aşk. Doktor’un bitip tükenmeyen arayışlarıyla Devrimci’nin üstlendiği düşleri arasında çekimser, ürkek duygu alışverişiyse roman boyunca kendini sezdirmekte, okuyanı tıpkı bir yelkenlideymiş gibi ine çıka, düşe kalka peşinden sürüklemektedir.

Gökçekimi’nin alt okumasında ele geçirdiğim ve önemsediğim en önemli dinamik; simurg kararlılığı arzususdur. Kötücüllerin başını çeken Tanrıça Kirke, herkese, durup dinlenmeksizin Pramnos şarabı, peynir, un, yeşil bal ve kötücül şerbet karışımından elde ettiği şurubu sunmakta ve böylece toplumun belleğini ve bireyin aidiyet duygusunu felç etmeye çalışmaktadır. Kirke’nin temsil ettiği güçlerin egemen olduğu bir dünyada, Simurg’u aramaya giden kuşların yoldan geri dönmesindeyse bugünkü dünyada ve ülkemizde yaşanan hedonizme (hazacılık), dönekliğe, iki yüzlülüğe, korkaklığa gönderme yapılarak iyinin, güzelin, doğrunun  aranması, bulunması, bunun için mücadele edilmesi gerektiği iletisi verilmektedir. Buradaki simge güç Devrimci adlı kahraman ve onun kişiliğinde yürütülen, yürütülmesi gereken devrimci savaşımdır. Simurg’u arayan da  Simurg olan da devrimcilerdir. Hem zaten dünya tarihindeki devrimlerin hemen hemen hepsinin önder kadrosu Simurg imgesincedir..

İkinci dinamik, ataerkil kültürde enne-oğul ilişkisinde, erkek evladın Kirkenin Büyüleri(s.141)nden korunması yönündeki  iletiler ve bir anne olan Doktor Hanım’ın Kirkeleşmek korkusudur. Oğlunu sosyal, kültürel ve psikolojik kaygılar içinde yetiştirmeye çalışırken kendisine gerekli olanın mutlaka sürekli hesaplaşma halidir. Her kararını, her şeyi önce kendisiyle tartışıyor. Hangi koşullarda, yerde ve zamanda olursa olsun, bunlara göre anlam, biçim, renk, koku değiştiren doğruyla da hesaplaşmak zorunda kalıyor çünkü. Bütün derdi “asıl doğru”ya ulaşmak ve oğlunu da o doğrularla yetiştirmektir.

Bir başka dinamik, “kabuk” sözcüğü içine saklanmış birey ve toplum hali… Belli ki romanın baş kahramanlarının ikisinin de bireysel/ toplumsal yaşamlarına dair, romana bile açılamamış önemli yaraları var. Bu imge ünlü Karadeniz türküsünde olduğu gibi insanların büyük çoğunluğunun ortak bir duygusuna dokunmaktadır: “Herkesin bir derdi var durur içerisinde.”

Şiir tadındaki tümceleri, renkli duygu dışavurumlarıyla süslü anlatımı, buluş niteliğindeki benzetmeleri ve sık sık okurun önüne konan sürprizleriyle, rahat okunan, okuyanı saran, okşayan, adı gibi kendine çeken  bir roman Gökçekimi.

 



§ GÖKÇEKİMİ, Nurhan Şahinkaya, roman, Cinius Yayınları, 177 sayfa.

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..