Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Haziran '18

 
Kategori
Sinema
 

Nuri Bilge Ceylan'dan Ahlat Ağacı

Nuri Bilge Ceylan'dan Ahlat Ağacı
 

    Rüzgarın sinemada şiirini yazan  yönetmen Nuri Bilge Ceylan; yine doğanın bir başka kahramanı olan Ahlat Ağacı üzerinden yabani kara meyvelerini üzerimize döküyor. Film bize şunu söylüyor; aslında hepimiz biraz ahlat ağacı gibiyiz; çarpık, kuru,uyumsuz; eğri dallarıyız hayatın ve sapına kadar yalnızız….

    Hayata farklı yerden bakan iki başarısız insan; baba ve oğulun hikayesi Ahlat ağacı. Kendilerini kanıtlamak adına; baba  İdris aile arazisinden su çıkarmak için kuyu kazar, hayattaki başarısız onca deneyiminden sonra hiç olmazsa kuyudan su çıkarıp o başarısızlıklarını silmek ister; oğul Sinan Karasu’nun hikayesi de farklı değildir aslında iğneyle kuyu kazar gibi bir kitap yazar, kitabı bastırmak için onca mücadele ederken çirkinliklerle karşılaşır, bir başka çirkinliği de kendisi yaparak babasının tek dostu olarak gördüğü cins köpeği gizlice çalıp satar ve onun parasıyla kitabı bastırır lakin kitap satılmaz elinde kalır. Bu kez -filmin son sahnesinde-sürekli eleştirdiği babasının kuyusunu kazmaya başlar.  Bir öğretmen maaşıyla varını yoğunu at yarışlarına yatıran, herkese borcu olan,onurunu yitirmiş, gamsız babasını eleştirirken ve ona sürekli suçlayıcı gözlerle bakarken; kendisi de bir bakıma babasına dönüşür ve babasının kuyusuna iner…

   Kuyu önemli bir imge ve metafor; derindir, karanlıktır kazdıkça kendi derinliğimize iner kendi karanlık yönlerimizle karşılarız ama durmayız, arayışımız devam eder. Bir kaynak bulur muyuz? Bu hayata tutunanlar belki o kaynağa ulaşırlar ama tutunamayanlar ulaşamaz o kaynağa…

    Üniversitede sınıf öğretmenliği  bölümünü bitirip (tesadüfe bakın ki bitirdiği bölüm de baba mesleği) memleketi olan  Çanakkale’nin Çan ilçesine dönen Sinan burada derin sorgulamaların içine girer; hayattan edebiyata; demokrasiden dine kadar her şey sorgulanır. Sorgulamalar genellikle taşranın tozlu yolları üzerinde gerçekleşmekle birlikte edebiyat sohbetleri olması gereken yerde yazar portrelerinin duvarları süslediği yayın evi ve kitap evlerinde gerçekleşir. O duvarlarda öne çıkan portreler; Marquez, Virginia Wolff, Nazım Hikmet, Cemal Süreyya’dır; kitap olarak Kafka’nın “Milenaya Mektuplar” ı görürüz.(başka portre ve kitaplar da mevcut ama benim gözüme çalanlar bunlardı)  Edebiyatçıları derinden etkileyen bu yazarların gözü önünde gerçekleşen sorgulamalarında Sinan’ın söylediği söz akılda kalıyor. “Kendi gerçeğinden yola çıkmayan bir yazar başkalarının gerçeğine nasıl ulaşır”..

  İki komşu köyün iki  imamı ve ortalarına aldığı Sinan’ın taşranın tozlu yollarına koyulduğunda  ise din tartışması vardır. Gelenekçi ve reformist olan imamların uzun tartışmalarında Sinan’ın her konuda olduğu gibi bu konuda da söyleyeceği şeyler vardır..

   Bu derin sorgulamalar içinde zaman zaman yönetmenin o bilindik güzelim  muhteşem manzaralarıyla karşılaşmak insana soluk aldırıyor; hatta o ağır konuşmalardan nefessiz kalıp “Yeter Nuri Bilge, yeter; bilgeliğin de bir yere kadar,  boğdun bizi, adaletli davranıp üç saatin yarısında doğayı konuştur hiç olmazsa; sinemaya sessiz (ya da çok az replikle) başlayıp, çok konuşarak devam etmen biz seyircileri perişan ediyor. Artık bir ortasını bul” diyorsunuz.

     İnsan sinemaya niçin gider? gerçek dünyadan kopup düşsel bir boyuta geçmek için. Beyaz perdede  insanın normal yürümesi bile başka bir boyutta yürüme hissi verir insana. Nuri Bilge Ceylan’ın sinemasında böyle değil işte. Gerçek hayatın o sıkıcı boğuculuğunda buluyorsunuz kendinizi. Kendi gerçeklerimizi yüzümüze vururken doğanın düşsel kapılarını bize açıp o büyülü dünyanın gizlerini bize gösteriyor. Düşsel olan parça değil bütündür mesajını alıyorsunuz…

   Filmin göz yaşartıcı sahnesi ise, (özellikle biz anneleri etkileyen) Sinan’ın  yayınlattığı kitabının ilk sayfasına yazdığı satırlar oluyor.

“Sevgili anacığım her şey senin sayende ve senin için” Bu sözleri okuyan annenin yaşanmışlıklardan dolayı o derin hüzünlü çizgileri gülümsemeye dönüyor, ardından sevinç göz yaşları dökülüyor. Seyirci de duygulanıp iki damla yaş döküyor gözlerinden…

   Özetle baba oğulun bu hikayesinde Türkiye’nin güncel sorunları; parçadan bütüne doğru sıralanıyor;  çekirdek aileden dedelere, ninelere; taşradan şehirlere oradan tüm ülkeye yayılıyor: Demokrasi sorunu, din sorunu, öğretmen atamaları güncelleştirme yapılarak masaya yatırılıyor.

  Başta Murat Cemcir, Doğu Demirkol, Bennu Yıldırımlar olmak üzere diğer yan karakterlerin de oyunculuklarının son derece başarılı olduğunu  söylemeden geçemeyiz.

    Ve son söz olarak; tıpkı yönetmenin filminde yaptığı gibi sinemanın efsanesi olan Yılmaz Güney’e selam çakarken aklımda kalan dialogları söylemek isterim.

    “Hayat çok yakın gibi ama her şey çok uzak.”
   “ Hayatta o kadar güzel şeyler var ki; rüzgarlı tepeler, yağmurun altında ıslanmak gibi”            
    “Hayatın teorisİ: herkes içini bir yere boşaltıyor.”
    “Hayatın sırlarına göz at: kaybedecek şeyin azsa sorumluluk az olur, mutluluk artar.”
     “Bu dünyada ayrılık denen şeyi anlamadan aşkı anlayamazsın.”
     “Taşranın derinliğinden ancak merkeze ulaşabilirsin”
     “ Yoksulluğunda bir postmodern ambians hissediyorum.”
(Milli piyango bileti satan yaş almış birine söyleniyor)
       “Sanatın en temel prensibi mutlak yalnızlıktır.”.....



                                                                               5 Haziran 2018
                                                                             Nurbanu KABLAN
 

 
Toplam blog
: 71
: 1292
Kayıt tarihi
: 10.08.11
 
 

Hacettepe Fransız Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Öğretmenim, şu anda yurt dışında görev yapıyorum. ..