Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Aralık '18

 
Kategori
Tarih
 

Nutuk, Özet (IV, Son), Mustafa Kemal Atatürk’ün 15-21 Ekim 1927, TBMM CHP Kongresi Konuşması

Nutuk, Özet (IV, Son),  Mustafa Kemal Atatürk’ün 15-21 Ekim 1927, TBMM CHP Kongresi Konuşması
 

Türk, iyiliği unutmaz.


Bu son bölümde Mustafa Kemal Paşa’nın işgal altındaki İstanbul Hükümeti ve Padişah ile ilişkilerini,  İstanbul’un kendini İngiliz merhametine bırakan teslimiyetçi ruhunu, barış notası başlığı altında hafifletilmiş Sevr tekliflerini,  Yunan saldırılarını, Mustafa Kemal’in Meclis’te başkomutan seçilişini, Ordu’nun savaşa hazırlanışını, irade ve askeri akıl yönünden  yetersiz paşaların yanlış kararlarıyla orduya kayıp ve yenilgiyi tattırabileceklerini, hak etmeyenlerin övünerek, paye çıkararak kendilerine makam edinme çabalarını, Mustafa Kemal Paşa’nın Fevzi Paşa Hazretlerine olan saygısını, Saltanatın kaldırılması için “Hilafetin saltanattan ayrılamayacağına hükmeden”  hocaları Mustafa Kemal Paşa’nın tehdit etmesini,  Lozan Konferansı’nı, İsmet Paşa’nın Ankara’da Hükümet’çe  görülmeyen fakat yabancılar tarafından takdir edilen dik duruşunu, bağımsızlık milliyetçiliğini, Sevr ve Lozan farkını izleyeceğiz. Yazışmalarda, İsmet Paşa’nın zıt yönlerdeki Ankara ve Londra isteklerine dayanmakta zorlandığını öğreniyoruz.  İngilizlerin ise “En son anda dükkânı terk ettikten sonra bile bir Türk’ten belirttikleri fiyata halı satın alabildiklerini dolayısıyla şartlarını kabul ettirmek için devamlı ısrar ettikleri” bilgisini öğreniyoruz. Sonraki yıllarda İngiliz istihbaratının önemli Ankara Lozan telgraf haberleşmelerini, briçte oyuncunun karşı tarafın kartlarını görmesi gibi, şifresi çözülmüş olarak Lord Curzon’a bildirdiğini, barış müzakereleri sırasında İngiltere’nin Türkiye’nin siyasi, askeri, ekonomik durumunu güncel takip ederek her tür iç ve dış zayıflıktan yararlandığını görüyor ve Nutuk’a, Mustafa Kemal Paşa’nın sözlerine dönüyoruz.

Sadrazam Tevfik Paşa benimle temas arıyor. 27 Ocak1921’de Tevfik Paşa’dan gelen telgrafta “21 Şubat 1921’de Londra’da Doğu Sorununun çözümünü görüşmek üzere bir konferans toplanacağı, toplantıya İtilaf Devletleri temsilcilerinin katılacağı ve Osmanlı ve Yunan hükümet delegelerinin çağrılacağı belirtilmektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın veya Osmanlı tarafından yetki verilmiş delegelerin Osmanlı Delege Heyeti arasında bulunmaları koşul sayılmıştır. Görevlendireceğiniz delegelerin buradan seçeceğimiz kişilerle birleşerek yola çıkmaları için karar ve yanıtınızı bekliyorum”  bilgisi vardı

 Aynı gün telgrafa cevap verdik. “Ulusal iradeye dayanan güç TBMM’dir. İstanbul’dan bir heyetin yasal ve hukuki durumu yoktur. Heyetinize düşen görev, ülke adına başvurulacak hükümetin Ankara’da olduğunu kabul ve ilan etmektir. İtilaf devletleri davetlerini TBMM’ne yapmalıdır”.  Karşılıklı telgraflardan sonra aynı gün Tevfik Paşa’ya “Padişah TBMM’ni bu günkü şekli, niteliği ve yetkisiyle tanıdığını padişah buyruğu ile ilan edecektir.” dedik.

Tevfik Paşa kabinesi toplanıp Bize cevap yolladı. “Ankara’nın şu anki olumlu durumun yaratılmasında etkisi olduğuna inanıyoruz. İtilaf Devletleri Temsilcileri İstanbul’da olduğundan, sizinle iş birliğine çalışan İstanbul Hükümetiyle temasları doğal görülmelidir. Ankara’yı şimdiye kadar tanımayan Avrupa Hükümetlerinin Anadolu delegelerinin bulunmasını istemeleri memnuniyet vericidir. Konferansa katılmamak, Yunan iddialarının karşılıksız kalması demektir. Bundan kaçınmalıyız. Konferansta isteklerimizi öne sürmek ve hakkımızı Avrupa’ya duyurmak, Konferans sonuçsuz kalsa bile zarar getirmez.  İtilaf Devletlerinin değişen davranışından yararlanmamak ulusa karşı üstlendiğiniz sorumlulukla bağdaşmaz. Yapılacak iş konferansa delegelerimizi yetiştirmektir.”

Efendiler, Tevfik Paşa, işgal altındaki İstanbul’a, İstanbul Hükümetine Anadolu’yu bağlamak ve düşmanın amaçlarını kolaylaştırmak istediği için teklifini kabul etmedik. 30 Ocak 1921’de Tevfik Paşa’ya gönderdiğim telgrafta aşağıdaki noktalara değindim. “Tarafınızca durumun doğru değerlendirilmediğini düşünerek TBMM Teşkilatı Esasiye Kanunu temel maddelerini sunmak istiyorum. Bunun aksine hareket etme imkânımız ve yetkimiz yoktur” dedim.

Teşkilatı Esasiye Kanunu, Temel Maddeler:

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yürütme gücü ve yasama yetkisi TBMM’nindir. Türkiye Devleti, TBMM tarafından yönetilir. Hükümeti, TBMM Hükümeti adını alır. TBMM üyelerini iller halkı seçer. Seçim 2 yılda bir kere yapılır. Yeniden seçilmek mümkündür. Vekil, kendisini seçen ilin ve bütün ulusun vekilidir. Kanunların yürürlüğe konması, değiştirilmesi, yürürlükten kaldırılması, savaş ilanı, antlaşma ve barış imzalanması, şeriat hükümlerinin uygulanması gibi temel yetkiler TBMM’nindir. Kanun ve tüzükler yapılırken, halk için yararlı ve zamanın ihtiyacına uygun hukuk hükümleri, sürmekte olan uygulamalar temel alınır. TBMM, hükümetin bakanlıklarını, seçtiği bakanlar aracılığıyla yönetir. Bakanları Meclis seçer, gerektiğinde değiştirir. Meclisin seçtiği Başkan, Meclis adına imza atma ve Bakanlar Kurulu kararlarını onaylama yetkisine sahiptir. Bakanlar aralarından birini Başkan seçer ancak TBMM başkanı Bakanlar Kurulu’nun da doğal başkanıdır.”

Tevfik Paşa Hükümeti ile görüş ayrılıklarını gidermek çabası: Bu amaçla30 Ocak, 31 Ocak, 1 Şubat, 8 Şubat 1921 tarihlerinde telgraflaştık. İstanbul Hükümeti; yurdumuzu işgal edenlerin incitilmemesini, davete uymazsak zorlayıcı önlemler alıp bunu kendi kamuoylarına kabul ettireceklerini, İstanbul ve Boğazların Osmanlı egemenliğinden çıkabileceğini, Yunanistan’a yardımlarını artırarak bize daha çok zarar verebileceklerini, Yunanistan’ın 70-80 bin kişiyle konferansı etkilemek amacıyla saldırıya geçeceğini belirttiler. Bu durum karşısında, Meclis’e iki öneride bulundum. Birincisi ülkenin durumunu ve ulusun amacını İstanbul’a açıkça bildirmek, ikincisi ayrıca davet yapılması durumunda Londra’ya bağımsız bir heyet göndermekti. Her iki önerim de kabul edildi.

Esasen İstanbul Hükümetleri itilaf devletlerinin uzattığı tutsaklık belgesini imzalayan üyeleriyle; geçersiz bir güçtü. Tutsaklığı ve mahkûmiyeti kabulleniyordu.  Anadolu ise bağımsızlık ve özgürlüğün temsilcisi durumundaydı.Sonuçta Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey başkanlığındaki Heyetimiz, İtalya tarafından resmen davet edildi ve Londra konferansı 27 Şubat-12 Mart 1921 tarihleri arasında yapıldı. Tekliflerin özü yumuşatılmış Sevr Antlaşması maddeleri olduğundan, konferans olumlu hiçbir sonuç vermedi.

Delegeler daha yoldayken başlayan Yunan saldırısı: İtilaf Devletleri delege heyetimiz aracılığıyla yaptıkları önerilerin yanıtını beklemeden daha delege heyetimiz yoldayken, Yunanlılar bütün cephelerimize karşı saldırıya geçtiler. Yunan ordusunun Bursa ve doğusunda bir grubu, Uşak ve doğusunda diğer bir grubu vardı. Bizim kuvvetlerimiz Eskişehir’in kuzey batısında,  Dumlupınar ve doğusunda olmak üzere iki grup halindeydi.  Yunanlıların İzmit’teki tümenlerine karşılık Kocaeli grubumuz vardı. Yunanlıların Bursa ve Uşak kuvvetleri 23 Mart 1921 günü ileri harekâta geçtiler. İsmet Paşa komutasındaki Batı cephesi birlikleri Eskişehir’in kuzey batısında yığınak yapmış ve savaşı İnönü mevzilerinde kabul edecekti. Düşman 26 Mart 1921 akşamı İsmet Paşa kuvvetlerinin sağ kanadı ilerisine yanaşıp, taarruza geçti. 29 ve 30 Mart çarpışmalarında düşman ilerledi. İsmet Paşa 31 Mart günü karşı saldırıya geçti. 31Mart/1 Nisan gecesi düşman geri çekilmek zorunda kaldı. Metris tepe tekrar alındı. Böylece inkılap tarihimizin bir sayfası İkinci İnönü zaferiyle yazıldı.

Güney Cephesindeki hareketler: Güney Cephesi Komutanı Refet Paşa emrinde bulunan üç piyade tümeni Dumlupınar’da hazırlanmış bir mevzide bulunuyorlardı. Bundan başka bir süvari tümeni ve bir süvari tugayı var ve mevziin sol tarafında bulunuyordu.  Güney cephesi komutanı görevi, bu mevzide düşmanı durdurmaktı. Yunan kuvvetleri aynı zamanda Uşak doğusundaki mevzilerinden hareketle üç piyade tümeni ve bir kısım süvari ile Dumlupınar mevzilerine saldırdılar. 26 Mart’ta birliklerimiz mevzilerini bırakmak zorunda kaldı. Yeni bir hat oluşturulamadığından kuvvetler iki kısma ayrıldı. 

Refet Paşa, iki piyade ve 1 süvari tümeni ile Altıntaş yönünde çekildi. Düşman tüm gücüyle doğuya yöneldi. Fahrettin Paşa’nın 57. piyade tümeni ve 4. süvari tugayına saldırdı.  Altıntaş yönünde düşmanın bir hareketi olmadığı anlaşılınca, oradaki kuvvetler Fahrettin Paşa’ya yardıma yöneldi.  Fahrettin Paşa çeşitli mevzilerde direnerek, Afyon doğusuna çekildi. Düşman Afyonkarahisar’ı işgal edip, Çay-Bolvadin hattına kadar ilerledi ve orada durdu.  Düşman Afyonkarahisar’a değil, kati sonuç almak için Eskişehir yönüne yönelseydi bizim kuvvetlerimiz için tehlike artabilirdi. Refet paşa, Yunanlılar çekilirken emrindeki kuvvetlerle hücum etmiş fakat Aslıhanlar civarında bir Yunan alayı tarafından durdurulmuştur. Alay çekilen Yunan kuvvetlerine zaman kazandırmıştır. 12 Nisan 1921’de Refet paşa emrine kuzeyden güneye 5 tümen, doğudan batıya 3 tümen sevk edilmişti. Ancak bu kuvvetler saldırılarında fazla can kaybı verdiler. Düşman Dumlupınar mevzilerinde kaldı.

Ben, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa; Refet Paşa karargâhını ziyaret edip Dumlupınar’dan 10 km kuzeydoğuda olmak üzere Aydemir, Çalköy, Silkisaray hattında yerleşen Refet Paşa kuvvetlerinin durumunu, inceledik. Yunan alayı yenilip saf dışı edilseydi, geri çekilen düşmana, kuvvetlerimiz çok daha fazla zarar verebilirdi. Orduda kendisine karşı güvenin azaldığını hissettiğimizden, Refet Paşa’ya Ankara’da görev teklif ettik. Güney cephesini Batı cephesiyle birlikte İsmet Paşa’ya bağladık.

Ankara’da Fevzi Paşa Genelkurmay Başkanlığını yapacak, ondan boşalan Milli Savunma Bakanlığı’na Refet Paşa’yı verecektik. Refet Paşa Genelkurmay Başkanı olmak istiyordu. Milli Savunma Bakanlığı teklifini kabul etmedi, Kastamonu ormanlarında Ecevit denen yerde dinlenmeye çekildi.

Londra Konferansından (21 Şubat-14 Mart 1921) dönen Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey’in imzaladığı sözleşmeler:  Londra konferansı olumsuz sonuçlandı. Ancak Dışişleri Bakanı, Konferans Heyeti Başkanı Bekir Sami Bey kendiliğinden İngiltere, Fransa ve İtalya devlet adamlarıyla görüşüp her biriyle ayrı ayrı birtakım sözleşmeler imzalamıştı.

İngilizlerle tutsak değişimi sözleşmesine göre Ermenilere ve İngilizlere zulüm ve kötü muamele yapan Türk esirleri geri verilmeyecekti. Hükümetimiz bu maddeyi “Türk yurttaşlarına yabancı bir devletin bir tür yargı hakkına onay vermek olduğundan” kabul edemezdi. İngilizler bazı Türk esirlerini serbest bıraktığından, Biz de bazı İngiliz esirlerini serbest bıraktık.  Daha sonra 23 Ekim 1921’de Kızılay 2. Başkanı Hamit Bey ve İstanbul’daki İngiliz komiseri arasında yapılan anlaşma üzerine Malta’da bulunan tüm tutuklularla, tüm İngiliz esirler değiştirildi.

Bekir Sami Bey’in Fransa Başbakanı Mösyö Briand ile yaptığı 11 Mart 1921 tarihli sözleşmeyi Hükümetimiz kabul etmedi. Fransızların silahlı çetelere silah bıraktırması karşılığında ulusal kuvvetlerin silah bırakması ve Elazığ, Diyarbakır ve Sivas’ta olacak ekonomik girişimlerde Fransızlara öncelik hakkı ve Ergani madenleri işletme hakkı ve benzeri maddeler vardı.  Bu sözleşmeyi kabul etmeyişimizi açıklamaya gerek yoktur.

Bekir Sami Bey’in İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza ile 12 Mart 1921’de yaptığı sözleşmeyi de Hükümetimiz kabul etmedi. Bu sözleşme İtalyanlara bazı illerimizde ekonomik girişimlerde öncelik hakkı verilmesini ele alıyordu. Bekir Sami Bey kendi izlenimlerine göre hareket ediyor, ulusal hükümetin ilkelerini geriye bırakıyordu. Dışişleri Bakanlığından çekilme önerimi kabul edip, istifa etti.

Meclis’te belirmeye başlayan siyasi gruplar: Ocak 1921 sonlarında Meclis üyelerinin ve kurulan grupların oturumlara katılmaları ve birlikte çalışmaları güçleşmekteydi. Mecliste Dayanışma, Bağımsızlık, Müdafaaai Hukuk, Halk, Reform adlı gruplar kurulmuştu. Bu gruplar oyları birleştirmek amacıyla kuruldukları halde Mecliste kargaşa kaynağı oluyorlardı. Bu güçlüğün sebebi Misakı Milli’nin belirlediği ilkelerde düşünce ve amaç birliği olduğu halde Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ortaya koyduğu görüşlerde tam bir birlik sağlanmış görünmüyordu.

Grup Kurulması:Çözüm için Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu’nu kurdurdum. Grubun programı başındaki bir ana madde iki ana fikirden oluşuyordu. Birinci nokta; “Grup, Misakı Milli ilkeleri çerçevesinde ülkenin bütünlüğünü ve ulusun bağımsızlığını sağlayacak barış ve güvenliğin elde edilmesi için ulusun bütün maddi ve manevi güçlerini gerekli hedeflere yöneltip kullanacak ve ülkenin tüm örgüt ve kurumlarını bu amacın hizmetinde kullanmaya çalışacaktır”. İkinci nokta “Grup, devlet ve ulusun örgütünü Teşkilatı Esasiye Kanunu çerçevesinde belirlemeye ve hazırlamaya çalışacaktır”. Bu ana madde ve iç tüzük maddeleri 10 Mayıs 1921’de kabul olundu ve Grubun başkanı seçildim. Böylece Mecliste, Mebuslar Meclisi’nin yapmaktan çekindiği iş, benim Meclis başkanı olmam, Onların dağılmasından 14 ay sonra Ankara’da yapılmış oldu.                                                               

Hoca Raif Efendi “Muhafazai Mukaddesat Cemiyeti’ni kuruyor. Hoca Raif Efendi Erzurum’da “Hilafet ve padişahlık haklarını korumak, ülkenin ve İslam Dünya’sının varlığı için uyuşmazlık ve sakıncalara yol açacak olan Cumhuriyet şeklinden uzak durmak amacıyla bu cemiyeti kurmuş” ve “TBMM’ndeki Müdafaai Hukuk Grubu’nun hilafet ve saltanat yönetiminin Cumhuriyet’e çevrilmesini hedeflediği hissedilmektedir” görüşünü bildirmişti.                           

Kazım Karabekir Paşa,“Devlet şekline yönelik tarihi değişiklik girişimlerinde askeri ve sivil devlet adamlarından görüş alınmalıdır” diyor. Kazım Karabekir Paşa 11 Temmuz 1921 tarihli telgrafında bu görüşlerine yer veriyordu.                                                                                   

İzzet ve Salih Paşalar İstanbul’a varınca görevlerinden istifa etmişti. Fakat bir müddet sonra aynı Hükümetin diğer bakanlıklarında yer aldılar. Ekmeği ve nimeti ile yetiştikleri Türk Ulusu yerine, Vahdettin’e hizmet etmeyi tercih etiler. Ulusumun başının üstüne çıkaracağı adamları seçerken kanındaki, vicdanındaki asıl özü iyi analiz etmesi önemlidir.

Sakarya Meydan Savaşı: İkinci İnönü savaşından sonra üç (3) ay geçti.10 Temmuz 1921’de Yunan ordusu tekrar cephemize genel saldırıya geçti. Yunanlılar genel seferberlik ilan edip sahil ve Anadolu iç kısmı arasında demiryolunu faaliyete geçirip, insan, tüfek, makineli tüfek ve top sayısı bakımından önemli derecede üstünlük sağlamıştı.

Türk kuvvetleri Eskişehir ve kuzeybatısındaki İnönü mevzilerinde ve Kütahya-Altıntaş mevkilerinde yığınak yapmıştı. Afyonkarahisar yakınlarında iki tümen, Geyve ve Menderes yakınlarında birer tümenimiz bulunuyordu. Tüm kaynaklarımızı düşmana karşı toplamamız ve hazırlıklarımız daha yeterli seviyede değildi. Yunan saldırılarına karşı genel tutumumuz, saldırıyı direniş ve uygun hareketlerle durdurmak ve etkisiz kılmak ve yeni orduyu kurmak için zaman kazanmak şeklinde özetlenebilir.

18 Temmuz 1921 günü İsmet Paşa ile Eskişehir’in güney batısında Karacahisar’da bulunan karargâhında durumu yakından inceledik. İsmet Paşa’ya “Orduyu Eskişehir güney ve kuzeyinde topladıktan sonra düşman ordusuyla araya büyük bir mesafe koymak gerekir ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya doğusuna kadar çekilmek uygundur. Düşman hiç durmadan izlerse hareket üslerinden uzaklaşacak, yeniden menzil hatları kurmak zorunda kalacak, karşılaşacağı güçlükler olacaktır. Bizim ordumuz ise toplu bulunacak ve daha uygun koşulara sahip olacaktır. Sakınca Eskişehir ve birçok topraklarımızı düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda gelebilecek manevi sarsıntıdır. Askerliğin gereğini kararlılıkla uygulayalım. Diğer türden sakıncalara karşı koyabiliriz.” dedim.

Ordunun geri çekilişi TBMM’nde tepkilere sebep oldu.4 Ağustos 1921 günü Ordu’nun başına geçmem istenildi. Bu öneride bulunanların bir kısmı ordunun yenildiğini artık toparlanamayacağını, ulusal davanın kaybedildiğini ve bozguna uğranılacağını düşünüyorlar ve bu bozgun içine beni de dahil etmek istiyorlardı. Diğer bir kısım ise, bunların çoğunluk olduğuna inanıyorum, bana olan güvenlerinden dolayı doğrudan ordunun başına geçmemi istiyorlardı. Ordunun başına geçmemi sakıncalı görenler ise “Ordunun bundan sonraki savaşta da başarısız olması söz konusu olabilir. Son ümidin, son kuvvetlerin bitmiş gibi görünmesini önlemek için henüz benim ordunun başına geçmeme gerek yoktur” düşüncesindeydiler. 4 Ağustos 1921 günü gizli oturumda tartışmalarda sessiz kalmam yıkımın, yenilginin kesinleştiği olarak anlaşıldı. Bunu anlar anlamaz, kürsüye çıktım teşekkür ederek Meclis Başkanlığına bir öneri verdim.

Başkomutanlığı kabul ederken istekte bulundum.Ordu’nun maddi ve manevi gücünü artırıp üst düzeye çıkarmak, sevk ve yönetimini güçlendirmek için TBMM’nin sahip olduğu yetkileri üç (3) ay süreyle kullanmak şartıyla Başkomutanlığı fiili olarak üstlenmek istediğimi belirttim. Bunun sebepleri olağanüstü durumların, olağanüstü kararlar verebilmek ve uygulamada çabuk olmak gereğiydi. Söz alanlar tarafından en çok Meclisin yetkisini tek kişiye vermenin mahzurlu olduğu, Meclisin iş göremez duruma geleceği ve üyelerden herhangi birisine keyfi, kanunsuz işlem yapılabileceği söylendi. Açıklamalarda bulundum. 5 Ağustos 1921 tarihli kanunda 2. maddede yetki şöyle verildi. “Başkomutan, ordunun maddi ve manevi gücünü artırmak, sevk ve yönetimini sağlamlaştırmak hususunda TBMM’nin bununla ilgili yetkisini Meclis adına fiili olarak kullanmaya yetkilidir”. Bu maddeye göre vereceğim emirler kanun olacaktı. Fevzi Paşa Hazretleri tüm zamanını Genelkurmay işlerine ayıracağından İçişleri Bakanlığı görevinde olan Refet Paşa’ya Milli Savunma Bakanlığı görevini verdim. Meclis tekliflerimi oybirliğiyle kabul etti. Hemen Genelkurmay ve MSB kadrolarını gözden geçirdik. Başkomutanlık Karargâhını kurduk. Diğer bakanlıklarla koordinasyon için küçük bir büro oluşturduk. Ordunun insan ve taşıma araçları bakımından gücünü artırmak, yiyecek ve giyecek ihtiyacını karşılamak için hazırlıklar yaptık. Tekalifi Milliye (Ulusal Vergiler) Emri bildirilerini yayınladık. Her ilçede birer “Ulusal Vergiler Komisyonu” kurduk.  Her ailenin birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp vermesini istedim. Tüccar ve halk elinde bulunan Ordu’nun işine yarayacak malzemelerin, bedeli ileride ödenmek üzere, %40’ına el koyduk (elbise dikmek için kumaş, bez, çarık, atlar için semer urgan ve benzeri malzemeler). Bedeli ileride ödenmek üzere eldeki gıda maddelerinin %40’ının devlete verilmesini (buğday, pirinç, fasulye, un, şeker, çay, gaz gibi maddeler) istedim. Ordu ihtiyacı için yararlanılacak taşıma araçlarına el koydum. Ayrıca elinde taşıma aracı kalan halkın, 100 km uzaklığa kadar ayda bir askeri malzeme taşımasını zorunlu kıldım, Ordu’nun işine yarayacak sahipsiz mallara el konması, halkta bulunan bütün silah ve cephanenin üç (3) gün içinde teslimi, araçlara ilişkin kullanılabilecek malzemelerin %40’ının verilmesi isteklerimiz arasındaydı. Orduya ait bir işi yapabilecek tüm esnaf ve imalathanelerin listesini aldım ve durumlarını tespit ettirdim. Son olarak da halkın elinde olan tüm araçlara, dört tekerli arabalara, kağnılara, katır ve yük hayvanları dahil %20’sine el koydurdum. Emirlerin uygulanmasını sağlamak için, uymayanlara, Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir ve Ankara’da İstiklal Mahkemeleri’ni görevlendirdim. Amacım bütün ulusu cephede bulunan ordu kadar duygu, düşünce ve hareket olarak savaşla ilgilendirmekti.

Cephe Karargâhına Hareket:12 Ağustos 1921 günü Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleriyle Polatlı’da cephe karargâhına gittim. İncelememiz sonucunda düşman ordusunun cephemize yüklenerek sol kanadımızdan kuşatacağı kararına vardık. Önlem ve düzenlemelerimizi buna göre yaptık. Düşman saldırılarıyla savunma hattımızın birçok parçalarını kırdı. Savaş 100 km’lik cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız Ankara’nın 50 km güneyine kadar çekilmişti. Cephenin yönünü batıdan, güneye değiştirdik. Kırılan her kısmın yerine en yakın bir yerde yeni bir savunma hattı kuruluyordu. “Savunma hattı yoktur, savunma alanı vardır. O alan bütün vatandır.  Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça bırakılamaz. Onun için küçük büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir ancak birlik durabildiği ilk noktada tekrar düşmana karşı cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda olduğunu gören birlikler O’na bağlı olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmak zorundadır.”  Ordumuzun her bireyi bu sistem içinde özverisini göstererek düşmanı yıprattı ve sonunda O’nu saldırısına devam yeteneğinden ve gücünden yoksun bıraktı. Bu safhada düşman ordusunun sol kanadına ve takiben cephenin önemli kısımlarında karşı saldırıya geçtik. Ankara’yı yok etmeyi hedefleyen düşman geri çekildi ve 13 Eylül 1921 günü Sakarya nehri doğusunda düşman ordusundan eser kalmadı. Ordumuz 23 Ağustos-13 Eylül arasında 22 gün ve gece savaşmıştı. Bu bir kanlı, meydan savaşıydı. Başkomutanlık görevini yerine getirmiştim. Bütün ulusumuzu savaş hakkında bilgilendirmek, Onların savaşla ilgisini sağlamak ve desteğini almak istiyordum. Sakarya savaşı sonrası, TBMM’i beni Mareşal rütbesine ve Gazi unvanına lâyık gördü.

Açıklama:22 Temmuz 1921'de Sakarya Nehri Doğu’suna çekilmeye başlayan Türk ordusu, güneyden kuzeye hatta yer aldı. Çekilişin hızlı bir şekilde tamamlanmasından sonra Yunan birlikleri taarruz pozisyonu için tam 9 gün Türk birlikleri ile karşılaşmadan yürüdü. Bu yürüyüşün hangi yöne doğru olduğu Türk keşif birlikleri tarafından tespit edilerek cephe komutanlığına bildirildi. Yunan taarruzu yönü algılandı. Yunanlılar kuşatıcı taarruza başladı. Fakat bu taarruzlarını başaramadılar. Mustafa Kemal bu savaşta kaburgalarından yaralandı. Çok subayın şehit olduğu bu savaşın subay savaşları olduğu söylenir. Bu savaşta Türkler 5.713 şehit (277 subay), 18.840 yaralı (1.058 subay), 828 esir ve 14.258 kayıp verdi. Yunan tarafı ise 3.758 ölü, 18.955 yaralı, 354 kayıp verdi. Zorluklarla kazanılan bu savaş sonrasında siyasi kazanımlar elde edildi. Sovyetler Birliği ve Fransa ile siyasi ilişkiler düzenlendi ve İtalyanlar Ege'yi boşalttılar.

Fransa Hükümetiyle görüşmeler: Fransa Hükümeti eski bakanlardan Mösyö Franklin Bouillon’u 9 Haziran 1921’de Ankara’ya gönderdi. İki hafta kadar Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve Fevzi Paşa Hazretlerinin katılımıyla görüşmelerde bulunduk. Hareket noktamız Misakı Milliydi. Sakarya savaşından 37 gün sonra 20 Ekim 1921’de Fransa ile Ankara Anlaşmasını imzaladık. Fransa Güneydoğu Anadolu’dan çekildi. Hatay özel bir yönetime sahip oldu. Siyasi, askeri ve ekonomik bağımsızlığımızı zedelemeden, yurdumuzun değerli parçalarını işgalden kurtardık.

Pontus sorunu: Karadeniz Bölgesinde, Rize-İstanbul arasında, 1840 yılından beri eski Yunan canlandırılması için çalışan bir Rum topluluğu vardı.  4 Mart 1919 tarihinde İstanbul’da Pontus adıyla yayımlanan gazetenin başmakalesinde “Trabzon ilinde Rum cumhuriyetinin kurulmasına çalışmak amacıyla yayımlandığı” ilan edilmişti. Yunanistan’ın bağımsızlık günü 7 Nisan 1919 tarihinde yerli Rumlar Samsun’da gösteriler yaptı. 1920 yılı sonlarına doğru Pontus çetelerin çalışma bölgeleri ayrılmıştı. Dağlarda kurulan Pontus örgütü silahlı savaşçı kuvvetler, beslenmeye destek veren halk, ulaştırma kolları içeriyordu.  Örgüt zamanla büyüdü,  başlangıçta 6-7 bin kişi olan silahlı grup daha sonra her taraftan katılanlarla 25bin kişiyi buldu. Pontus çeteciler Müslüman köylerini yaktılar, halka eziyet ettiler ve öldürdüler. Anadolu’ya çıkar çıkmaz, Türk halkının dikkatini çekip, önlemler almaya başladık. Merkezi Sivas’ta olan 3. Kolordu ve merkezi Erzurum’da olan 15. Kolordu bu çeteleri izlemek ve ortadan kaldırmakla uğraştı. Anadolu’da iç ayaklanmalar: Bazı serseriler, çeteler İstanbul talimatlarıyla ayaklandılar. Kuvvetlerimiz,  Pontusçular ve bu isyancılarla uğraştı.

Nurettin Paşa’nın kurulan Merkez Ordusu komutanlığına atanması: Haziran 1920’de Ankara’ya gelen Nurettin Paşa bazı şartlar ileri sürdüğünden kendisine görev vermemiştik. Beş ay kadar sonra Taşköprü’de izinli olan Nurettin Paşa adına bazı kişiler, paşanın kendisine görev verilirse ciddiyet ve samimiyetle yapacağını Fevzi Paşa’ya ve bana bildirdiler. Anadolu merkezindeki güvenlik sorununu çözmeye görevli kuvvetlerimizi büyük bir komuta altında birleştirmekte yarar gördüğümüzden 9 Aralık 1920’de Sivas’taki 3. Kolorduyu kaldırarak onun görevini yeni kurduğumuz Amasya’da Merkez Ordusu’na verdik ve Nurettin Paşa’yı bu orduya komutan yaptık. Nurettin Paşa Amasya’da bir yıla yakın görev yaptı. Halktan bazılarının haklarına saldırdığı gerekçesiyle, (Pontus ve Koçgiri isyanlarını bastırırken suçlu suçsuz ayırmadan teslim olanlara bile işkenceler yaptığı iddia edildi) Meclis’in isteğiyle Kasım 1921’de görevden alındı. Meclis Nurettin Paşa’nın yargılanmasına karar verdi. Fevzi Paşa ve ben bu yargılanma talebine karşı çıktık. Meclis’te Nurettin Paşa’yı savunduk. Sekiz ay kadar sonra kendisini 1. Ordu komutanlığında göreceğiz.

Malta’dan dönen Rauf Bey 15 Kasım 1921 Ankara’ya geldi. Kendisini Bayındırlık Bakanlığı’na seçtirdik. Kara Vasıf Bey’i de Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu Yönetim Kurulu Üyeliğine seçtirdik. Rauf Bey’den hükümette,  Kara Vasıf Bey’den grupta yararlanmayı düşündük. Bir müddet sonra bu iki kişinin “İzlenen askeri siyaset nedir? sorusu ile karşılaştık. Amaçlarının savaşla değil siyasi yollar ile çözüm aranması olduğunu söylediler. Konunun tartışılmasını istemedim. Bu kişiler tepki olarak görevlerinden istifa ettiler. Milli Savunma Bakanı Refet Paşa’da aynı tarihte istifa etti. Amacı benim Ankara’dan uzaklaşmam, cepheye gitmemdi. Orduyla ilgili yapılan işlerin görülmesi, denetlenmesi için bir komisyon kurduk. Meclis’te kurduğumuz Müdafaai Hukuk Grubu’ndan başka, ikinci bir siyasi grup kuruldu. Bu grup Teşkilatı Esasiye Kanunundan şikâyetçiydi. Ordunun Yunanlılara deneme saldırısı yapması, saldırı yeteneği olup olmadığının anlaşılması ve bağımsızlık davamızın son bulması için Yunanlılara değil de Irak kuzey sınırında İngilizlere saldırmamız ve Onları yenmemiz Grubun istediği konular arasındaydı.

Ordumuzun kararı saldırıdır. 4 Mart 1922 günü cepheyi denetlemek üzere Ankara’dan ayrılmadan önce Sakarya savaşı sonrası düşman ordusunu Eskişehir-Seyitgazi-Afyonkarahisar genel hattına kadar izleyen kuvvetlerimiz, ordunun tamamı olmayıp, süvarilerimiz ve onları destekleyen bazı tümenlerimizdir. Ordumuzun kararı saldırıdır. Fakat bu saldırıyı erteliyoruz. Çünkü hazırlıklarımızı tamamlamak zaman gerektirmektedir. Yarım hazırlıkla saldırı, hiç saldırmamaktan daha kötüdür.

Düşmana saldırmak ve sonuç almak için;  Birincisi “Ulusun kendisinin hazır olması ve kararlılığı” önemlidir. İkincisi ”Ulusu temsil eden Meclis’in ulusal isteği gerçekleştirmek için göstereceği kararlılıktır.” Üçüncüsü ise Ulusun evlatlarının oluşturduğu düşman karşısında toplanmış bulunan “Ordu’muzdur”. İç cephe; Ulusun kendisi ve TBMM çökerse, yok olma ve tutsaklıkla karşı karşıya kalırız. Görünür cephe, dış cephe olan ordumuzun durumu sarsılabilir, değişebilir ancak iç cephe sağlam olursa yıkım olmaz. Meclisin anlayışı, çalışmaları, durumu düşmana ümit vermedikçe iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına olanak ve olasılık yoktur.

Efendiler arada bazı resmi ve özel birtakım temaslar olsa da 1922 yılı Ağustos’una kadar da Batı devletleriyle olumlu anlamda gerçek ilişkiler kurulamadı. Ülkemizde bulunan düşmanları silah zoruyla çıkarmadıkça, Onları çıkararak Ulusal varlığımızı ve gücümüzü kanıtlamadıkça diplomasi alanında ümide kapılmak doğru değildi. Güçten ve yetenekten yoksun olan Uluslara değer verilmez. İnsanlık, adalet, yiğitlik gereklerini bütün bu niteliklere sahip olduğunu gösterenler isteyebilir.

Biz, büyük bir ciddiyetle Dünya önünde vereceğimiz sınava hazırlanırken Yusuf Kemal Bey ve Fethi Bey’i yurt dışına gönderdik. Durumu gözlemlemeyi yaralı buluyorduk. Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’in gezisinden bir sonuç çıkmadı. Ancak İtilaf Devletleri Dışişleri Bakanlarının yakında toplanıp bize barış önerisinde bulunacakları bilgisi geldi. Bu kapsamda Lord Curzon Yunanlılarla savaş başlarsa barış görüşmeleri sonuçsuz kalacağı için önce Yunanlılarla ateşkes yapmamızı istemiş. Yusuf Kemal Bey ateşkes yerine Anadolu’nun boşaltılmasına karar verip iki tarafa bildirmenin daha yararlı olacağını belirtmiş. Ancak Yusuf Kemal Bey Türkiye’ye dönmeden 22 Mart 1922 tarihinde İtilaf Devletleri Dışişleri Bakanları Konferansı Türkiye ve Yunanistan Hükümetlerine ateşkes teklifinde bulundu. Ben cephedeydim. Bu notada  “Savaşa üç ay ara verilecek. Türk ve Yunan birlikleri arasında 10 km askerden arındırılmış bir bölge bulunacak.  Birliklerin durumunda değişiklik yapılmayacak, insan ve cephane yönünden güçlendirilmeyecek. Komisyonlar durumu kontrol edecek. Barış olana kadar bu süre üçer ay olarak uzatılacak” deniliyordu.

Yunanlılar bu ateşkes önerisini hemen kabul ettiler. Yunan ordusu Sakarya’da maddi ve manevi olarak yenilmişti. Bir yıldan beri hazırlamaya çalıştığımız Ordumuzu hareketsizliğe sürüklemek, ulusal hükümete umutlar vererek bekleyiş içinde bırakmak, Ulusal Hükümeti ve Ordumuzu gevşetmek İtilaf Devletleri için önemli bir hamleydi.  “Ateşkes önerisini Anadolu’nun boşaltılması için kabul etmeyi, Ordunun içine yabancı kurullar sokmamayı ve hazırlıklarımıza devam etmeyi düşünürken; 26 Mart 1922 tarihinde Paris’te toplanan Konferans, İtilaf Devletlerinin barış ilkeleri hakkındaki önerileri, ikinci bir nota olarak Bize geldi.

“Teklif Türkiye’de ve Yunanistan’da azınlık haklarının korunmasını ve konulacak kuralların uygulanmasını ve Doğuda bir Ermeni yurdunun kurulmasını Birleşmiş Milletler Cemiyetinin çalışmalarına bırakıyor.  İki Boğazda geçişi sağlamak için askersiz bölge oluşturulmasını öneriyor, Kırklareli, Babaeski ve Edirne’nin Yunanistan’a bırakılmasını, İzmir Rumlarına ve Edirne Türklerine uygun bir yönetimi kararlaştırmayı, barış yapılınca İstanbul’un boşaltılmasını kapsıyordu. Ayrıca Sevr’de elli (50) bin olan askerin sayısının seksen beş (85) bine çıkarılmasını, Sevr mali komisyonunun kaldırılıp, İtilaf Devletlerinin ekonomik çıkarlarının gözetilmesini, Devlet borçlarının Bize aktarılmasını, adli ve ekonomik kapitülasyonlarda değişiklik için komisyon kurulmasını öneriyordu.

Belirtilen tekliflerle İtilaf Devletleri, Ulusal Hükümete karşı yeni bir evreye geçiyordu.  Her iki notaya da 5 Nisan 1922 tarihinde cevap verdik.  “Ateşkesi ilke olarak kabul ettik. Fakat ateşkesle beraber Anadolu’yu boşaltma işinin başlamasını, ilk 15 gün içinde Eskişehir-Kütahya-Afyonkarahisar hattının boşaltılmasını ve İzmir dahil tüm boşaltmanın dört (4) ayda tamamlanmasını istedik. Barış görüşmeleri sonuçlanmazsa ateşkesin 3 ay daha uzatılmasını kabul ettik. Tekliflerimizi kabul ederlerse Delegelerimizi üç hafta içinde istenilen şehre göndermeye hazır olduğumuzu belirttik.” Bizim notamızdaki tekliflerimizi 15 Nisan 1922 tarihli cevaplarıyla reddettiler. 22 Nisan cevabımızda barış görüşmelerine devam edilmesini önerdik. Cevap vermediler. Kesin zaferimizi kazanana kadar konuşulanların hiçbiri gerçekleşmedi.

Başkomutanlık Kanunu 5 Ağustos 1921’de kabul edilmişti. 1. uzatma 31 Ekim 1921’de, 2. uzatma 4 Şubat 1922’de, 3. uzatma 6 Mayıs 1922’de kabul edildi. Ancak son kabul öncesi 5 Mayıs 1922’de sıkıntılar olmuş ve kanun çoğunluk sağlanarak uzatılamamıştı. 6 Mayıs 1922 gizli oturumunda yaptığım açıklamalar sonrasında oylama yapılarak kanunun süresi 11 ret, 15 çekimser, 177 kabul oyu sonucu Başkomutanlık Kanunu uzatılmıştı. Konuşmamda “Meclisin yürütme yetkisi olduğunu, kararlarını gizli oturumla almasının normal olduğunu, başkomutana karşı söylenen sözlerin düşmana duyurulmasının ülkenin çıkarına olmadığını belirttim. Ordumuzun hazırlıklarını tamamladığında düşmana saldıracağını, düşmanı yurdumuzdan kovacağımızı ifade ettim. Bizim ve bütün ülke ve ulusun bugün tek görevi topraklarımızda bulunan düşmanı süngülerimizle kovmaktır. Amacımıza ulaşmak için tek yol savaş yapmak ve savaşta başarı sağlamaktır. Savaşı kazanırsak, ulusumuzu insan gibi yaşatmak mümkün olacaktır” dedim.

Efendiler 20 Temmuz 1922 tarihinde Başkomutanlık Kanunu süresi dolduğu için tekrar görüşme konusu oldu. Mecliste yaptığım konuşmada “Ordumuz artık olağanüstü hiçbir önleme ihtiyaç olmadan ulusal emelleri elde edecek düzeye gelmiştir. Olağanüstü yetkilerin devamına gerek ve ihtiyaç kalmadığına inanıyorum. Bu ihtiyacın bundan sonra da ortaya çıktığını görmemekle mutlu olacağız. Başkomutanlık makamının devam etmesi olsa olsa Misakı Milli’de belirtilen kesin sonuca ulaşana kadar devam eder. O gün değerli İzmir’imiz, Bursa’mız, İstanbul’umuz ve Trakya’mız ana vatana katılmış olacaktır. O mutlu gün geldiğinde bütün ulusla beraber en büyük mutluluklara ermekle onurlanacağız. O gün geldiğinde Ben’de özgür bir birey olma mutluluğuna erişeceğim.”  Özetini belirttiğim bu konuşmamdan sonra Meclis, Başkomutanlığı bana süresiz olarak vermek kararını aldı.

Saldırı kararı: Haziran ortalarında saldırıya karar vermiştik. Bu kararımızı cephe komutanı, Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı biliyordu. Fevzi paşa, İsmet paşa ve Kazım paşa ile hazırlıkların hızla tamamlanmasına karar verdik. Düşman cephesi Marmara’dan Menderese kadar uzanıyordu. Düşmanın üç (3 ) kolordusu 12 tümenden oluşmakta ve bağımsız birlikleri 3 tümene ulaşmaktaydı. Bizim tüm birliklerimizi 18 tümen oluşturuyordu. Bundan başka üç (3) tümenli bir süvari kolordumuz ve daha zayıf mevcutlu ayrıca iki süvari tümenimiz vardı. Yunan ordusunun makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephane ve teknik malzeme bakımından üstünlüğü vardı. Bizim ordumuz süvari üstünlüğüne sahipti.

İki ordumuzdan 1. Ordu’nun komutanı Ali İhsan Paşa, 2. Ordu’nun komutanı Şevki Paşa’ydı. Ali İhsan Paşa ordunun disiplinin ve genel yönetimini çıkmaz yola düşürecek bir tutum izledi. Örneğin ast komutanların, üstlerini dinlemesini önleyecek durumlar yarattı. Kendisini 18 Haziran 1922’de Milli Savunma Bakanlığı emrine aldım.

Açıklama:Ali İhsan Paşa, kendisini kıdemli saydığından İsmet Paşa’dan emir almak istemiyordu. Kendisine Anadolu’daki kıdeminin farklı olduğu belirtildi. Ordunun yaptığı hazırlık ve manevralardaki tavırları, hazırlıklara katılmaması ve kadro sıkıntısı yaşayan savaşçı birliklerden Cephe Komutanlığı emri hilafına subay çekip karargâhlarda çalıştırması, Cephe Karargâhına haber vermeksizin düşman kuvvetleriyle temas kurması,  hâl ve hareketleri hoşuna gitmeyen subaylara karşı tehditkâr davranması sıkıntı yarattı.

Saldırı Planımızın Esası: Düşündüğümüz, ordularımızın ana kuvvetlerini düşman cephesinin bir kanadında ve mümkün olduğu kadar dış kanadında toplayarak bir yok edici meydan savaşı yapmaktı. Ana kuvvetlerimizi düşmanın Afyonkarahisar civarında bulunan sağ kanat grubu güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan alanda toplamaktı. Düşmanın duyarlı ve önemli noktası orasıydı. Hızlı ve kesin sonuç almak için düşmanı bu kanadından vuracaktık. 27/28 Temmuz Akşehir toplantımızda 15 Ağustos’a kadar hazırlıkların tamamlanmasını kararlaştırdık. 6 Ağustos 1922’de Batı Cephesi Komutanı gizli olarak ordularına saldırıya hazırlık emrini verdi. Ankara’da Bakanlar Kurulu ile görüş birliğine vardık. Genelkurmay başkanı 13 Ağustos 1922’de cepheye gitmişti. Konya üzerinden 20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra Akşehir’de Cephe Komutanlığı Karargâhındaydım. 26 Ağustos 1922’de saldıracaktık. Saldırımız bir taktik baskın halinde yapılacaktı. Yığınak ve hazırlıkların gizli kalması için bütün yürüyüşler gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinlenecekti. 24 Ağustos’ta karargâhlarımızı Akşehir’den Şuhut kasabasına ve 25 Ağustos1922 sabahı Kocatepe’nin güneyindeki çadırlı ordugâha naklettik. 26 Ağustos sabahı 05:30’da topçu ateşimizle saldırı başladı.

Efendiler, iki gün içinde düşmanın Afyonkarahisar güneyinde 50 km ve doğusunda 20-30 km uzunluğundaki sağlamlaştırılmış cephelerini düşürdük. Düşman kuvvetlerini 30 Ağustos’a kadar Aslıhanlar civarında kuşattık. Ana kuvvetlerini yok ettik ve tutsak aldık. Tutsaklar arasında Trikopis bulunuyordu. Beş gün içinde kesin sonucu aldık. 31 Ağustos 1922 günü Ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir yönünde yol alırken, diğer kısımları düşmanın Eskişehir ve kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenilgiye uğratmak üzere ilerliyorlardı. Başkomutanlık savaşının sonuna kadar saldırımızı, resmi bildirimlerde önemsiz bir harekât gösteriyor ve durumu mümkün olduğu kadar Dünya’dan gizliyorduk. Amacımız düşman ordusunu kurtarmak isteyeceklerin yeni girişimlerine meydan vermemekti. 9 Eylül 1922 Ordularımız İzmir’e ve Akdeniz’e ulaşmıştı.

İzmir’de Mösyö Franklin Bouillon ile 23 Eylül 1922’de görüşürken İtilaf Devletleri Dışişleri Bakanları imzasıyla bir nota geldi. Askeri harekâtın durdurulması ve Barış Konferansı’na ilişkin olarak Mudanya veya İzmit’te toplantı önerilmekteydi. 29 Eylül 1922 tarihinde notaya ilişkin verdiğim cevapta Mudanya Konferansını kabul ettiğimi bildirdim. Fakat Meriç nehrine kadar Trakya’nın derhal bize verilmesini istedim.

Mudanya’da İsmet Paşa’nın Başkanlığı altında konferans toplandı. İngiltere Delegesi General Harrington, Fransa Delegesi General Charpy, İtalya Delegesi General Monbelli’den oluşan konferans, bir hafta kadar devam eden tartışmalı görüşmelerden sonra 11 Ekim’de Mudanya ateşkes antlaşmasını imzaladı ve Trakya ana vatana katıldı.İzmir’den Ankara’ya dönüşümde ana konu Barış Konferansına gönderilecek heyet konusuydu. Mudanya konferansı sona ermişti. İsmet ve Fevzi Paşalar Bursa’da idiler. Onlarla görüşmek üzere Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa, Ankara’ya gelen Kazım Karabekir Paşa ve İstanbul’da görevlendireceğim Refet Paşa ile Bursa’ya gittim. Refet Paşa Trakya’yı teslim almak için İstanbul’a gitti. Görüşmelerim ve değerlendirmem sonunda konudan habersiz olan İsmet Paşa’nın Dışişleri Bakanı olmasını uygun gördüm. Yusuf Kemal Bey bu konuda daha önce Delege Heyeti Başkanlığını en iyi İsmet Paşa’nın yapabileceğini bana söylemişti. Telgraflaşmamızın gereğini, kendisinin istifa etmesini ve İsmet Paşa’nın Dışişleri bakanı olması konusunu, yerine getiriyordu.

İsmet Paşa’ya Dışişleri Bakanı olacağını ve Delege Heyeti Başkanı olacağını söyledim. Bu onun için sürprizdi ve kendisini asker sayıyordu. Sonunda önerimi emir kabul ederek buna uydu. 28 Ekim 1922’de Lozan Barış Konferansı’na davet olunduk. İtilaf Devletleri hâlâ İstanbul’da bir hükümet tanımak istiyor ve Onu da bizimle beraber konferansa davet ediyordu.

Saltanatın kaldırılması:1 Kasım 1922 tarihli kanun gereğince hilafet ile saltanat birbirinden ayrıldı. İki buçuk (2.5) yılı aşkın bir süreden beri fiilen hükmünü yürüten ulusun egemenliği-ulusal saltanat doğrulandı. Hilafet açıklık kazanmış bir hak olmaksızın bir süre daha bırakıldı.

Buraya kadar gelişimizin özetine gelince; Tevfik Paşa’nın telgrafları nedeniyle saltanatı hilafetten ayırmaya ve önce saltanatı kaldırmaya karar verdiğim zaman Rauf Bey ve Kazım Karabekir Paşaları çağırıp “Hilafet ve saltanatı birbirinden ayırarak saltanatı kaldıracağız. Bunun uygun olduğuna dair kürsüden birer konuşma yapacaksınız” ricasında bulundum. Tevfik paşa 17 Ekim 1922 tarihli telgrafında “Kazanılan zaferin İstanbul ve Ankara arasında anlaşmazlık ve ikiliği kaldırmış ve ulusal birliğimizi sağlamış olduğunu” yazıyordu. Başka bir deyişle  “Ülkede düşman kalmadı, dolayısıyla padişah yerinde, hükümet onun yanında; ulusa düşen de bu makamların vereceği emirlere uymaktır.” noktasına geliyordu. Söz konusu sorun dolayısıyla Meclis’te 30 Ekim 1922 günü görüşmeler başladı. Pek çok konuşmacı birçok sözler söyledi.

Efendiler, Osmanlı İmparatorluğunun sona erdiğini, yeni bir Türkiye Devleti’nin doğduğunu, Teşkilatı Esasiye Kanunu’yla egemenlik haklarının ulusa ait bulunduğunu ifade eden bir önerge hazırlandı. Benim de imzam olan önergeyi sekseni aşkın arkadaş imzaladı. 31 Ekim günü Meclis toplanmadı. 1 Kasım 1922 günü Meclis toplandı ve aynı konuda uzun tartışmalar oldu. Mecliste ayrıntılı bir konuşma yaptım. Tarihten örnekler vererek hilafet ve saltanatın ayrılabileceğini, ulusal egemenlik ve saltanat makamının TBMM olabileceğini tarihi olaylara dayanarak açıkladım. Hulâgû’nün Halife Mutasım’ı idam ederek hilafete son verdiğini ve 1517’de Mısır’ı ele geçiren Yavuz’un orada unvanı halife olan bir sığınmacıya önem vermeseydi, hilafet unvanının zamanımıza kadar miras kalmış olmayacağını anlattım.

Konuyla ilgili önergeler üç komisyona Teşkilatı Esasiye, Şeriye ve Adliye komisyonlarına gönderildi. Üç komisyon bir odada toplandı. Başkanlığına Hoca Müfit Efendi’yi seçtiler. Şeriye komisyonunda bulunan hoca efendiler ”Hilafetin saltanattan ayrılamayacağını” ileri sürdüler. Bu fikri çürütecek diğer kişiler konuşmadılar. Bu şekilde komisyondan istenilen sonuç çıkamazdı. Söz aldım, yüksek sesle şu konuşmayı yaptım.

“Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye bilim gereğidir diye görüşmeyle, tartışmayla verilmez. Egemenlik, saltanat, kuvvetle ve zorla alınır.  Osmanoğulları zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlar ve bu zorbalıklarını 600 yıl sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk ulusu egemenlik ve saltanatını ayaklanarak kendi eline gerçekten almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Sorun, zaten oldubitti haline gelmiş bir gerçeği ifadeden ibarettir. Ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Burada toplananlar Meclis ve herkes çözümü desteklerse fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, yöntemine uygun olarak ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

İşin bilimsel yönüne gelince hoca efendilere uzun uzadıya açıklamalarda bulundum. Hoca Mustafa Efendi “Bağışlayınız, Biz konuyu başka bakış açısından ele alıyorduk, açıklamalarınızdan aydınlandık” dedi. Görüşmeler sonunda sorun, ortak komisyon tarafından çözüldü. Süratle kanun tasarısı hazırlandı ve Meclis’te oybirliğiyle kabul edildi.

Vahdettin İngiliz savaş gemisiyle kaçıyor. İstanbul’dan gelen 17 Kasım 1922 tarihli resmi bir telgrafın ilk cümlesi şuydu ”Vahdetin Efendi bu gece saraydan ayrılmıştır”.  General Harrington’un bildirisinde “Padişah hazretleri özgürlük ve yaşamını tehlikede gördüğünden halife sıfatıyla İngiliz korumasını ve İstanbul’dan başka bir yere götürülmesini istemiştir. İsteği bu sabah yerine getirilmiştir.”  Vahdettin, özgürlüğü ve yaşamını, ulusu içinde tehlikede görmüş ve kaçmıştır. Bir yabancının koruması altına girmiştir. Düşmanlar ve halifeler beraber olabilir ve her şeyi yapmaya girişebilirler. Fakat yeni Türkiye’nin yönetim şeklini, siyasetini, gücünü sarsamazlar. Halkın egemenliği ortaklık kabul etmez. TBMM kaçak Halife Vahdettin’i makamından indirip yerine Abdülmecid Efendi’yi halife seçti. Saltanat kaldırıldığından İstanbul Hükümeti’nin istifası istendi.

Lozan Konferansı:  Delege Heyetimiz İsmet Paşa başkanlığında Kasım başlarında Lozan’a gitmek üzere Ankara’dan ayrılmış ve Konferans genel toplantısı 21 Kasım 1922 günü yapılmıştır. İki dönemden oluşan, sekiz (8) ay devam Lozan Konferansı ve sonucu Dünya’nın bildiği bir durumdur. Bir süre Ankara’da görüşmeleri izledim. Tartışmalı geçen görüşmelerde Türk hakları onaylanmıyor, sorunlar 3-4 yıllık döneme ait olmayıp yüzyılların hesapları görülüyordu. Osmanlı kapitülasyonların tutsağı olmuş ve Hıristiyan halk birçok hak ve ayrıcalıklara sahipti. Osmanlı Hıristiyan halktan vergi alamaz ve yargılayamazdı. Osmanlı kendi halkının iyiliği için demiryolu yaptıramazdı. Okul yaptırması bile serbest değildi. Osmanlı hükümdarları ülke ve ulusun kaynaklarını kuruttuktan başka dış borçlanmalar yapmıştı. Devlet bu dış borçların faizlerini ödeyemez ve iflas etmiş durumdaydı. Konferans görüşmelerinin uzun süreceği açıktı

Halkla yakından temas ve halkın düşüncelerini öğrenmek önemliydi. 14 Ocak 1923 tarihinde Ankara’dan hareket edip Eskişehir, İzmit, Bursa, İzmir, Balıkesir ziyaretlerimle halkın bana serbestçe sorular sormasını sağladım. Vatandaşların sorularına detaylı cevaplar verdim ve Onların düşüncelerini öğrendim, dertleştim. Ayrıca, TBMM son yılına girdiğinden Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti’ni siyasi bir parti haline getirmeyi düşünüyordum. Lozan konferansı görüşmelerini özetliyor, sonucun olumlu olacağı hakkındaki inancımı belirtip, halka rahat olmalarını söyledim.

Hilafet konusunda yaptığım açıklamalar: Halkımıza yaptığım açıklamalarda “Ulusumuzun kurduğu yeni bir Devlet’in mukadderatına, işlerine, bağımsızlığına unvanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştıramayız. Ulusun kendisi kurduğu devleti ve O’nun bağımsızlığını koruyacaktır. Bütün Müslümanları kapsayan bir devlet kurma görevi olan Halife’ye, Türkiye Devleti ve halkı O’nun emrine bağımlı tutulamaz ve Ulus bunu kabul edemez. Türk halkı artık kendi yaşam ve mutluluğunu düşünmektedir. Bir İslam devleti olan İran veya Afganistan halifenin herhangi bir yetkisini tanıyabilir mi? Hayır. Tanırsa, kendi devletinin bağımsızlığını, kendi ulusunun egemenliğini ortadan kaldırmış olur. Halife’nin tüm İslam Dünya’sına hükmetmesi için Türkiye Devleti ve O’nun bir avuç nüfusu yeter mi? Hayır. Ulusumuz Halife’nin emrinde olabilir mi? Hayır. Ulusumuz zaten, halifeye hizmet görüşünden zarar gördü ve bu boş görüş sebebiyle Anadolu’nun evlatları Yemen çöllerinde kavrulup yok oldu.

Hoca Şükrü Efendi arkadaşlarıyla 15 Ocak 1923 günü hazırlattığı broşürleri dağıtmış ve yaptığı açıklamada “İslam Halifesinin görevi, dinin emirlerini korumak ve kollamakta peygamberliğin yerini tutmaktır. Dini hükümler koymakta da yüce Peygamber Efendimizin vekilliğini yapmaktır” diyorlar. Bu anlayış ise ulusal egemenliği ve vicdan özgürlüğünü kaldırmaya çalışmaktır. 

Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndaki 2. ve 26. maddeler inkılap ve cumhuriyetin o gün için sakıncalı görmediği ödünlerdir. Ulus, düğüm oluşturan bu maddeleri uygun zamanda kaldırmalıdır. Hoca Şükrü Efendi gibi din adamları “Hilafetin görevi ruhani değildir. Hilafetin temeli maddi iktidar ve hükümet kuvvetidir” diyerek aslında “Halife unvanında bir kişiyi Türkiye Devleti’nin başkanlığına geçirmek amacındaydılar”.

Halk Parti’sini kurma girişimi: 7 Aralık 1922 tarihinde Ankara basını aracılığıyla halkçılık temeline dayalı ve “Halk Partisi” adıyla siyasi bir parti kurmak niyetinde olduğumu açıklayarak bu partinin yurdumuza yararlı olacak nasıl bir program izlemesi hakkında tüm yurtseverlerin yardımına başvurmuştum. 8 Nisan 1923 tarihinde, daha önceden aldığım yazılı görüşler ve halkla yaptığım fikir alışverişlerinden yararlanarak, 2. TBMM seçimi sırasında yayımlayıp ilan ettiğim program, 9 ilke halinde,  Halk Partisi’nin programı oldu. Program teorik değildi, bir kitap değildi. Programda “Mahkemelerin iyileştirileceği, kanunlarımızın hukuka uygun düzenlenip tamamlanacağı, vergide âşar usulünün (ürün olarak alınan onda bir vergi) değiştirileceği, ulusal bankaların sermayesinin artırılacağı, ihtiyaç duyduğumuz demiryollarının yapılacağı, öğretim birliğinin sağlanmasına derhal girişileceği, fiili askerlik süresinin azaltılacağı (2-5 yıl arasıydı), ülkenin bayındırlığına çalışılacağı vb. önemli, acil ihtiyaçlar” yer almıştı. Barış hakkındaki görüşümüz ise “Mali, ekonomik, yönetim alanlarındaki bağımsızlığımızı sağlayarak, barışın gelmesine çalışmak” olarak belirtmiştik. Halk Partisi’nin programı, kitabı yoktur dediler. Programı kısa bulanlar oldu. Teorik, yaldızlı paragrafları olan, uzun bir kitap değil, uygulanabilir bir program yapmıştık.

Lozan Konferansı 4 Şubat 1923’de kesintiye uğradı. Konferans iki aya yakın görüşmelerden sonra kesintiye uğradı. İtilaf Devletleri temsilcileri delege heyetimize bir barış projesi verdiler. Bu proje anlamı ve özü bakımından bağımsızlığımıza zarar veren koşulları kapsıyordu. Özellikle adli, mali ve ekonomik maddeler çok ağırdı. “Anlaştığımız maddeleri imza ederek barış yapalım” teklifimiz de kabul görmedi. Görüşmelerin ertelendiği açıklaması yapıldı. Heyetler ülkelerine döndü. 18 Şubat 1923 tarihinde İsmet Paşa ile Eskişehir’de birleşerek Ankara’ya beraber geldik. İsmet Paşa Bakanlar Kurulu’nda durumu açıkladı ve yeni direktif istedi. Konu Meclise gitti ve günlerce görüşme ve tartışmalar yapıldı. Muhalifler, 27 Şubat-6 Mart 1923 görüşmelerinde Delege Heyetimize ve İsmet Paşa’ya amansız düşman kesildiler ve “Delege Heyeti, Bakanlar Kurulu’nun direktifine aykırı hareket etmiştir” dediler. Görüşmelerde Delege Heyetimizi dinlemek ve Onların açıklamalarına itibar etmek yerine; İtilaf Devletleri delegelerinin ülkelerine dönüşlerinde verdikleri demeçleri gerçek sayıp, Delege Heyetimize saldırıyorlardı.

Görüşmeleri başından sonuna kadar takip etmiştim, söz aldım. “Delege heyeti, Bakanlar Kurulu’na karşı sorumludur. Meclis’e karşı sorumlu olan Bakanlar Kurulu’dur. Meclis, Bakanlar Kurulu’na yeni bir yön vermek zorundadır. Bu yön çerçevesinde Bakanlar Kurulu, delege heyetine özel direktif verir. Meclis’in ayrıntıyla uğraşmasına gerek ve olanak yoktur”. Verilecek yön hakkındaki görüşümü de şöyle anlattım. “Musul sorununun geçici olarak ertelenmesini söz konusu etmemek üzere ve fakat idari, siyasi, mali, ekonomik ve diğer ilgili konularda ulus ve ülkenin haklarını ve bağımsızlığını elde etmek ve kurtarılmış topraklarımızın boşaltılmasını koşul saymak esastır”. Ayrıca, “Delege Heyetimiz görevi eksiksiz yapmış, Ulus ve Meclisimizin onurunu korumuştur. Delege Heyeti’ne Meclis tarafından manevi güç verilerek, çalışmalarına devam ettirilmesi ile bir barış dönemine girmenin mümkün olduğundan ümitlenebiliriz.” dedim.

Meclis’teki muhaliflerin saldırıları: Üç milletvekili, Erzurum milletvekili Süleyman Necati, Mersin milletvekili Salahattin ve Samsun milletvekili Emin beyefendiler, Seçim Kanunu 14. Maddesini değiştirmek için öneride bulundular. Onlar tekliflerinde “TBMM’ne üye seçilebilmek için bugünkü sınırların içindeki yerlerin halkından olmak şarttır veya kendi seçim bölgesi içinde yerleşmiş olmak şarttır. Göç ederek gelen Türk ve Kürtler yerleşim tarihlerinden itibaren 5 yıl geçmiş ise seçilebilirler” diyorlardı. Bu madde benim milletvekili seçilmemi engelliyordu. “Hiçbir yerde beş (5) yıl oturamayacak kadar çalışmış bulunuyorum. Vatandaşlık haklarımdan yoksun bırakılacağımı aklıma getirmezdim” dedim. Ulusumuz bu düşüncede olmadığını TBMM’ne protesto telgraflarıyla hissettirdi.

Yeniden seçim yapılması kararı: 1. TBMM ulusun ve ülkenin ağır ve sorumluluk isteyen işlerini 23 Nisan 1920’den beri 115 vekili ile yürütmekteydi. Mecliste durumu soğukkanlılıkla ve ileri görüşlülükle düşünen ve değerlendiren üyeler bile üzüntülerini açığa vurmaktan kendilerini alamıyorlardı. Meclisin yenilenmesi çözüm olabilir diye düşünerek Bakanlar Kurulu’na anlattım. Görüş birliğine vardık. Müdafaai Hukuk Grubu ve Grup Genel Kurulları ile toplantılar yaparak ülkenin genel durumunu ve ulusun yapılacak acil işlerini anlattım. Konu 1 Nisan 1923’de Meclis’e götürüldü. Oybirliğiyle “Yeniden seçimlerin yapılması kararı verildi”.

Lozan Konferansının ikinci safhası ve yeni seçimler: Konferans 23 Nisan 1923’te tekrar toplandı. Yeni seçimlere ilkelerimizi ilan ederek girdik. Milletvekili olmak isteyen kişiler ilkelerimizi kabul ettiklerini ve aynı görüşte olduklarını bildiriyorlardı. Adayları belirleyerek, zamanı geldiğinde partimiz adına ilan edecektim. İlke ve geleceğe yönelik hedef birliği önemliydi. Bağımsız milletvekili adayı olanlar girişimlerinde başarılı olamadı.

Nurettin Paşa’nın bağımsız milletvekili olma girişimi ve yaşam öyküsü: 1. Ordu komutanıNurettin Paşa bağımsız milletvekili olmak girişiminde bulundu (Mayıs-Haziran 1923 seçimleri) ancak mümkün olmadı. Paşa bu isteğini Bursa’daki ara seçimde milletvekili seçilerek gerçekleştirdi. Nurettin Paşa’nın yaşam öyküsünü, 19 sayfa olarak Abit Süreyya Bey yayınlamıştır. Babası Abdülhamit’in baş katiplerinden Süreyya Bey’dir. Öykü, Abit Süreyya Bey’e Nurettin Paşa tarafından yazılı olarak verilmiştir. Nurettin Paşa yaşam öyküsünde abartılıdır, kendisi güneş sisteminin merkezindedir. Mustafa Kemal Paşa, Nurettin Paşa’nın yaşam öyküsündeki yanlış bilgilendirmeler için okuyucunun dikkatini çekmektedir. Nurettin Paşa’nın babası Mareşal İbrahim Paşa’nın; Serez’deki tümenin ve Serez bölgesinin komutanı olduğunu, bölgesinde ve birliğinde Sultan Hamit ve istibdat yönetimine karşı hiçbir kimsenin bulunmadığı ve bulunamayacağı konusunda Sultan’a güvence verdiğini öğreniyoruz. Mustafa Kemal bir binbaşı hakkında yapılan jurnalin doğru olmadığına rapor vererek mareşali ve binbaşıyı güç duruma düşmekten kurtarmış, jurnalci iftiradan cezalandırılmıştır. Mareşalin oğlu Nurettin Paşa’ya dönersek;  Kutul Amare savaşlarında iyi yönetimi ve başarısı yoktur. Öyküsünde ise kendisini kahraman olarak tanıtmaktadır. Kurtuluş savaşında Nurettin Paşa’nın ileri harekât emrindeki kararsızlıkları, Dumlupınar’dan Uşak’a giderken önlem almadaki yetersizlikleri, İzmir’deyken güneyden gelen top ve tüfek seslerine karşı tedbir aldırmakta görülen gecikmeleri, olumsuzluklar olarak Mustafa Kemal Paşa’nın dikkatini çekmektedir.

Lozan Barış Antlaşması:24 Temmuz 1923’te Lozan’da imza edilen antlaşma, 11 Ağustos 1923’de açılan ikinci TBMM’nin 24 Ağustos 1923 toplantısında onaylanmıştır. Efendiler, 30 Ekim 1918 Mondros ateşkes anlaşmasından sonra düşman devletler tarafından Türkiye’ye dört defa barış şartları önerilmiştir. Birinci teklif Sevr Projesi padişah Vahdettin’in Hükümeti tarafından 10 Ağustos 1920’de imza edilmiştir. İkincisi,  1. İnönü savaşından sonra 12 Mart 1921 tarihinde yapılmıştır. Bu teklif Yunan saldırısı başladığından sonuçsuz kalmıştır. Üçüncüsü, 22 Mart 1922’de Sakarya zaferinden sonra yapılmıştır. Öneri ulusal isteklerimizi karşılamaktan uzaktır. Dördüncü öneri Lozan Antlaşmasının imzalanmasıyla sonuçlanmıştır.

Sınırlar; Trakya: Sevr’de çatalca hattından biraz ilerideki Podima-Kalikratya hattı, Lozan’da; Karaağaç bizde kalmak üzere Meriç hattı. İzmir bölgesi: Sevr’de sınırlar Kuşadası, Ödemiş, Salihli, Akhisar ve Kemer iskelesine yakın yerlerden geçmektedir. Lozan’da: Ege ve İzmir Türktür. Suriye sınırı: Sevr’de Karataş, Osmaniye, Bahçe, Gaziantep, Birecik, Urfa,  Mardin ve Nusaybin’i oldukça güneyde ve Suriye toprağına bırakan bir sınır. Lozan’da: 20 Ekim 1921 tarihli Fransa ile yapılan Ankara antlaşması sınırı aynen korunmuştur.Irak sınırı: Sevr’de: İmadiye bizde kalmak şartıyla Musul ilinin kuzey sınırı Lozan’da: Çözümü ertelenmiştir. Kafkas sınırı: Sevr’de; Türk Ermeni sınırının belirlenmesi ABD başkanı Wilson’a bırakılmıştır. Giresun doğusundan başlayan, Erzincan’ın batı ve güneyinden geçen, Elmalı Bitlis Van gölü güneyinden geçen ve birçok noktalarda Dünya savaşındaki Türk-Rus cephesini izleyen hat.  Lozan’da: Ermeni sorunu ortadan kaldırılmıştır. Boğazlar bölgesi: Sevr’deRumeli’nin Türkiye’de kalan bütün kısımları. Anadolu’nun Ege Denizi üzerinde yaklaşık İzmir bölgesini başladığı yerden başlayarak, Manyas gölü güneyine ve Bursa’nın, İznik’in biraz kuzeyinden ve Sapanca gölünün batı ucundan Şile ilçesi Ahabadr Dere’sinin ağzına giden hatla sınırlanmış bir bölge. Burada sadece İtilaflar asker bulundurabilecek ve Türk jandarması İtilaf devletleri komutasına bağlı olacaktır. Demiryolu yıkımı ve yapımı İtilaf devletleri yetkisinde olacaktır. Lozan’da; Gelibolu yarımadasıyla Kumbağı Bakla Burnu hattının hattının güney doğusu, Çanakkale bölgesinde sahilden yirmi kilometrelik (20km) bir bölge, Boğaziçi’nin iki tarafında sahilden 15km’lik birer bölge ve Ege’de Gökçe ada ve Bozca ada ve Marmara’da İmralı adasından başka adalar askerden arındırılmış bir duruma getirilecektir. Hiçbir tarafta işgal kuvveti kalmayacaktır. Kürdistan:Sevr’de Fırat’ın doğusunda ve Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan bölge için İtilaf devletleri delegelerinden oluşan bir komisyon yerel özerkliği hazırlayacaktır. Antlaşmanın imzalanmasından bir yıl sonra bu bölgenin Kürt halkı Milletler Cemiyeti Meclisi’ne (MCM) başvurarak Kürtlerin çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmayı istediğini kanıtlarsa ve MCM bunu kabul ederse Türkiye bu bölgedeki her türlü haklarından vazgeçecektir. Lozan’da; Konu gündeme gelmemiştir.

Ekonomik nüfuz bölgeleri:  Sevr’de Fransız, İtalyan nüfuz bölgeleri vardır. İstanbul’da anlaşmanın samimiyetle uygulanmaması durumunda İstanbul bizden alınacaktır. Lozan’da nüfuz bölgeleri söz konusu olmamıştır.                       

Yurttaşlık: İtilaf devletleri, Yunanistan ve Ermenistan dahil, vatandaşlığına geçmek isteyen Türk uyruğundan hiç kimseye engel olunmayacak ve bunların yeni yurttaşlığı kabul edilecektir. Lozan’da: Hiçbir teklif (Yabancı elçilik veya konsoloslukların  verecekleri belge) kabul edilmemiştir.

Adli kapitülasyonlar: Sevr’de: İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’nın temsil edildikleri dört üyeden oluşan komisyon, kapitülasyonlardan yararlanan diğer devletlerin uzmanlarıyla yeni bir yöntem düzenleyecek ve bunu Osmanlıya tavsiye edebilecektir. Lozan’da: Kapitülasyonla ilgili kayıt yoktur. Danışmak amacıyla beş yıl için birkaç yabancı uzman hizmeti kabul edilmiştir.

Azınlıkların korunması: Sevr’de Türk olmayanların yaşadığı yere geri gelmesi, Azınlıkların parlamentoda nüfusları oranında temsil edilmesi, Patrikhane ve benzeri kurumlara Hükümetin sahip olduğu sınırlı denetim hakkının kaldırılması kabul edilmiştir. İtilaf devletleri konularla ilgili uygulama şartlarını ilerde belirleyecek ve Türkiye kabul edecektir. Lozan’da, Misakı Milli’de kabul edilen ve Müslüman olmayanlara ait Dünya savaşından sonra imzalanan uluslararası antlaşmalarda var olan hükümler kabul edilmiştir.

Askeri hükümler:  Sevr’de Padişah koruma birliği 700 kişi, Jandarma 35 bin kişi, Jandarma özel birlikleri 15 bin kişi toplam 50 700 kişilik rakam aşılmayacaktır. Jandarma subayları arasında 1500’ü geçmemek üzere yabancı subaylar olacaktır. Jandarmanın topu ve teknik aleti olmayacaktır. Zorunlu askerlik hizmeti kalkacaktır. Deniz kuvvetleri gücü 7 gambot ve 6 torpidoyu geçmeyecektir. Hava gücü olarak uçak ve güdümlü balonumuz olmayacaktır. Türkiye her yönden denetlenebilecektir. İtilaflar belirtilen askeri gücün bölgelere göre görevlendirilmesinde, sayı belirlemekte ve kontrol etmekte yetkilidir. Lozan’da: Trakya ve Boğazlar’da askerden arındırılmış bölge sınırlamaları geçerlidir. Boğaziçi iki tarafında 12 bin asker bulundurma hakkı saklı tutulmuştur. Yabancı kontrolü kabul edilmemiştir.

Ceza: Sevr’de İtilaf devletleri, Yunanistan, Ermenistan dahil,  savaş sırasında zorla göç ettirmiş veya eziyet yapmış olduğu belirtilen kişileri isterse bu kişiler verilecek, isteyen devletin askeri mahkemesince yargılanacak ve cezalandırılacaktır. Lozan’da: Söz konusu edilmemiştir.

Mali Hükümler: Sevr’de;İtilaf devletleri İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerinden oluşan bir maliye komisyonu oluşturacaklar ve bu komisyonda danışman bir Türk komiseri olacaktır. Komisyon gelirleri devam ettirmek ve artırmak için her türlü tedbiri alabilecektir. Bütçe maliye komisyonunca kabul edildiği şekilde Mebuslar Meclisine sunulacak, Meclis’te yapılan değişiklik maliye komisyonu tarafından onaylanırsa geçerli olacaktır. Türk maliye denetleme kurulu (TMDK), Komisyona karşı sorumlu ve üyeleri Komisyon onaylı olacaktır. TMDK bütçe, mali kanun ve tüzüklerin uygulanmasını denetleyecektir. Komisyon, Düyunu umumiye ve Osmanlı bankası ile anlaşarak Türkiye’nin para işlerini yönetecektir. Düyunu Umumiye’ye ayrılan gelirler dışında sağlanan tüm gelirler Komisyon emrine verilecektir. Komisyon bunlarla ilk olarak, “Kendisine ve İtilaf Devletleri işgal kuvvetlerine ait masrafları” ödeyecektir. Ayrıca 30 Ekim 1918 tarihinden itibaren “İtilaf Devletleri ordularının Osmanlı Devleti ve Türkiye’de yaptığı tüm masrafları” karşılanacaktır.  İkinci olarak, “Zarara uğramış İtilaf devletleri vatandaşlarının zararları” ödenecektir. Bu ödemelerden sonra Türkiye’nin ihtiyaçları göz önüne alınacaktır. Hükümetin vereceği ayrıcalıkları, Komisyon onaylarsa uygulanacaktır. Gümrükler Genel Müdürü, Komisyon tarafından atanacak ve Komisyon’a sorumlu olacaktır. Lozan’da: Tüm koşullar kaldırılmıştır.

Ekonomik Hükümler: Sevr’deKapitülasyonlardan yararlanma hakkı, İtilaf devletleri, Yunanistan ve Ermenistan dahil,  Onların yurttaşlarına verilecek ve devam edecektir. Gümrükler için 1907 tarifesi (%8 vergi) yeniden konacaktır. Türkiye, İtilaf gemilerine en az Türk gemilerine verdiği hakları tanıyacaktır. Yabancı postaları yeniden kurulacaktır. Lozan’da: Kapitülasyonlar kaldırılmıştır.

Boğazlar Komisyonu: Sevr’de Kendine özgü bayrağı, bütçesi ve güvenlik gücü bulunacak Komisyon, gemilerin Boğazlardan geçişini, kılavuzluk hizmetlerini, fenerleri ve diğer işleri yapacaktır.  Kurtarma hizmetleri bundan böyle bu Komisyon’un yönetimi ve kontrolü altında olacaktır. Komisyonda ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Rusya iki oya sahip olacaktır. Komisyon boğazların serbestliğini tehlikede sayınca İtilaf Devletlerine başvurabilecektir. Komisyon üyeleri diplomatik dokunulmazlığa sahiptir. Başkanları 2 yıl süreli ve iki oya sahip devletlerden sırayla olacaktır.

Lozan’da: Komisyon başkanlığı bize verilmiştir. Gemilerin boğazlardan geçişi Boğazlar Sözleşmesi hükümlerine uygun olacaktır. Uluslararası Sağlık Kurulu kaldırılmış, işleri Türkiye Hükümetine bırakılmıştır.  Lozan Barış Antlaşması esasları,  Türk ulusuna karşı hazırlanmış ve Sevr ile tamamlanan büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir belgedir.

Delege Heyeti Başkanı İsmet Paşa ile Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey arasında çıkan anlaşmazlık:  Efendiler, İsmet Paşa Lozan görüşmelerini büyük bir uyanıklıkla yönetiyordu. Görüşmelerin aşamalarını düzenli olarak Bakanlar Kurulu’na bildiriyor ve önemli konularda Bakanlar Kurulu’nun görüş ve düşüncelerini soruyor, talimat istiyordu. Çözülmesi gereken sorunlar önemli, mücadele ciddi ve üzücüydü. İsmet Paşa, görüşmelerin ciddi ve nazik aşamalara girdiğinden söz ederek benim doğrudan doğruya durumu izlememi yazdı. Yalnız bir iki konuya ait bazı haberleşmeleri önünüzde inceleyeceğim. “İtilaf Devletleri delegeleri İsmet Paşa’ya Karaağaç’ın bize bırakılması, karşılığında tarafımızdan tazminattan vazgeçilmesi suretiyle Yunan savaş tazminatı sorununun çözülmesini” isterler. İsmet Paşa’ya göre “Yunanistan’ın konferanstan çekileceğini beyan etmesi, ödeme yapamayacak durumda olması, bu madde hal olursa barışı gerçekleştirmek ümidinin artması” sebepleriyle Karaağaç’ın tazminat olarak Türkiye’ye bırakılması çözümü yeterlidir. Hükümete göre ise “Karaağaç’a karşılık tazminat bedelinden vazgeçemeyiz” görüşü vardır.

Sorunu çözmek için bir tarafa hak vererek, diğer tarafı susturmak yöntemini uygulamadım. 25 Mayıs 1923 günü Hükümet telgrafında, bu telgrafı Kazım Paşa’ya yazdırdım ve Rauf Bey’in imzasıyla İsmet Paşa’ya gönderdik. İsmet Paşa’ya  “Düyunu Umumiye faizleri ve topraklarımızın hemen boşaltılması, adliye formülü ve şirket tazminatı sorunlarının Yunan tazminatı sorunuyla birlikte ortaya konulması ve lehimize çözüm sağlanıp, garanti edildiği takdirde, karşılığında ancak bu özveriye katlanılması uygun olabilir. Hükümet bu çerçeveye uygun bir barışı mümkün görmektedir. Bunun dışında uzun görüşmelerin barış getirmeyeceği inancındadır. Hükümet, Konferansa bu şekilde kesin öneride bulunarak, verilecek yanıtı beklemenizi rica etmektedir” dedik. Kendi imzamla İsmet Paşa’ya daha detaylı bir telgraf yolladım. ”Sorun Türkiye’nin göstereceği özveri değil, barışın imzalanmasına engel olan esas ve önemli sorunların henüz çözülmemiş olmasıdır. Ekonomik sorunların çözümü için Ankara’ya gelecek şirketlerin aşırı isteklerde bulunacakları şimdiden anlaşılmıştır.  Ekonomik sorunların İtilaf devletleri lehine  çözülünceye kadar İstanbul’un boşaltılmaması ve bunda ısrar edilmesi bizi kaygılandırmaktadır. Muharrem Kararnamesi yürürlükte oldukça borçlarımızın hangi parayla ödeneceği konusu lehimize çözülmemiş durumdadır. Adliye formülü İtilaf devletleri önerisine göre çözülmesine rağmen daha sonra bundan vazgeçmeleri ve ısrarları dikkat çekicidir.

Yunanlılar ordularını uzun süre silahaltında tutmak, yıpratmak ve masraf istemiyorlar. Tazminat işini çözerek güvenli duruma geçmek istiyorlar. İtilaf Devletleri ise yaşamsal saydığımız sorunları çözmeyip, süreyi uzatarak, bizi yıpratarak kendi yararlarına özveride bulunmamızı istiyorlar. Bize ısrar ediliyor. Özveride bulunarak barışın yapılmasına hizmet etmiş olmayacağız. Aksine yine zaman geçecek ve yine özveri bizden istenecek. Belirsiz süre için beklemeyi kabul edemeyiz.

Aleyhimize olan sorunlarda özveride bulunmak, lehimize çözülecek sorunları aynı zamanda çözümlememek bizi zayıf ve güç duruma sokar. Sorunların tamamını bir bütün olarak ele almak ve bunu Konferansın önüne koymak ve güvenceye sahip olmadıkça özveri gerektiren sorunları kabul etmekten kesinlikle kaçınmak zamanı gelmiştir. Mali, ekonomik, adli ve yönetimle ilgili sorunlarda çözüm olmadıkça, Karaağaç özverisinde bulunmaya ısrar etmeyiniz.

İtilaf devletleri, Yunan ordusunun hareketine izin vererek kendileri bizimle fiili savaş durumuna gelmek istemez. Yunanlıların Konferanstan çekilmeleri, İtilaf devletleri katılmadıkça bir etkiye sahip olamaz. Esas sorunları çözmeye İtilaf devletlerini davet buyurunuz, efendim”.

İsmet Paşa’nın 26 Mayıs 1923 öğleden sonra “Karaağaç’a karşılık Yunanistan’dan alınacak savaş tazminatından vazgeçti” bilgisi bana geldi. İsmet Paşa telgrafında takiben  “Diğer sorunları birkaç gün içinde sonuçlandırabileceğini” belirtiyordu. Bakanlar Kurulu ise “Delege Heyetinin hareketini Hükümet görüşüne aykırı bulduğunu, diğer sorunların çözümünü bekleme durumunda olduğunu” belirtiyordu.

27 Mayıs 1923 tarihinde İsmet Paşa’ya yolladığım telgrafta şu hususları belirttim. “Bakanlar Kurulu kararında esaslı üç nokta vardı. Birincisi, Savaş tazminatı konusunda özveri askıda kalan önemli sorunlarımızın yararımıza sonuçlanmasına karşılık olmalıdır. İkincisi, Düyunu Umumiye faizleri, kısa zamanda topraklarımızın boşaltılması, adliye formülü ve şirketler tazminatı  [yani on iki (12)  milyon liranın kişileri ve uyrukları ne olursa olsun bütün şirketlere ait olduğu kabul edilerek başkaca tazminatın söz konusu edilmemesi] sorunlarının savaş tazminatı işiyle birlikte konulması ve anılan dört (4) sorunun bizim yararımıza çözülmesinin sağlanması durumunda savaş tazminatında özveri uygun olabilir.  Üçüncüsü, son ve kesin şekilde Konferans’a önerilerde bulunarak yanıtı beklemek.”.

“Bakanlar Kurulu’nda oldubittiler karşısında bırakılmak endişesi ortaya çıkmıştır. Bildirildiği üzere önemli dört sorunun birkaç gün içinde mutlaka sonuçlandırılmasına ağırlık vererek, tazminat konusuna öncelik vermenin doğurabileceği sakıncaların giderildiğini göstermek gereklidir. Özverinin diğer dört sorunun yararımıza çözümüne karşılık olduğunu söylemek ve görüşmeler kesilecekse Onların sorumlu ve saldırgan görünecekleri bir platformda gerçekleşmesini sağlamak gereklidir. Özveriden sonra İtilaf Devletlerinde ortaya çıkan anlayışı bildiriniz. İtilafların bizi korkutarak başarılı olma yönteminden burada kaygı duyulmaktadır”.

İsmet Paşa 28 Mayıs 1923 tarihinde Rauf Bey’e yazdığı telgrafta “Yunanistan’dan alınacak savaş tazminatı konusu henüz kesin olarak onaylanmadığı gibi diğer asıl sorunlar da bunun ardından görüşüleceğinden Cuma ve Cumartesi’ye kadar bütün sorunlarda Konferansın kesin tutumunun anlaşılacağı sanılmaktadır. Yunan tazminatı konusundaki özveriyi bizi ilgilendiren mali ve ekonomik konularda bu davranışımızın dikkate alınacağı şartıyla yaptığımızı söylemiştim. Dolayısıyla eğer o konularda anlaşamazsak, Yunan tazminatı da alacağımız genel karara bağlı olur. Henüz hiçbir şey imza edilmemiş, hiçbir şey üstlenilmemiştir. Barış sorununun %95’i çözülmüştür. Benden sonra görevi üstlenecek kişi için zorluklar sınırlı ve basittir. Görüşmeler kesilecek olursa bizim tutumumuz bu kesilmeyi daha uygunsuz şekle sokmayacaktır. Emir ve karar Bakanlar Kurulu’nun ve Başkanlığınızındır”. İsmet Paşa aynı gün bana da yanıt verdi “Yunan savaş tazminatı sorunu çözümünü diğer sorunların çözümünde silah olarak kullanacağız. Konferans durumunda sakinlik oldu ve bir tehdit aracı ortadan kalktı. Görüşmeler kesilirse Yunan ordusu sebepsiz kaldığından hareket etmeyecek veya hareket ederse İtilaf devletleri davası için ilerlediğini kanıtlayacağız”.

İsmet Paşa çalışmalarına devam etti. Bakanlar Kurulu’nun direnmesine engel oldum. Bir aya yakın bir süre sakince çalışıldı. 26 Haziran 1923 tarihinde İsmet Paşa, Kuponlar ve ayrıcalıklar mali konularına dayanarak yazdığı telgrafta;  “Delege Heyeti’nin asıl talimatların sınırlandırmalarından başka olarak bütün davranışlarının ayrıntılarıyla Ankara’dan yönetilme istek ve eğilimi, görüşmelerin yararlı yürütülmesini ve barışa varma gücünü Delege Heyeti’nin elinden almaktadır. Hükümet tarafından tercih edilen bu şeklin 93 Seferinin (1877-1878 Osmanlı-Rus harbi)   saraydan yönetilmesinden farkı yoktur. Güvensizlik devam ettikçe, bizim aracılığımızla barış imzalanamaz. Maliye Bakanı beyefendi Konferansa gelsin, sorumluluk üstlensin” diyordu. Bu telgraf talimat verenle, o talimatı uzakta ve farklı koşullarda uygulayan heyetin görüş ayrılığı sayılabilir, yeter ki asıl amaç ve hedeften ayrılma durumu olmasın.  Sonunda efendiler, Konferans Temmuz ortalarında son buldu. İsmet Paşa Hükümete “Konferansın son bulduğunu ve sorunların çözüm şeklini 15 Temmuz’da bildirmiş”.  Üç gün cevabı beklemiş, 18 Temmuz 1923 tarihinde bana da durumu bildirdi. “Hükümet kabul ettiğimiz noktalara katılmıyorsa, İstanbul’daki Komiserlere bildirim yapıp, imza yetkilerini bizden alabilir. Yaptığımız işlerin sorgulanması Ulusa ve tarihe bırakılmıştır.” diyordu. Bakanlar Kurulu başkanı Rauf Bey’in işi görmezlikten geldiği söylenebilir. İsmet Paşa’nın üzüntü ve sıkıntısını anladım. 19 Temmuz 1923 tarihinde cevap verdim. ”Hiç kimsede kararsızlık yoktur. Kazandığınız başarıyı kutlamak için antlaşmanın imza olunduğunun bildirilmesini bekliyoruz kardeşim” dedim.

İsmet Paşa  “Her dar zamanımda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim sıkıntıyı düşün. Sana bağlılığım bir kat daha artmıştır, aziz Şefim” diye cevap gönderdi. İsmet Paşa, 24 Temmuz 1923 günü antlaşmayı imzaladı. Rauf Bey “Bakanlar Kurulu, antlaşmayla, Ulusumuza yeni bir çalışma ve huzur dönemi hazırlayan Bütün Delege Heyeti üyelerine teşekkür eder.” telgrafını gönderdi. 

Yeni Türkiye Devleti’nin başkenti Ankara: Yabancı işgalinden kurtulan yeni Türkiye’nin toprak bütünlüğü fiilen sağlanmış ve artık başkentini yasal olarak belirlemek gerekiyordu. Ankara’nın iklim, ulaşım araçları, gelişme kapasitesi ve var olan kurumlar yönünden uygun olmadığı görüşlerini özellikle İstanbul milletvekilleri söylüyorlardı. Dışişleri Bakanı İsmet Paşa 9 Ekim 1923 tarihli, tek maddelik ”Türkiye Devleti’nin başkenti Ankara şehridir” kanun tasarısını Meclis’e önerdi. Öneri, 13 Ekim 1923 tarihinde büyük çoğunlukla kabul edildi.

Yeni Meclis’te Bakanlar Kurulu Başkanı Fethi Bey ve Bakan arkadaşları, rahat çalışamadıklarını söylüyorlardı. Karşılıklı karalamalar, gizli muhalefet, makam kapma hırsları Meclis’te Hükümetin amacına uygun çalışmasını engelliyordu. Kötülük, Hükümet kurulmasının Meclis tarafından yapılmasıydı. Bakanlar Kurulu’nun çalışma düzeni her gün temelsiz birtakım sebeplerle aksatılıyordu. Fethi Bey’in başkanlığındaki Bakanlar Kurulu 27 Ekim 1923 günü istifa etti. Meclis üyeleri, gruplar halinde toplanarak yeni Bakanlar Kurulu listeleri düzenlemeye başladı. 28 Ekim’de Parti Yönetim Kurulu da kabule değer bir liste hazırlayamadı. 

Cumhuriyetin İlanı 29 Ekim 1923:Meclis’ten Çankaya’ya geçerken yakın arkadaşlarımı akşam yemeğe davet ettim. Yemek sırasında “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” dedim. Hareket şekli hakkında kısa bir program hazırladık ve arkadaşları 29 Ekim 1923 için görevlendirdim. Yemek sonrası sadece İsmet Paşa kaldı ve bir kanun tasarısı hazırladık. Teşkilatı Esasiye Kanunu maddelerini esas aldık. Birinci (1.) maddenin sonuna “Türkiye Devleti’nin Hükümet şekli Cumhuriyettir” cümlesini ekledik. Üçüncü (3.) madde “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilir. Meclis, Hükümetin bölündüğü yönetim dallarını, bakanlar aracılığıyla yönetir”. 8. madde “Türkiye Cumhurbaşkanı, TBMM Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Başkanlık görevi yeni cumhurbaşkanının seçilmesine kadar devam eder. Tekrar seçilmek olabilir”  9. madde “ Türkiye Cumhurbaşkanı, devletin başkanıdır. Bu sıfatla gerek gördükçe, Meclis’e ve Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder. Başbakan, cumhurbaşkanı tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar, başbakan tarafından yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra tümü cumhurbaşkanı tarafından Meclis’in onayına sunulur.” şeklinde yazıldı.  Mecliste okunan teklif, Anayasanın, I, 2, 4, 10, 11 ve 12. maddelerinin değiştirilmesini ve hükümetin şeklinin Cumhuriyet olduğunu ve bununla ilgili diğer değişiklikleri öngörüyordu.

29 Ekim 1923 günü Halk Partisi Grubu’nda yapılan görüşmelerde Celal Bey ”Bizden refah ve reform isteyen bir ulus vardır. Kesinlikle yeniler eskilerden kuvvetli olmalıdır”. Doktor Fikret Bey “Ülke sütliman değildir. Kuvvetli kişilerden meydana gelen bir Hükümet seçmelidir” görüşlerini seslendirmişlerdi. Sonuçta, Kemalettin Sami Paşa’nın önergesi kabul edilmiş ve ben ”Genel başkan sıfatıyla sorunun çözümü için Genel Kurul tarafından görevlendirilmiş oldum”.

Parti Genel Kurulu’na yaptığım açıklamada “Meclisin Bakanlar Kurulu’nu oluşturan bakanları ayrı ayrı seçmesinin güçlüğünü gördüğümü “ belirttim. Çözümün Teşkilatı Esasiye Kanunundaki değişiklerle sağlanabileceğini belirttim. Önerim şudur dedikten sonra taslağı okutmak üzere kâtip beylerden birine uzatarak kürsüden ayrıldım. Önerimin niteliği anlaşıldıktan sonra tartışmalar başladı. Parti Üyelerinden Sabit Bey  ”Biz önce Hükümet bunalımı sorununu çözelim. Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu sonra ele alalım”, Hamdullah Suphi Bey “Dört yıl önce bakanların ayrı ayrı seçilmesinin zararlarını söylemiştim. Bu gün de aynı durum ortaya çıktı. Gazi Paşa’nın önerisine gelince, bu yeni değildir. Dört yıl önce yapılan kanunun daha açık bir şekilde belirtilmesidir. Dolayısıyla buna karşı söz söyleyecekler, gelsin düşüncesini söylesinler. Fakat zamanımızın uzun uzadıya beklemeye tahammülü yoktur”  Adalet Bakanı Seyit Bey “Kanunları ihtiyaç yaptırır, teoriler yapmaz. Zaman olaylar her şeye egemendir. Gelişme kanunu değişmez kesin bir kuraldır. Önerilen şekilde bir yenilik yoktur. Mevcut şekli daha açık ve belli olarak ifade edersek ulusumuzun ve ülkemizin çıkarlarına elbette daha uygun hareket etmiş oluruz”. İsmet Paşa “Ulus egemenliğine, kaderine fiili olarak el koymuştur. O halde bunun hukuki ifadesini söylemekten neden çekiniyoruz. Cumhurbaşkanı olmadan, başbakan seçimi kanunsuz olur. Genel zayıflığın devam ettirilmesi anlamsızdır. Parti sorumluluklarının gereğini yapmalıdır”. Abdurrahman Şeref Bey “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir dedikten sonra, kime sorarsanız sorun, bu Cumhuriyet’tir. Doğan çocuğun adıdır” dediler.

Önerim Parti Grubu’nca kabul edilerek, toplantı sonlandırıldı. Meclis toplantısı açıldı ve hemen ardından konu Mecliste görüşüldü. Saat öğleden sonra altı idi. Tasarı “Yaşasın Cumhuriyet” sesleriyle kabul edildi. Cumhurbaşkanı seçimine geçildi. İsmet Eker Bey “Türkiye Cumhuriyeti Başkanlığı için yapılan seçim oylamasına 158 kişi katılmış ve Cumhurbaşkanlığı’na 158 üye, oybirliğiyle,  Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ni seçmişlerdir” dedi.

Yapmış olduğum konuşmamda “Türkiye devletinin niteliği, uluslararası bilinen adıyla adlandırıldı. Bugüne kadar yaptırdığınız görevi bu kez cumhurbaşkanı unvanıyla yine aynı arkadaşınıza veriyorsunuz. Bu münasebetle hakkımda gösterdiğiniz güvene teşekkür ederim. Hep beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mutlu başarılı ve muzaffer olacaktır.” dedim.  İlk Hükümetin İsmet Paşa tarafından kurulduğunu ve Meclis Başkanlığı’na Fethi Bey’in seçildiğini belirtmek isterim.

Cumhuriyetin ilanı bütün Ulusça sevinçle karşılandı. Özellikle İstanbul’da bazı gazeteler “Birkaç saat içinde Anayasa değişikliği yapılmasını” eleştirdiler. “Efendiler, devletin adını taktınız, işleri de düzeltebilecek misiniz? dediler. Ayrıca,  Cumhuriyetin ilanı ile halife konusunu ilişkilendirdiler.  Tanin gazetesinde Lütfi Fikri Bey  10 Kasım 1923 ve takip eden günlerdeki yazılarıyla  “Üzüntüyle görülmelidir ki bu gün şu manevi hazineye (hilafet makamı) saldırmak isteyenler, dışardan kimseler, Müslüman uluslardan Türk’ü çekemeyenler değildir. Doğrudan doğruya biz Türkler kendi elimizle bu hazinenin elimizden sonsuza kadar çıkarılmasıyla sonuçlanabilecek girişimlerde bulunuyoruz” diyordu. “Hilafet bizden giderse, beş on milyonluk Türkiye Devleti’nin İslam Dünyası içinde hiç önemi kalmayacağını, Avrupa siyaseti gözünde de küçük ve değersiz bir Hükümet durumuna düşeceğimizi anlayabilmek için büyük bir zekâya gerek yoktur. Ulus severlik bu mudur? Gerçek ulusallık duygusunu kalbinde taşıyan her Türk, hilafet makamına dört elle sarılmalıdır”.

Bu yazılardan amaç “Ulusal egemenlik esasını korumakla beraber cumhuriyet yönetimi ilan etmeyip, devlet başkanlığında halife unvanıyla Osmanlı hanedanından birini bulunduran meşrutiyet rejimidir. Nasıl ki, İngiltere’de ulusal egemenlik bulunmakla beraber Devlet başkanlığında bir kral-kraliçe vardır ve O aynı zamanda Hindistan imparatoru/ imparatoriçesidir.” 

Konu “Cumhuriyete karşı çıkanların Rauf Bey etrafında bir muhalif parti kurduğu ve bunun partiyi zayıf düşürdüğü ve görüşülmesi” şeklinde Parti Grubu’nda ortaya çıktı. İstanbul muhalefet çabaları için Meclis’te Rauf Bey rol almıştı. Ancak Rauf Bey Parti Grubu toplantısında İstanbul’daki sözlerinden gerekli noktalarda çekilme ve sözlerini çevirme yolunu tuttu. Toplantıda söz alan İsmet Paşa “ Eğer bir ülkede Cumhuriyetin ilanının üçüncü, beşinci günlerinde hakları ortadan kaldırılmış bir şehzade meydana çıkar, tavır alırsa, Dünya ülkeleri ve düşünürler;  bu cumhuriyetin sağlamlığından kuşku duyar” diyerek Cumhuriyetin ilanı üzerine İstanbul’da alınan durumun zararını açıkladı.  Cumhuriyet ilanında acele edildi beyanına karşı İsmet Paşa “Doğal sayılan bir sonuçta acelecilik söz konusu olmaz. Hata sayılabilecek noktalarda acelecilik söz konusu olur.” dedi. Rauf bey son konuşmasında  “Parti kurmayacağını, partiden ayrılmayacağını” belirtti. Basında halkın kafasında yaratılan kuşkuların giderilmesi için bildiriler yayımlanması ve görüşme tutanaklarının dağıtılmasıyla yetinildi.

Hilafetin kaldırılması: 1924 yılı başında İzmir’de büyük çapta bir ordu savaş oyunu yapmaya karar verdik. Ocak başından itibaren İzmir’de iki ay kaldım. 22 Ocak 1924 tarihinde İsmet Paşa’dan gelen şifre telgrafta “Hükümet üyelerinin ve resmi heyetlerin Halife’yle görüşmekten kaçındıkları ve Halife’nin bundan üzüntü duyduğu belirtiliyordu. Ayrıca, harcamalar olduğundan, Maliye hazinesinden yardımda bulunulacağı 15 Nisan 1923 tarihinde bildirildiğinden, Halife’nin, Hilafet hazinesinin yetmediği durumlarda; mali destek talebi olduğu, konunun Bakanlar Kurulunda görüşüleceği” bildiriliyordu. Telgraf başında İsmet Paşa’ya cevap gönderdim “Halifenin amacı debdebeli bir yaşam değil, insanca yaşam ve geçiminin sağlanmasıdır. Türkiye Cumhurbaşkanı ödeneğinden daha az bir ödenek Halife’ye yeter. Hilafet Hazinesi nedir? Neyi varsa resmen Hükümete bildirilsin. İstanbul’da saraylara ait çok sayıda eşyanın satıldığını duyuyorum. Hükümetçe ciddi esaslı tedbirler alınmalıdır” dedim.

Konuyu savaş oyunu nedeniyle İzmir’e gelen İsmet Paşa, Kazım Paşa ve Fevzi Paşa’larla tekrar görüşüp, fikir birliği sağladık. Aynı zamanda  “Şeriye ve Evkaf Vekaleti’ni de-Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı  kaldırmak ve öğretimi birleştirmek” kararındaydık. 23 Şubat 1924 günü Ankara’ya dönmüştük.1 Mart’ta Meclis’in tarafımdan açılması gerekiyordu. Meclis’te bütçe görüşmeleri devam ediyor, Hanedan ödeneği ve Şeriye ve Evkaf Vekaleti” bütçeleri üzerinde durulması gerekiyordu. TBMM beşinci çalışma yılı nedeniyle yaptığım konuşmada  “Ulus, Cumhuriyetin saldırılardan korunmasını istemektedir. Ulusun isteği, Cumhuriyetin denenmiş ve kanıtlanmış ilkelerine dayandırılmasını gerektirmektedir. Kamuoyunda belirlenen eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesini hemen uygulamalıyız. İslam dini siyaset aracı olmaktan kurtarılmalı ve yüceltilmelidir.” dedim. Konu, 2 Mart günü Parti Grubu’nda görüşüldü.

3 Mart 1924 günü Meclis oturumunda şu önergeler okundu. “Hilafetin kaldırılmasına ve Osmanlı hanedanının Türkiye dışına çıkarılmasına” ilişkin Şeyh Saffet Efendi ve elli arkadaşının kanun önerisi.

“Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin ve Genelkurmay Bakanlığı’nın kaldırılmasına”  ilişkin Halil Hulki Efendi ve elli arkadaşının kanun önerisi.

“Eğitim ve öğretimin birleştirilmesi” hakkında Vasıf Bey ve elli arkadaşının kanun önerisi.

Başkanlık makamında bulunan Fethi Bey konuların Komisyonlara gitmeden, görüşülmesi için vekillerin teklifleri olduğunu belirterek oya koydu. Kabul oylarıyla konular görüşülmeye başlandı. Konular beş saat görüşüldü. TBMM 429, 430 ve 431. kanunlarını çıkarttı. ”Türkiye Cumhuriyetinde ulus işleriyle ilgili kanunları yapma ve yürütme yetkisi TBMM ile O’nun kurduğu Hükümete aittir” denildi ve “Şeriye ve Evkaf Vekaleti” kaldırıldı. Türkiye içindeki bütün bilim ve öğretim kurumları, bütün medreseler Milli Eğitim Bakanlığı’na bırakıldı ve bağlandı. Halife görevinden uzaklaştırıldı ve hilafet makamı kaldırıldı. Osmanlı hanedanı üyelerinin Türkiye’de oturma hakkı kaldırıldı.

Daha sonra bana gelip, halife olmamı önerenlere şunu söyledim.” Halifenin devlet başkanı demek olduğunu bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan halkın isteklerini kabul etsem, bunu O halkın başındakiler kabul eder mi? Halife olmamı isteyenler, emirlerimi o ülkelerde yapabilir mi? Hayır. Dolayısıyla anlamı ve işlevi olmayan bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?”

Başarısızlığa uğratılan büyük bir komplo:  26 Ekim 1924 günü geç saatte 1. Ordu Müfettişi Kazım Karabekir Paşa’nın, Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığına istifa dilekçesi verdiğini belirttiler. Paşa, “Bir yıllık ordu müfettişliğim boyunca denetimlerim sonucu verdiğim raporların ve ordumuzun güçlendirilmesi için sunduğum tasarılarımın dikkate alınmadığını görmekteyim. Milletvekili sıfatıyla görevimi daha rahat yapacağıma inandığımdan ordu müfettişliğinden istifa etiğimi sunarım” diyordu.  Verilen rapor ve tasarıların hepsini göreyim dedim. Paşa’nın raporları ve tasarıları ilgili şubelerce incelenmiş, içinden kabule değer ve uygulanabilir olanlar dikkate alınmış ve uygulanmıştı. 30 Ekim 1924 günü de 2. Ordu Müfettişi Ali Fuat Paşa’nın Konya’dan geldiği bildirildi. Kendisini akşam yemeğine Çankaya’ya davet ettim. Paşa gelmedi. Aratırken Fuat Paşa’yı, Rauf Paşa’nın Ankara’da istasyonda karşıladığını, bir süre Fevzi Paşa ile görüştükten sonra ayrılırken Fevzi Paşa yaverine “Milletvekili görevine başlayacağımdan 2. Ordu Müfettişliğinden bağışlanmamı bilginize sunarım” diye istifa dilekçesini vermiş olduğunu öğrendim. Milletvekilliğinden istifa eden Refet Paşa’nın da istifasının Rauf Bey tarafından geri aldırıldığını daha önce öğrenmiştim.

Bir yıl içinde cumhuriyetin ilanı, hilafetin kaldırılması gibi işlerimize karşılık olarak müfettişlerin orduda aleyhimize çalıştıklarını, bu çabayı yeterli görünce siyasi alana geçmeyi uygun bulabileceklerini düşündüm. Meclis’in tatil dönemine başlayan aylarda üyeler üzerinde ve seçimde başarılı olamayan 2. Grup’tan olanlar aracılığıyla ulusu bize karşı kışkırttıklarını düşündüm. İstanbul’da Vatan, Tanin, Tevhidi Efkar, Son Telgraf ve Adana’da çıkarılan Toksöz gibi gazetelerle birleşip bize karşı imzasız saldırıya geçtiler. Ülkede bir fikir kargaşası yarattılar.

Hakkari bölgesinde ordumuzla Nasturi ayaklanmasını çalışırken, İngiltere bile Hükümete ultimatom verdi. Meclisi olağanüstü toplantıya çağırdım. İngiltere’nin ultimatomuna cevap verdik, savaşı göze aldık. Muhalefet, bize saldırarak hedeflerine ulaşabileceklerini hayal ettiler. Komutanlar, savaşa hazırlayacakları orduları bırakıp, daha önce hoşlanmadıklarını söyledikleri politika alanına geçtiler.   Hoca Esat Efendi 20 Ekim 1924 tarihli önergesiyle mübadele ve göçmenlerin yerleştirilmesine ilişkin yatılı okullara ne kadar parasız öğrenci alındığını ve nerelere ilkokullar açıldığına dair ilgili bakanlığa bir takım sorular soruyordu. Sorular bakanları eleştirmek için uygundu.  

Komploya karşı hareket şeklimiz: Kazım Karabekir Paşa’nın istifası 26 Ekim, Hoca Esat Efendi’nin önergesi 27 Ekim, Fuat Paşanın istifası 30 Ekim günü olmuştu. Bir komplo yaklaşımı olduğunu düşündüm.  Mecliste gensoru görüşmeleri 30 Ekim 1924’te başlamıştı. O akşam yemeğe beklediğim Fuat Paşa gelmedi. Fakat Başbakan İsmet Paşa, Milli Savunma Bakanı Kazım Paşalar geldi. Kısa bir fikir alışverişiyle hareket tarzını kararlaştırdık. Telefonla aynı zamanda milletvekili olan, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretlerinin milletvekilliğinden istifa ettiğini Meclis Başkanlığına bildirmesini rica ettim. Gereğini yaptı. Milletvekili olan komutanlara şu telgrafı çektim.  “Bana olan güveninize dayanarak milletvekilliğinden istifa mektubunuzu Meclis Başkanlığına bildirmenizi rica ederim. Askeri görevinizi yapmak istediğinizi belirtmeniz yeterli olur.”  30/31 Ekim sabahına kadar 1. Kolordu Komutanı İzzettin Paşa İzmir, 2. Kolordu Komutanı Ali Hikmet Paşa Balıkesir, 3. Kolordu Komutanı Şükrü Naili Paşa Pangaltı, 5. Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa Adana önerimi hemen uyguladılar. 3.Ordu Müfettişi Cevat Paşa  Elazığ ve 7. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa Diyarbakır önerimin sebeplerini sordular.  “Komutanların aynı zamanda milletvekili olmalarının orduda emir ve komuta ile bağdaşmadığı görüşü ortaya çıkmıştır. 1. ve 2. Ordu Müfettişlerinin uygun görülmeyen zamanda ordularını başsız bırakmaları bu görüşü doğruluyor. Kararınızı bildirmenizi rica ederim.”  diyerek telgraflarını cevapladım. Aldığım cevapta Cevat Paşa Ordu Müfettişliğini bıraktığını bildirdi.  Ancak Ankara’ya gelip durumu anlayınca milletvekilliğinden istifa etti. Cafer Tayyar Paşa ise milletvekilliğini tercih etti. 1 Kasım 1924, günü Meclis’in ikinci toplantı yılının açıldığı gündü. Oturumu açtım, mutat konuşmamı yaptım. Kürsüden ayrıldım. İstifalar ve Ordudaki yeni düzenlemeler görüşülerek, Meclis 5 Kasım günü toplanmak üzere oturuma son verildi. Hükümetin kararıyla, Kazım Karabekir Paşa Sarıkamış’ta ve Fuat Paşa Konya’da  komutanlık görevlerini teslim ettikten sonra Meclis’e kabul edildiler. Hükümet Onlara, “Askeri görevlerin devir ve teslimi yasal bir görevdir. Komutana görevi, gizli belgeleri,  devlet kendisine güvenerek vermiştir.  Onlar yerine geçecek kişiye teslim edilmelidir” görevlerini hatırlattı. Ordu beş satırlık bir kağıtla uygun olmayan zamanda başsız bırakılmamalıdır. 

Meclis genel görüşmesinde konu Tunceli milletvekili Feridun Fikri Bey’in “Meclis Soruşturması” konusuydu. Mübadele, İmar, İskân Bakanlığı hakkında gensoru verilmişti. Başbakan İsmet Paşa, sadece bu konunun değil, diğer bakanlıklara ait konuların, devletin iç ve dış siyasetinin görüşülmek istendiğini gördüm.  Bu isteklerin tümünü memnuniyetle benimsiyorum diyerek açıktan muhalefetle karşı karşıya gelmeyi kabul etmiş bulunuyordu.  Konularla ilgili olarak lehte ve karşıt olmak üzere otuz (30) kadar konuşmacı söz aldı, konular beş (5) saat konuşuldu. Gensoru görüşmesine ertesi gün de devam edildi. İlk kürsüye çıkan İçişleri Bakanı ve Mübadele, İmar, İskân Bakanlığı Bakanı Recep Bey oldu. “Ankara’da bir Hükümet varmış. Meclisin tatil zamanında ülkeyi kanunsuz, usulsüz yönetmiş. Meclis toplandığında bu kanunsuzluklar sorulacakmış. Buyrun, herkese eşit derecede açık olan bu ulus kürsüsünden sorularınızı sorun ve cevaplayalım.” dedi. Söz alanlar arasında bulunan Rauf Bey Feridun Fikri Bey’in “Meclis Soruşturması” önerisi için bir kurul kurulmasının istenmesini, komisyonun kabulünü bir aşağılama saydılar ama bu komisyon gereklidir” dedi. “Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun da bakanların görev ve yetkileriyle ilgili bir kanun yapılması söz konusuydu. Bu yapıldı mı? Bunu sorarım “dedi. Ancak, bu soru Hükümeti değil, üyesi olduğu Meclisi ilgilendiriyordu. Rauf Bey, muhtelif konulardan konuştu. Ordunun barış durumuna geçmesinden sonra ”Barındırma ve beslenme bakımından durumunu” sordu, bilgi istedi.

Recep Bey soruları cevaplarken, Çok sayıda soru soran Rauf Bey’in “Hükümeti düşürmek gibi bir şeyi hedeflemiyorum dediğini, bir gensoru günü ulus kürsüsüne çıkan kişi ya yandaştır veya karşıttır. Karşıt ise Hükümetin düşürülmesini ister ve bunu açıkça söylemek gerekir. Yoksa Rauf Beyefendinin sözleri boş sözlerdir. İstanbul’da kıyametleri koparan Rauf bey, Meclis’te “Ben cumhuriyetçiyim” dedi. Bizler, “Vatanın yükselişini sağlayacak davayı bugünkü aşamaya getirdik. Bu günden sonra en büyük hata kararsızlıklar, kuşkular, belirsizliklerdir” ifadesinde bulundu.

Tekrar söz alan Rauf Bey “Değil halifeci ve sultancı, bu makamın (Meclisin) haklarını almak eğiliminde olan herhangi bir makamın (kendisine göre cumhurbaşkanlığı makamı) da karşısındayım.” dedi.

Gensoru sonuçlanmadı ve toplantı 8 Kasım’a bırakıldı. 8 Kasım’da görüşmelere devam edildi. Mahmut Esat Bey” Ulusal egemenlik başka bir sorundur. Cumhuriyet, meşrutiyet, mutlakıyet yönetimi, istibdat yine başka bir sorundur. Bir kısmı Hükümet şeklidir, diğeri ulusun iradesinin yerine getirilmesi ve uygulanmasıdır. Ulusal egemenlik istibdatta bir parça, meşrutiyette biraz, cumhuriyette daha fazladır. Dolayısıyla bu noktadan bu iki şeyi karıştırmamak gerekir. Ulusal egemenlik cumhuriyetin gelişmiş şekli demek değildir. Çünkü ulusal egemenlik şekil değildir, ruh ve esas işidir”.  Sonuçta, Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa, İsmet Paşa hasta olduğundan vekaleten, Hükümet adına açıklamalar yaptı. Gensoru görüşmesine son verildi. Feridun Fikri Bey’in önergesi kabul edilmedi. Hükümet 19 oya karşı 148 oyla güven oyu  aldı.

Muhalefetin Türkiye’ye verdiği zararlar: Muhalefet, “Terakkiperver-İlerici Cumhuriyet Partisi”ni kurdu. Adı ilerici Cumhuriyetçi’ydi fakat kendisi dini politikaya alet ediyordu. Dini bağnazlığı coşturarak ulusu cumhuriyete, ilerleme ve yenileşmeye karşı kışkırttılar. Hilafeti tekrar istediler. Mustafa Kemal İslamiyet’e zarar veriyor dediler. Dış düşmanların planlanmış, genel, gerici Şark İsyanını kışkırtmalarına zemin hazırladılar. Ülkeyi böldüler, ülke zarar gördü.

Sonuçta ne oldu?Hükümet ve Meclis olağanüstü önlemler aldı. Takriri Sükûn-Huzurun Sağlanması Kanunu’nu (3 Mart 1925, Sebep: Şeyh Said isyanı) çıkardı. İstiklal Mahkemelerini (17 Haziran 1926) çalıştırdı. Ordunun sekiz tümenini uzun süre ayaklanmayı bastırmakla görevlendirdi. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi denilen zararlı siyasi kuruluşu kapattı. Cumhuriyet düşmanları son olarak İzmir Suikastı (Seçilen tarih:16 Haziran 1926) denilen alçakça bir girişimde bulundular ancak başaramadılar. Efendiler, tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve bütün tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük, türbedarlık ve benzeri birtakım unvanların kaldırılması Takriri Sükûn Kanunu döneminde yapılmıştır.

Türk gençliğine bıraktığım emanet: “Efendiler, uzun ve ayrıntılı konuşmam geçmişte kalmış bir dönemin hikâyesidir. Ulusumuzun bağımsızlığını nasıl kazandığını, ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlattım. Ulusumun dikkat ve uyanıklığını sağlayacak bazı noktaları belirtebildiysem kendimi mutlu sayacağım. Ulaştığımız sonuç, yüzyıllardır çekilen ulusal felaketlerden doğan uyanışın ve vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu sonucu Türk gençliğine emanet ediyorum. Gençliğin görevi, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini korumak ve savunmaktır. Ey Türk Gençliği, iç ve dış düşmanlar karşısında bir gün bağımsızlık ve cumhuriyeti korumak zorunda kalırsan göreve atılmak için olanak ve şartlar elverişsiz olsa da düşünmeyeceksin. Düşmanlar bütün Dünya’da benzersiz bir zaferin temsilcisi olabilir. Ülkenin her köşesi fiilen ele geçirilmiş, iktidara sahip olanlar aymazlık ve hatta hainlik içinde ve kişisel çıkarlarını istilacıların siyasi emelleriyle birleştirmiş, ulus yoksul, yorgun ve bitkin düşmüş olabilir. Bu durumda bile görevin Türk bağımsızlık ve cumhuriyetini kurtarmaktır.  İhtiyacın olan güç damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”

 
Toplam blog
: 182
: 1556
Kayıt tarihi
: 14.10.12
 
 

Elektronik Y.Mühendisiyim. Teknik alan dışında Tasarruf ve tutumlu yaşam, Kişisel Finans Yönetimi..