Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Mart '12

 
Kategori
Öykü
 

O, umut ve fırtına

O, umut ve fırtına
 

DÜŞ(LE)MEK isimli kitabımdan bir öykü


-bir-


“O”nun gözleri bir deniz kadar maviydi.

 

-iki-

Küçük bir kulübe vardı deniz kıyısında. Tahtadan yapılmıştı ve yosun yeşiliydi. Küçücük pencereleriyle bakardı hayata. Belki de gülümserdi tüm kumsala. Geniş bir kumsal uzanırdı önünde. İnce kum taneleri güneşte parlar, altın gibbbi, elmas gibi değerli taşlar getirirdi insanın aklına. Kulübenin az gerisinde dağlar başlardı yükselmeye. Kıyıdan bir şeylerin kaybolmasını engellemek içindi sanki bu yükseliş. Sık ormanlar, rüzgarları ve denizin kokusunu bırakmazdı içeriye. İnce uzun bir kayık vardı kıyıda. Maviydi rengi. Parlayan kum taneleri arasında denize benzerdi. “UMUT” yazıyordu üzerinde. Gerçekte umudu taşır mıydı, bilinmez, ama “O”nun her dediğini yapardı büyük bir zevkle. Engin denizler vız gelirdi ikisine. “O” Umut’a biner binmez her şeyi -hatta kendini bile- unutur, uçsuz bucaksız bir deniz kaplardı ufkunu. Hayat yalnızca maviden ibaret olurdu her ikisi için de. Fırtına kopmayan engin maviler...

Oysa her fırtınadan önce sessizlik olmalıydı.

 
 


-üç-

Nedendir, ilinmez, üzerinde tuhaf bir sessizlik vardı. Ölü toprağı serpilmişti sanki üzerine. Miskin miskin yatıyordu yatağında. Kalkmaya ne hali vardı, ne de isteği. Öyle güzel gelmişti ki çalışmadan yatmak, bir asır kalabbilirdi yatakta.

Fırtına öncesinin sert rüzgarları çanları çalmaya başlamıştı dışarıda. Tehlike yaklaşıyordu. “O” habersizdi, çünkü halsizdi. Akşama kadar devam etti halsizliği...

Yavaşça yatağından kalktı. Oda gözlerinin önünde dönmeye başladı hızla. Her şey sonsuz bir burgaçta kaybbolmuştu sanki. Gözlerini kapalı tutmayı denedi bir süre. Kendini iyi hissedince kaldırdı göz kapaklarını. Hala bir ağırlık vardı gözlerinde. Mutfağa gidip kendine çorba yapmaya koyuldu. Rüzgar iyice hızlanmıştı. Dışarıda göz gözü görmüyordu, içeride birbirini görecek göz bile yoktu.

Hızlıydı rüzgar... ve sinsi. Gizli kapaklı bir şeyler yapıyordu sanki parmak uçlarına basarak. Rüzgarın da gizli şeyler yapmaya hakkı vardı elbet.

Masanın üzerine koydu çorbasını. Mis gibi tütüyordu dumanı. Eğilip kokladı. Burnuyla içiyordu sanki. Oturdu masaya. Üzerine bolca limon sıkıp, ekmeğini banarak bitirdi çorbasını. Rüzgar daha da hızlanmıştı. Onun da canı çorba istemişti belki, kim bilir?

 

-dört-

Sağlam bir kayıktı Umut. Güçlüydü, yürekliydi yürekli olmasına da, fırtınadan korkardı. Rüzgarın uğultusu delirtirdi Umut’u. Fırtınayı haber verirdi çünkü. Rüzgar hızla dağlara taşlara çarpar, tiz bir ıslık gibi yavaş yavaş kaybolurdu ufuk çizgisinde. Sonra dalgalar kabarırdı. Az önce kaybolan ıslık, dalgalarla kuvvetlenip dönerdi kumsala. Bir anlaşmaydı bu rüzgarla dalgalar arasında. Rüzgar bir yolunu bulup dalgaları kandırmıştı milyonlarca yıl önce.

Deniz giderek yükseliyordu. Umut endişelendi, ama bir şey yapamazdı, biliyordu. “O”nu da merak ediyordu Umut. Dünden bu yana görmemişti. Hasta mıydı? Yoksa rüzgardan mı korkmuştu “O” da? Düşünceler arasında kayboldu Umut.

Dalgalar o kadar yükselmişti ki, neredeyse suların ortasında kalmıştı Umut. Bağlamamıştı Umut’u, çünkü biliyordu ki, Umut bırakmazdı “O”nu. Evet, elinde olsa yapmazdı bunu, ama ya şartlar zorlarsa?

Hızla gidip gelen dalgalar zorlamaya başlamıştı Umut’u. Ufak hareketlenmeler başladı Umut’ta. Çabalıyordu gitmemek için, ama elinden bir şey gelmezdi. KADER Umut’tan daha güçlü ve karşı konulmazdı. Yavaşça denizin ortalarına doğru sürükleniyordu Umut. İstemese de uzaklaşıyordu kıyıdan. İlk defa nefret ediyordu denizden. “O” ne derdi sonra? Nankör demez miydi? Silip atmaz mıydı Umut’u hayatından? Kendini içkiye vermez miydi? Ne yapardı “O” Umut’suz?

Ölmez miydi?

 

-beş-

Çorbasını içince kendine gelmişti. Bir kitap alıp yatağına oturdu. Bir ara rüzgarın uğultusunu duyduysa da, anlayamadı dilini. Gözlerini acımasız karanlığa dikti yatağının yanındaki pencereden. Bir kıpırtı göremeyince -göstermezdi ki bu hain karanlık- kitabına daldı. Sindire sindire okudu kitabı. Uzun süren halsizliğin ardından kitabın sayfalarında hayale dalmak çok iyi gelmişti vücuduna. Sayfalarla beraber saatler, hayaller de geride kalıyordu tek tek. Geç olmasına rağmen kitaptan alamıyordu kendini. Belki de böyle olması gerekiyordu.

Gözleri yanmaya başladı yavaş yavaş. Yanmayı dindirmeye çalıştı gözlerini kapatarak. Son bir kez uğultulu boşluğa baktı pencereden. Ve battaniyesine sarılarak uyudu.

 

-altı-

Umut fırtınalı karanlıkta ilerliyordu isteksizce.

 

-yedi-

“O” derin uykusunda güzel düşlerle sevişiyordu.
 

-sekiz-

Bilmediği yerlerde “O”nu düşünüyordu Umut, endişeli...

 

-dokuz-

“O” güzel bir rüya görüyordu.
 

-on-

Umut yorgundu.
 

-on bir-

“O” uykuluydu.

 

-on iki-

Sabahın ilk ışıkları Umut’u aydınlattığında fırtına dinmişti çoktan. Keskin bir sessizlik hakimdi denize. Bir dahaki fırtınaya kadar da öyle olmalıydı.

Parlak sabah güneşi rahatsız etmişti Umut’u. Gerindi Umut. Yorgunluğunu gerinerek azaltmaya çalışıyordu. Ama uykusuzluğunu böyle gideremezdi ki. Uyumalıydı, evet. Hem deniz de sakindi artık. Sakin olmasa ne yazardı ki? Bu denizlere aitti Umut. Denizin mavi beşiğine bıraktı kendini. Deniz salladı Umut’u... salladı... ve “O”nu düşünerek uyudu Umut.

Acaba ne yapıyordu? Anlamış mıydı Umut’un artık çok uzaklarda olduğunu?

 
-on üç-

Pencereden gelen güneş ışıkları gözlerine vurdu. Sakince açtı gözlerini. Dünkü halsizlikten eser kalmamıştı vücudunda. Sancılı, fırtınalı vücudu bir deniz kadar sakindi artık. Denizin de aynı fırtınayı yaşadığını bilmiyordu henüz. Garip bir mutluluk yaşıyordu. Güneşin ışıkları da ne güzeldi bugün. Yine yavaş hareketlerle kalktı yatağından. Çay suyu koyduktan sonra yüzünü yıkayıp uykusunu dağıttı. Havada bir değişiklik olduğunu sezdi birden. Her şey yenilenmişti sanki.
 
Dışarıya çıkar çıkmaz anladı fırtına koptuğunu. Bu inanılmazdı. “O”nun gibi bir deniz adamı, fırtına koptuğu halde bunu anlayamamıştı. İnsan sevgilisini nasıl anlamazdı?

İkinci şoku Umut’u göremeyince yaşadı. Sessiz çığlıklarını da mı duymamıştı Umut’un? Hızla denize koştu bir iz bulabilecekmiş gibi. Ama yoktu Umut. Gitmişti, bırakmıştı “O”nu. Bilmezdi ki, kadere boyun eğmişti Umut. İstemeden gitmişti.

Dizlerinin üstüne yığıldı. Dalgaları dövdü hırsla. İntikam almak istiyordu denizden. Neredeydi Umut? Neden gitmişti? “O”nsuz ne yapardı denizde?

Alabora olmaz mıydı?

 

-on dört-

Umut denizin dalgalarına emanetti artık. Deniz nereye emrederse oraya gitmek zorundaydı.

Öyle özlemişti ki “O”nu...

 

-on beş-

“O” gözlerini ufuk çizgisinden ayırmadan Umut’u bekledi günlerce. Geleceğinden emindi Umut’un. Beklemeliydi. Çünkü dönecekti Umut.

Dönmeliydi.

 

-on altı-

Umut dönmedi, ama hep dönmek istedi.

 

-on yedi-

“O” bekledi, ama Umut dönmedi.

 

-on sekiz-

Yıllarca pekçok limana uğradı Umut. Pekçok insan tanıdı. Her gittiği yerde Umut’u bekleyen birileri vardı. Umut ne isterlerse verdi insanlara. Hep “O”nu özledi. Ama hiç dönmedi.

Aradan çok uzun yıllar geçti.

 

-on dokuz-

“O” beklemekten ölmüştü.

29 Eylül 1995

Mersin
 
Toplam blog
: 54
: 2101
Kayıt tarihi
: 12.03.12
 
 

Başkalarının hayatlarını, kişiliklerini anlatmak kolay da, söz konusu kendim olunca yazacak çok a..