Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Eylül '08

 
Kategori
Deneme
 

O kızı sana ben anlatamam

O kızı sana ben anlatamam
 

...


Minicik, mini minnacık bir güç aradı bakanların gözlerinde…

Ufacık bir teşvik…

Bir aferin bile işe yarardı… Uç deseler uçacaktı yaralı, ıslak ve güçsüz kuş yavrusu…

Onu büyüdü sanıyorlardı… Büyüdü ve serpildi…

Çocuk yüreğinde yeşerttiklerini büyüklerin dünyasına her çıkarışında talan edildiğinden kimseciklerin haberi yoktu…

Bilenlerin de umrunda değildi…

...
Ne tuhaf! Sadece bir kişi olsa, ucundan kıyısından bir göz temasıyla ima etse ona, “başarabilirsin” dese olacaktı…

“Uç!” dese uçacaktı…


...
Çok uzak yoldan gelmişti, yorgundu, bıkkın, güvensiz, bitmiş ve vazgeçmiş…

Hem yara da almıştı…

Hem ıslanmıştı o çok sevdiği yağmurlarda…

Düşündü: Hani severdi yağmuru?

Eğer dost yoksa yanı başında, yağmur damlaları üşütüyordu be!

Bu bakışlar üşütüyordu…

Ama işte, bir çift göz, sıcacık baksa, hani dost gibi, gülse, gülümsese gözleriyle herhangi biri, uçacaktı!

Uçurumun tam da kenarındaydı… Düşmeyi istemiyordu, o da biliyordu, uçmak iyi olandı…


...
Ona bahseden olmadı henüz…

Uzun siyah saçlarıyla simsiyah bir atın üstünde rüzgârla danseden küçük kızın öyküsünden…

Büyürken küçük kalabilmekten, küçükken büyük olabilmekten ve üzerine çullanan dünyayı kalem kaşlarıyla kaldırıp kenara koyabilmekten bahseden olmadı…

Ona, “Sen küçük kız, sıra sende, yapabilirsin”, diyen de olmadı…


...
Çok mu lazımdı hep büyük olmak?

Çok mu lazımdı hep tutmak yaşı gözde?

Çok mu lazımdı hep bildirmek çocuğu herhangi birine?

Değildi!

Ya hep gizlemek, hiç göstermemek, görmesi gerekene? Çok mu lazımdı?

Değildi!

Herkesin hayalinin birbirine benzemeye başladığı gün, anlaması lazımdı artık, herkes ne ise o da oydu!

Herkes neyi arıyorsa o da onu arıyordu!

Ve işte, ona bakıp, “Uç çocuk, düşersen tutarım seni ben, sen düşünme uçurumu, sadece uç!” diyenler de vardı…

Yeni değil, hep vardı…

Eskimez, hep olacaktı…

Yanlış gözlerde doğruyu bulmaktan cayacaktı evet…

...
Şimdi o kayaya doğru yürümek zamanı gelmişti…

“Aşağıya bakma” dediler, “say ki uzun siyah saçlı küçük kızsın sen, simsiyah bir atın üzerindesin… Koştur atını, sadece ufka bak ve koştur…

Düşersen tutarım seni ben, sen sadece koştur…”

Ve sadece gözleriyle söylediler…

“Sen o serçe değilsin, yaralı, ufacık, ıslak ve ürkek…

Sen o büyük değilsin, içinde serçe gizli…

Ama sen korkma şimşekten…

Ama sen şimşeğin üzerindesin… Koştur onu…

Şimşek sensin şimdi…

Çak haydi, çak!

Çak ki çocuklar görsün ışığı, çak ki görsünler gözlerini, çak ki bitsin ıslaklığı bütün kuşların…

Sadece gözlerde kalsın nem…

Çak ki uçmalar başlasın…

Geç önlerine, atiyi yazın gökyüzüne…

Bekleme… Bekleyenleri selamla sen…

Umudu gör, kendi gözlerinde…

Ve göster gözlerini umut bekleyen ürkek yüreklere…

O zaman sana belki, simsiyah ve uzun saçlarıyla, siyah bir atı koşturan o küçük kızı anlatırlar…

Bana sorma…

Ona sor…”

Dediler…


...
Ve simsiyah atlarıyla bembeyaz gökyüzünde kayboldular…

Bembeyaz umutlarla simsiyah günlerde gelmeye hep söz vererek…

 
Toplam blog
: 84
: 1808
Kayıt tarihi
: 28.04.08
 
 

Elektrik mühendisi, "öğretimci", 2 çocuk babası, aslen Kuzey Kafkasyalı, Türk ve Türk'e dair olan..