Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ağustos '14

 
Kategori
Çocuk Sağlığı
 

O ölmesin...

O ölmesin...
 

("Rabbim oğluma şifa ver..." başlıklı blogun devamıdır)

Tan yeri yavaş yavaş ağarıyor, güneş ışığını göstermeye başlıyordu. Oğlum, nihayet sabaha karşı derin bir uykuya dalabilmişti. Bizse kaderimizle yüzleşmek için bir an önce ayağa kalkma gayretiyle uyumadığımız uykumuzdan uyanmıştık. Sadece biz mi, kapının çalmasından anlaşılacağı üzere aile efradı da aynı durumdaydı.

Kapıyı açtığımızda dayımızla karşılaştık. Eşimin dayısı, benim ve oğlumun kivresi kapıdaydı. Geçen yıl oğlumuzu sünnet ettirmiş ve kivre olarak da dayımızın oğlunu seçmiştik. Çünkü dayımızın ailesi bizimle kardeş gibi ilişkiler kurmuşlardı ve başka birisinin kivre olmasını düşünemezdik. Kivremiz bizimle aynı yaşlarda olduğundan canım oğlum onu bir amca bir dayı gibi benimsemişti ve kivre olarak da kabul etmesi zor olmayacaktı. Hatta onun ismini unutacak ve bundan sonra kivresine "KİVİ" diye seslenecekti.

Kivremizin babası, eşimin dayısı şu anda kapıdaydı. Dün gece aldığı şok haberin etkisinden kurtulamadığı, kan çanağı gözlerinden anlaşılıyordu. Görülen o ki, dün gece kimse uyuyamamış ve bir medet umarak, çok yakınlara haber salınmıştı.

Dayımızı tanıdığım kadarı ile çok güçlü hatta otoriter bir mizaca sahipti. Öyleki çocuklarına karşı askeri bir disiplin uyguladığına ve emir komuta zincirini işlettiğine çoğu kez şahit olmuştum. Ama o güçlü adam sabaha kadar ağlamıştı ve şu anda da gözyaşlarını tutmakta zorlanıyordu.

Oturma odasına aldığımız dayımızın güç bela sarfettiği kelimelerden oğlumuzun durumu hakkında bilgi almak arzusunda olduğunu anlıyorduk. Aslında haber çok yeni olduğu için bizim de konu hakkında ondan fazla bilgimiz yoktu ama dayımızın bizimle iletişim kurma isteğiyle sorular sorduğu apaçık belliydi; çünkü acı çekiyordu, bizim acımızı o da çekiyordu.

Sözü fazla uzatmadan kendisini bir nebze rahatlatacak olan hamlesini yaptı ki bu hamle ömrüm boyunca aklıma gelmeyecek bir noktada olduğumuzu yüzüme çarpıyordu:

Birisinin başına kötü bir şey geldiğinde veya birisi bir yakınını kaybettiğinde şu sözü çok duyarız: "Maddi manevi yapabileceğimiz bir şey var mı?" Durumumuz işte böylesi desteklere ihtiyacımız olan noktadaydı.

Dayımız, cebinden çıkardığı ve yaklaşık olarak 3 maaşıma denk gelen, para tomarını elime sıkıştırdığında tam da bu durumun içindeydik. Dayım, soru sorma gereği bile görmeden maddi manevi tüm destek kanallarını açmıştı. Gözyaşlarım daha fazla duramıyordu, insanların karşısında ağlamayı sevmediğimden, eşimi arka odadan çağırıp aceleyle kendimi bir odaya attım. Ağlamak üzereydim... ve ağladım...

Güneş iyice yükselmişti...

Kapımız tekrar çalıyordu. Gelenler babaannemiz, dedemiz, anneannemiz ve teyzemizdi. Yola çıkma vakti gelmişti. Hastane koridorlarındaki nöbetimiz başlamak üzereydi. Herkesi oturma odasına aldıktan ve genel hal hatır sorduktan sonra oğlumuzu uyandırmak üzere yatak odasına geçtik. Eşim sürekli, sessiz bir ağlayış içindeydi. Burun çekişlerine eşlik eden iç çekişleri onu ele veriyordu.

Canım oğlum, gözümün bebeği yatağın ortasında sere serpe uyuyordu. O kadar zayıftı ki ve o kadar küçüktü ki, bu belanın bu minicik bedenden nasıl defedileceğini aklım almıyordu. Bir anlık umutsuzluk hali, asla kabul etmeyeceğim o fena düşüncenin doğmasına sebep oldu. Ağzımdan çıkan şu cümle aşimle birlikte bizi hıçkırıklara boğacaktı:

"O ölmesin..."

(Devam edecek...)

 
Toplam blog
: 10
: 746
Kayıt tarihi
: 03.07.14
 
 

Okuduklarınız, bir babanın, toz bile konduramadığı yavrusunun lösemili olduğunu öğrenmesi ile baş..