Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Eylül '07

 
Kategori
Anılar
 

Odun

Odun
 

İki dağın arasındaki dere boyunu izlerdi, etrafı harnup, pırnal ve sarı azganla sarılı keçiyolu. Odun yüklü bir eşek zor geçerdi o patikadan. Semerlenmiş eşekleri tek sıra sürerdik yokuşa, biz de onların peşinden giderdik, kimimizin elinde balta kimimizinkinde tahra. Kızıl kayanın dibine varınca bağlardık hayvanları ve dağılırdık makilerin arasına.

Aşağıda masmavi Akdeniz, üç adacığını kucaklamış, uykuya dalardı çoğu zaman. Tek ya da iki katlı, toprak damlı, taş evler, küçücük görünürdü gözümüze.

Büyükler ağaç dallarını keser, küçüklerse onları ya budar ya da becerebilirse, küçültürdü. Bu arada oyun malzemesi olarak iki üç çivilik dal ayırmaktan mutlu olurduk. Çok severdik çivi oyunu. Pırnal dalından keserdik genellikle çivilerimizi. Herkesin dört beş çivisi olurdu, oyuna başlamadan önce. Birinci oyuncu, saplardı çivisini nemli toprağa. Diğer oyuncu, yerdekini devirecek ama kendisininki çakılı kalacak şekilde çakmaya çalışırdı çivisini. Başarabilirse, yıkılanı alırdı. En çok çiviyi toplayan, oyunu kazanmış sayılırdı.

En zorumuza gidense, eylediğimiz odunları eşeklerin yanına taşımaktı. Bu adeta bir işkenceydi. Bacağımızı azgan ya da abdestbozan otu çizer, ayağımıza da diken batardı. Tıslaya tıslaya götürürdük o yaş odunları. Sonra da onları yüklerdik hayvana ve inmeye başlardık eve doğru. Zorlukla ilerlerdi eşekler. Odun devrilmesin diye her birimiz de bir hayvanın ardında.

Elimizde, yüzümüzde kurumuş kanla varırdık eve. Odunlar ahırın önünde yıkılır, hayvanlar da bağlanırdı ağaçlara. Sıra odunları içeriye taşımaya gelirdi. Ahır genellikle pek aydınlık olmazdı. Çoğu kez hayvan pisliğine basar, söylene söylene dizerdik odunları üst üste, bin bir güçlükle.

Bir gün, okul sonrası arkadaşım Yaşar ile yol kenarında çivi oynuyorduk. Deniz kabarmaya başlamış, kara ile olan savaşımından yükselen sesi ulaşıyordu bize. Havada ise bulutlar çoğalıyordu. Anamur tarafı gittikçe kararmaya başlamıştı. Bu da bolca bir yağmurun belirtisiydi. Gök gürlemeye başladı. Birkaç iri damla düştü. Ama bizi oyundan vazgeçirecek kadar değildi. Bu arada da ağabeylerim iki eşekle odundan geliyordu. Her birinin elinde üç ya da dört çivilik pırnal dalı vardı. Keşke bana verseler, diyordum içimden. Oyunu yarıda bırakıp yanlarına gittik. Odunlar yıkıldı, eşekler ağaca bağlandı.

Ağabeyim, elindeki çivilik pırnalı göstererek, “Odunları götürüp ahıra dizin, bunu size vereyim, ” dedi. Kabul ettik ve arkadaşımla birlikte taşımaya başladık odunları. Diğer ağabeyim, “ Hanginiz daha çok taşırsa, ben de bu sopayı ona vereceğim, ” dedi. Büyük bir hırs ve ivedilikle çalışıyorduk. Bir ara Yaşar’ın benden daha hızlı olduğunu gördüm. O daha çok odun taşıyordu. Çivilik ikinci pırnalı o alacak gibiydi. Yerden kaptığım gibi bir odunu, “Demek sen benden daha hızlısın, ha, ” diyerek vurdum kafasına. Arkadaşım, “ Anam, gittim, ” diye bir çığlık attı. Elini başına bastırıp çekti. Avucunun içi kıpkırmızı olmuştu. Ağlayarak koştu evlerine. Kan damlaları kalmıştı bizim evin önünde.

Gözlerim de yüklendi yukarıdaki bulutlar gibi. Korkup uzaklaştım evden. Koşarak gidip yukarıdaki zeytinin dibine oturdum. Babam, akşam gelince kemiklerimi kıracak diye düşündükçe tir tir titriyordum. Keşke yer yarılsa da içine gömülseydim! Hem dayaktan hem de Yaşar’ın başına kötü bir şeyin gelmesinden korkuyordum. Pişman olmuştum ama yapmıştım bir kere.

Şimşek çaktı. Gök gürledi. Toz bulutu yükseldi önümde. Kuru ot ve küçük çalılar uçuşuyordu havada.

Eşşe Teyze bağırıp duruyordu. Annemle aralarında bir çekiş başladı. Sesleri yükseliyor, ta kayalıklarda yankılanıyordu. Uzun bir süre devam etti ağız dalaşları. Çeneleri yoruluncaya dek sürdü bağrışmaları.

Ekmek sular gibi yağıp geçti yağmur. Rüzgâr dindi. Ortalığa ot ve toprak kokusu egemen oldu. Güneş de bulutlar arasından sıcak yüzünü gösteriyordu ara sıra.

Kafası sarılı, Yaşar yanıma yaklaşıyordu. Sargı bezi kanlıydı ama kurumuştu. İyice yaklaşınca ben kalkıp kaçmaya başladım. “Dur, gardaş, nereye gidiyorsun, ” diye bağırdı arkamdan. Dönüp baktığımda, elindeki keşli dürümü ikiye bölmüş bana doğru uzatıyordu. “Oyunumuz yarıda kalmıştı, devam edelim mi, ” dedi.

Ekmeği yiyerek geldik oyun yerine. Başladık yeniden oynamaya. Çiviyi bir o deviriyor, bir ben deviriyordum. Güneş batmak üzereydi. Biz hâlâ oynuyorduk.

“Bak ne güzel oynuyorlar. Çocuk bu, yahu. Dövüşür az sonra da barışır. Çocuk için hiç komşuyla kavga edilir mi, ” diyordu Hüsamettin Amca, eşi Eşşe Teyze’ye. Baktı oğlunun kafasına. “ Yok bir şey, geçmiş bile. Bir daha kavga etmeyin. Kardeş kardeş oynayın, tamam mı?” sözü biraz daha rahatlatmıştı beni…

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..